Yeni sezonda da sancılar içinde: Ergen karakterler

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Yeni sezonda da sancılar içinde: Ergen karakterler

Yazı: Melikşah Altuntaş, İllustrayon: Can Çetinkaya
ÖNCEKİ Cannes Film Festivali’nin ardından: Tüm sezon konuşulacak 15 film SONRAKİ Evde yedi başına: The Wolfpack

Büyüme sancısı içindeki ergen yavruların kendini keşif öyküleri, karşılarına örülen engelleri aşıp geçme hikâyelerine özel bir ilgi duyanlar için yeni sinema sezonunda bolca örnek mevcut. Bu örneklerin kahramanlarını çeşitli kategoriler altında inceleyelim…

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

ZORBALARIN MAĞDUR ETTİKLERİ
Okul döneminde, çete halinde etrafını sarıp yerli yersiz saldıran zorbalar tarafından yolu kesilmemiş ne yazık ki çok az ergen vardır. Kimi erkek, kimi kız, kimisi de kızlı erkekli bu zorbaların mağdur ettiği karakterlerden bazıları yeni sezonda çeşitli filmlerde karşımıza çıkacak.

Bu yılki Cannes Film Festivali’nin Quinzaine programında izlediğimiz iki film, İsveç yapımı The Here After ve Amerikan bağımsızı Dope, bu konu etrafında şekilleniyor. Kahramanımızın hayatını zindana çevirenlerin ölüm kadar soğuk yerleri zorladığı The Here After, daha duygu yüklü bir tondan ilerleyip, izleyicisini bu ergen zorbalığının soğuk gerçekçiliğiyle karşı karşıya bırakırken, daha neşeli bir tonda ilerleyen ve daha çok bir varoluş çabasına odaklanan Dope’da ise kahramanımızın, kendisiyle uğraşan zorbalardan birine dönüşmeye varan öyküsü aksiyon sinemasıyla flört eden bir tonda anlatılıyor. Dope’un kahramanı Malcolm’ın kendinde gördüğü bu değişim emarelerinden sonra yeniden doğru yolu seçmesi ise zorbalığın dönüşülen bir şey olsa da içinden sıyrılınabilirliğini de bir alternatif olarak sunuyor.

Geçtiğimiz yıl Cannes’da yine aynı bölümde gösterilen Bande de filles / Girlhood ise benzer bir temayı bu kez Fransız gettolarından birinde merkeze alıyor. Büyüme döneminin en keskin virajında, belalı bir kız grubuna katılan ve neredeyse grubun lideri konumuna yerleşen Vic’in çıkışsızlığı, ergenken sosyal açıdan var olabilmenin bir taraf seçme zorunluluğuyla mümkün olabildiğinin altını çiziyor. Geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nde seyirci karşısına çıkan Hollanda yapımı Prins’te de benzer bir durum söz konusu. Epey stilize rejisiyle heyecanlandıran Prins’in kahramanı Ayoub, ablasının arkadaşları tarafından itilip kakıldığı tüm film boyunca gittikçe güçlenip, zorbalara kök söktürecek hâle geliyor, ancak onun da çıktığı bu yoldaki tutumu Dope’un kahramanından farksız.

AİLESİ TARAFINDAN SINANANLAR
Okulda çektikleri zulüm yetmezmiş gibi, ergenlere evlerinde de rahat huzur yok tabii. Omuzlarına yüklenen sorumluluklar, ebeveynlerin dengesiz ruh hâllerinin yarattığı gariplikler, baskı sonucu verdirilen kararlar… Özetle yakında izleyeceğimiz bazı filmlerin kahramanları için aileleriyle bir arada var olabilme işi hiç de kolay değil.

Örneğin geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nde Generation bölümünde prömiyerini yapan İsveç filmi Min lilla syster / My Skinny Sister’ın kahramanı Stella’nın başı, yeme bozukluğu yaşadığını fark ettiği ablasıyla dertte. Ablasının, anne babalarına söylememesi için sıkı sıkı tembihlemesi, Stella’yı berbat bir durumda bırakıyor ve tüm film kıvranmasına neden oluyor. Stella’nın sıkışmışlığını iliklerimize kadar hissettiğimiz bu filmin yarattığı hisse benzer bir hal de İngiliz bağımsızı Just Jim’de mevcut. 2010 yapımı Submarine’in yıldızı Craig Roberts’ın yazıp yönetip başrolünde yer aldığı filmde, ailesi tarafından ufacık bir dünyanın içine hapsedilen ve pek de dost canlısı sayılmayan Jim’in tüm bu nefes darlığından kurtulmasını sağlayan belalı bir kankayla macerasını izliyoruz. Jim evdeki bunalımdan kaçtıkça, bu yeni macera daha tedirgin edici bir atmosfere bürünüyor ve işler hepten korkunç bir hâl alıyor.

