Ferhat Uludere anlatıyor: 1990’lar, Trakya ve bir futbol takımı

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Ferhat Uludere anlatıyor: 1990’lar, Trakya ve bir futbol takımı

Röportaj: J. Hakan Dedeoğlu - İllüstrasyon: Furkan Nuka Birgün
ÖNCEKİ Patriyarkanın batırdığı gemide siz ne yapmayı “seçiyorsunuz”?: Johanna Constantine ve Future Feminism SONRAKİ “Belki de kimse bir yere gitmemiştir”: Bu Ülkeden Gitmek

Yazar Ferhat Uludere yeni romanında bizi bir kez daha, ülkenin büyük ölçüde sırtını döndüğü, orada tam olarak neler döndüğünü bilmediği Trakya’ya, doğup büyüdüğü Lüleburgaz’a götürüyor.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

1990’larda, bir Trakya kasabasında başlıyor Son 11. Bir taşra takımının soyunma odasında... Küme düşmüş bir takımın son maçı... Dışarısı küfür kıyamet. Futbolcuların boynu bükük. Ama sahaya çıkmaktan başka seçenekleri yok...

Yazar Ferhat Uludere yeni romanında bizi bir kez daha, ülkenin büyük ölçüde sırtını döndüğü, orada tam olarak neler döndüğünü bilmediği Trakya’ya, doğup büyüdüğü Lüleburgaz’a götürüyor.

Kitap bir döngüde takılı kalan hayatları, döngüden çıkamamayı, kasabayı terk edememeyi, ondan ve içindekilere biçtiklerinden kaçamamayı anlatıyor. 1990’larla birlikte başlayan ülkedeki değişim rüzgârının kasabaya sirayetini, kasabanın durağanlığıyla çarpıştırıyor. Bunları Lüleburgaz’ın futbol takımı Kentspor üzerinden, farklı zaman dilimlerine yayılmış hikâyelerle vermesiyse kitabın büyüsü. Kitabın dilindeki akıcılık, saçılmış ve bağımsız gibi duran hikâyelerin yavaş yavaş bir araya gelişi de Son 11’in diğer çarpıcı yanları. Son 11, futbol üzerinden işlenen bir gitme-kalma ve sevgiden vazgeçmeme romanı. Futbolu tüm saflığı ve kabalığıyla özleyen ama asla tam anlamıyla futbola dair olmayan, hayatına meşin yuvarlağı sokmamışların da gönül rahatlığıyla içine dalabileceği bir roman.

1001 Fıçı Bira, Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba gibi romanlarla edebiyat dünyasında kendine haklı ve özel bir yer edinen Ferhat Uludere’ye son kitabına dair merak ettiklerimizi sorduk.

Kitapta otobiyografik öğeler ne kadar var?
Son 11 de 1001 Fıçı Bira gibi doğduğum kasabada yani Lüleburgaz’da geçiyor. Haliyle bu da kitabı bir ucundan otobiyografik kılıyor diyebilirim. Ama kendimi bir roman karakteri olarak düşünürsem hikâyeye neredeyse hiç dahil olmadım. Ben dahil olmasam da kitabın bir ayağı kasabanın gerçekleri üzerinde duruyor. Kitaptaki takımın ismi Kentspor, Kentspor hâlâ Lüleburgaz’da aktif olarak varlığını sürdüren bir spor kulübü. Ama benim anlattığım hikâyenin Kentspor ile bir ilgisi yok. Zaten kitabı yazarken Kentspor’un yıllar önce kapandığını sanıyordum. Kasabalılara tanıdık gelecek birçok karakter var kitabın içinde, ama hiç kimsenin hayatı kitaptaki gibi değil. Yalnız bir istisna var. Sezgin’in geçirdiği kazanın hikâyesi tamamen gerçek. Kamyon altına bisikletle giren ve karaciğeri patlamış çocuğa “hayati tehlikesi yoktur” diye rapor veren doktor da hastane de gerçek. Hatta doktor hanımın ismi de kitaptaki gibi Kibar, hastane ise Lüleburgaz Devlet Hastanesi… Sezgin son anda Çorlu’da bir özel hastaneye yetiştirildi ve mucizevi şekilde hayatta kaldı.

Futbola bandırılmış bir roman Son 11. Okur ister istemez yazarın futbola olan yakınlığını, takımını merak ediyor. Günümüz futbolunu ne kadar takip ediyorsun? Kitabın da ağırlıklı geçtiği 1990’lar futbolunu günümüze kıyasla nasıl anıyorsun?
Beşiktaşlıyım ve iyi bir futbol takipçisiyimdir. Neredeyse çocukluğumdan beri futbolu takip ediyorum, ama son yıllarda artık bu işin beyhude bir uğraş olduğunu da düşünmeye başladım. Özellikle Yıldırım Demirören’in futbola girişi ve iktidarın futbolu iyiden iyiye manipüle etmesi midemi bulandırmaya başladı. “Temiz futbol” diye slogan atan herkesin “kirli” olması bambaşka bir çelişki. Adalet için yapılan teknolojik yatırımlar bu sene adaletin güçlüden yana olduğunu bir kez daha gösterdi. VAR (Video Hakem Uygulaması), teknolojinin kötü ellere geçtiğinde neler olacağını gösteren bir bilimkurgu çalışması gibi bir şey.

Sizin Fenerbahçe stadının karşısındaki evde izlediğimiz bir Fenerbahçe-Beşiktaş maçı vardı, hatırlarsın. Romantik futbol hikâyeleri gibi bir maçtı. Kalecisiz yenmiştik Fenerbahçe’yi. O maçtan sonra öylesine sinematografik bir maç yaşamadım ben. O maçın sonucu ne olursa olsun, kimse üzülmeyecekti. Futbola ve oyuna dair her şey vardı.

Spor yazarları her maçın bir hikâyesi olduğunu söylüyorlar ama yok öyle bir hikâye. Hikâyeler kalmadı futbolda. Doksanlı yılların futbolu ise hikâyelerle doluydu. Biz futbolu o hikâyelerle sevdik. O hikâyeler sayesinde Beşiktaşlı olduk. Baba Hakkı’nın süveterine yetişemedik ama o süveter bizim için futbolun kendisiydi. Son 11’i yazarken de futbolunun hikâyesiydi benim için önemli olan. Sahadaki sonuç değil. 

Image

Futbol demişken... Kitap bir soyunma odasında başlayıp yine bir soyunma odasında son buluyor. Kokusundan ortamına bizlere gerçekten o soyunma odasını yaşatıyorsun. Senin de yolun o soyunma odalarından geçti mi?
Soyunma odası futbolun en mahrem yeri. Taraftarlar adını biliyor ama neredeyse hiçbiri böyle bir yerde bulunmamıştır. Zaten bulunmasına da imkân yoktur. Beşiktaş’ın soyunma odasını gördüm, lakin futbolcular yokken gördüm. Ama buna rağmen doksanlı yıllarda kasabalarda futbolun tüm kapıları taraftara açıktı. Mesela maç başladıktan sonra bilet satılmazdı, özellikle çocuklar ve gençler maçın başlamasını beklerlerdi. Bir iki tanıdığın varsa soyunma odasına da girerdin. Ama soyunma odasında futbolcu olarak çok az bulundum. Onun dışında hep bir ziyaretçiydim.

Kitap biraz ülkeden bağımsız kendi coğrafyasında, içinde bulunduğu döneme çok vurgu yapmadan ilerlerken kasabada siyasal İslam’ın ayak izlerinin belirmeye başlamasıyla bir anda geleceğe, yani günümüze de bir uyarı gönderiyor, eleştiri yapıyor. Bu anlamda özellikle bu bölümlerin kitapta ayrı bir parantez olduğunu düşünüyorum...
Bu kadar sevilen ve izlenen bir oyunun iktidarlar tarafından manipüle edilip kullanılmadığını düşünmek, onu saf bir eğlence olarak değerlendirmek gerçeklere gözlerini kapamaktan başka bir şey olmaz. Bilinçli olarak futbol izlemeye başladığım günden beri biliyorum bunu ve buna rağmen izliyorum. Hatta izliyoruz.