Meksika yapımı Güeros ise yaptığı haylazlıklardan bunalan annesi tarafından, uzaklarda oturan ağbisinin yanına sürgün edilen Tomas’ın yaşadığı serüvene odaklanıyor. Son derece özgün anlatımıyla kendine hayran bırakan Güeros’ta aile kavramı, daha çok babadan oğula kalan duygular üzerinden didikleniyor. Annesi tarafından yalnız bırakılan bir başka ergen de Joachim Trier’in buruk aile draması Louder Than Bombs’ta. Fakat bu kez yalnız bırakılma durumu istemsiz. Annesini talihsiz bir trafik kazasında kaybeden kahramanımız Conrad, babası ve ağbisi tarafından desteklenmeye çalıştıkça daha da hırçınlaşıyor.

Aile baskısının yarattığı sancıyı en fazla hisseden ergen kardeşler ise hiç kuşkusuz Sundance’ten beri ortalığı kasıp kavuran belgesel The Wolfpack ve Cannes’ın bu yılki Quinzaine favorilerinden Mustang’de mevcut. Doğdukları günden beri Manhattan’daki evlerinden dışarı ancak yılda birkaç kez salınan bir grup erkek kardeşin yaşadığı trajediyi anlatan The Wolfpack, ebeveyn zulmünün en somut ve sinir bozucu örneklerinden. Anne babalarını kaybetmiş beş kız kardeşin, babaanne ve amcaları tarafından bir eve hapsedilip, derin bir muhafazakârlık bombardımanına tutuldukları Mustang ise kardeşlerin böyle bir baskı karşısında ancak birbirlerine tutunarak hayatta kalabileceklerini savunuyor.

KENDİ KADERİNİ KENDİ YAZANLAR
Bu listelerde sıralanan ergenler arasında öyle örnekler var ki, bunlar her türlü dış baskı ve sindirmeye karşı kendi başına buyruk tavırlarından ödün vermemeyi seçiyor. Bunlardan en hırçın olanı, Emmanuelle Bercot’nun La tete haute / Standing Tall’unda hikâyesini izlediğimiz Malony. Dengesiz annesi tarafından henüz bebek denecek yaşta devlete bağlı sosyal kurumlardan birine bırakılan Malony’nin yaşadığı öfke nöbeti şeklinde akıp giden film, Malony’nin kendi kendine bir şekilde kurduğu hayatın içinde sürüklenip gidişine tanıklık ediyor.

Sünnet derisi yanlış kesildiğinden dünyanın en ıstıraplı ergenliklerinden birini geçiren Edoardo’nun da, İtalyan dramedisi I dolori del giovane Edo / Short Skin’de işi pek kolay değil. Çocukluğundan beri ailesine anlatamadığı, anlatsa da anlaşılamadığı bu durumu kendi yöntemleriyle aşmayı deniyor Edoarda. Sonunda dönüp dolaşıp geldiği nokta, ilk baştakinden farklı olmasa da, önemli olan sonuç değil, sonuca giden yolda yaşadığın tecrübe diye düşünüyor Edoardo.

Annesi tarafından ısrarla görüşmek zorunda bırakıldığı kan kanseri hastası Rachel’la kendine özgü bir dünya kuran Greg de Me and Earl and the Dying Girl’de, anne, baba, öğretmen ve arkadaşların buyurdukları düzende değil, kendi düzeninde huzuru bulacağını er ya da geç öğreniyor. Bu süreçte bizi de duygu sellerine sürüklüyor Greg.

Son olarak Arnaud Desplechin imzalı Trois souvenirs de ma jeunesse / My Golden Years’ın entelektüel serserisi Paul’a gelecek olursak, kendisinin seçtiği yolun, listedeki diğer isimler arasında en öngörülemez yol olduğunu söyleyebiliriz. Başını bile isteye belaya sokan ve dibe doğru çekildikçe, daha yaratıcı ve güçlü yöntemlerle bir şekilde kendi çıkış yolunu bulmayı başaran Paul, onyıllara yayılan büyümesinde, hayatın sırrını da kendi kaderini kendin yazarsın şeklinde formülize ediyor. 

Image

 
ÖNCEKİ Cannes Film Festivali’nin ardından: Tüm sezon konuşulacak 15 film SONRAKİ Evde yedi başına: The Wolfpack
Bu yazıyı paylaş