Lakin karate salonlarıyla birlikte yayılan siyasal İslam’a bizzat tanık oldum. Bir gecede açılan o karate kurslarının birine, oturduğumuz evin altındaki pasajın en dipteki dükkânına açılana gittim. Çok kısa kaldım, o zaman bir şey anlamadık ama daha sonra durumun vahameti ortaya çıktı. Hatta çalışma orada da kalmadı. Endüstri Meslek Lisesi’ne atanan genç hocalar fırsat buldukça siyasal İslam’ın propagandasını yapıyorlardı.     

Kitabın diliyle ilgili de sormadan edemeyeceğim... Her zaman akıcı bir dilin oldu. Ağdalı cümlelerin, ağır kalıpların yazarı değil Ferhat Uludere. Ama Son 11’de her zamankinden daha da akıcı bir dilin var. Kısa cümleler, kesik ama son derece hızlı ilerleyen bir anlatım hâkim. Biraz kitabı yazarkenki bu yaklaşımından bahsedebilir misin?
Öncelikle dil konusunda söylediklerin için teşekkür ederim. Son 11’in dilindeki hız ve akışın dikkat çekmesi de benim için ayrıca keyifli bir şey. Çünkü Son 11’i yazarken anlatacaklarımdan ziyade nasıl anlatacağıma yoğunlaşmak istiyordum. Kullandığım dili yerelleştirmek istiyordum açıkçası.

Kitabın bütün atmosferi Trakya olunca dili de oraya uydurmam gerekiyordu. Bunun üzerine çalıştım. Bir Trakyalı nasıl cümle kuruyor, yüklemi nerede kullanıyor, öznesi nerede gibi birtakım sorularım vardı. Kitabı yazarken mümkün olduğunda Trakya’ya bağlı kalmaya çalıştım. Ve bir Trakyalının konuşma hızını kitaba yansıtmaya çalıştım.

Bu arada bunu yazarken yanlış anlaşılmak istemem. Trakya dili derken popüler kültürün ve ortak bilincin oluşturduğu ön yargıdan bahsetmiyorum. “H” harfini yutan, sürekli küfür eden ve nokta yerine “be” ifadesini kullanan bir dil değil bu. Trakya’da kullanılan Türkçe’nin yapısıydı ilgilendiğim.   

1001 Fıçı Bira olsun, Son 11 olsun romanlarında alkolle sıkı bir bağ var. Alkol düşkünleri, çakır keyifle söylenen güzel sözler, alkolle dağılan hayatlar... İster istemez insan Ferhat Uludere’nin ne içmeyi sevdiğini merak ediyor.
Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’yı da sayarsak alkol bütün kitapların merkezinde duruyor. İnsanları vezir de rezil de eden hep o. Anlattığım insanların alkolle kurduğu ilişki oldukça sorunlu. Çoğu Son 11’de de dediğim gibi ölmek için içiyor. İçtikleri tek bir yudumdan bile zevk almıyorlar. Bir meyhaneci çocuğu olarak çok erken yaşta tanıştım bu insanlarla ama alkolün damak tadıyla tanışmam biraz daha geç oldu. Çocukluğum içki masaları arasında gezerek geçti. Bu anlamda ölmek için içen insanlara karşı her zaman bir yakınlığım oldu. Onların hayatlarını merak ettim ve üç romanda da onların hayatlarına dair kurgular yaptım.

Bana gelirsek bir Trakyalı olarak alkolle aram her zaman iyidir. Çocukken annelerimizden yemek babalarımızdan ise içki ayırmamayı öğrendik.  

Image

 

 

ÖNCEKİ Patriyarkanın batırdığı gemide siz ne yapmayı “seçiyorsunuz”?: Johanna Constantine ve Future Feminism SONRAKİ “Belki de kimse bir yere gitmemiştir”: Bu Ülkeden Gitmek
Bu yazıyı paylaş