Bağımsız, zamansız bir şiir arayışı: Ümit Ünal ile “Aşk, Büyü, vs.” üzerine

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Bağımsız, zamansız bir şiir arayışı: Ümit Ünal ile “Aşk, Büyü, vs.” üzerine

Röportaj: Yiğit Atılgan - İllüstrasyon: Saydan Akşit
ÖNCEKİ Christopher Nolan, kuantum, beklentiler: Tenet SONRAKİ Aklımdakiler: Levan Akin

 

Büyükada dekorunda, sınıf perspektifi üzerinden, lezbiyen bir aşkın ve geçmişle hesaplaşmanın öyküsü.

 

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

 

Ümit Ünal’ın incelikli anlatısıyla buluştuğumuz son filmi Aşk, Büyü, vs., pandemi koşulları altında gerçekleşen 39. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma filmleri arasındaydı ve büyük ödülün sahibi oldu. En İyi Senaryo Ödülü de Ümit Ünal’a giderken, filmin başrol oyuncuları Selen Uçer ve Ece Dizdar, En İyi Kadın Oyuncu ödülünü paylaştılar. Aşk, Büyü, vs. Antalya Film Festivali’nden de En İyi Kadın Oyuncu (Selen Uçer), Behlül Dal Jüri Özel Ödülü ve SİYAD En İyi Film Ödülü ile dönmüştü. Ümit Ünal ile 12 günde çektiği filmini konuştuk ve önümüzdeki günlere dair ne gibi üretimler tasarladığı konusunda tüyolar aldık. 
 

“Güncel meselelerden, mevcut ortamdan bağımsız, zamansız bir şiir yakalamaya çalışıyorum aynı zamanda, o şiirin işçisiyim. Bazı filmlerde veya kitaplarda, resimlerde onu yakalıyorum, bazısında elimden kaçıveriyor. Bu filmde yakaladığımızı sanıyorum.”
 

 

Aşk, Büyü, vs. öykünün tasarlanış aşamasından beri bir ada hikâyesiymiş. Reyhan (Selen Uçer) ile Eren’in (Ece Dizdar) bir adada âşık olup sonra tekrar bir adada bir araya gelmeleri ne ifade ediyor?

Bu bir aşk hikâyesi ama aynı zamanda bir geçmişe dönüş, geçmişle hesaplaşma hikâyesi. Bu tür bir hikâye için dönülen yerin kendi içine kapalı bir ortam olması şarttı. Küçük bir kasaba, bir taşra şehri de olabilirdi belki. 2016 başından itibaren Büyükada’da yaşadım. Hikâye orada şekillendi. Ada hem şehre çok yakın hem de şehirden çok ayrı, kendi atmosferi ve kültürü olan bir yer. Bu hikâye için çok uygun bir dekor oluşturdu. 
 

Her ne kadar birçok filminizde eşcinsel karakterler var olsa da LGBTİ+ haklarının özellikle saldırı altında olduğu bir dönemde iki kadının aşkı etrafında bir film kurmak sizi ne açıdan heyecanlandırdı? Sinemada bu konunun işlenişine dair nasıl bir izlek geliştiğini düşünüyorsunuz?

Ülkemiz cinsel suçların korkunç yoğunlaştığı, kadınların, LGBTİ+ bireylerin sürekli tehdit altında olduğu bir ülke. Hasta erkeklik, sadece kurbanların hayatını değil, erkekleri de mahvediyor. Herkesin iyiliği için cinsellikle ilgili her şeyin daha görünür olması, açık açık konuşulması, tabu olarak bilinç dışına itilen her şeyin ortaya dökülüp tartışılması şart. Ama bu filmi sadece bir sosyal fayda ya da politik tavır gözeterek yapmadım. İnsanın her işinde bir şekilde yakalamaya çalıştığı bir büyü var. Güncel meselelerden, mevcut ortamdan bağımsız, zamansız bir şiir yakalamaya çalışıyorum aynı zamanda, o şiirin işçisiyim. Bazı filmlerde veya kitaplarda, resimlerde onu yakalıyorum; bazısında elimden kaçıveriyor. Bu filmde yakaladığımızı sanıyorum. Seyredenlerden, seyredecek olanlardan önyargılarını bırakıp o büyüye ortak olabilmelerini isterdim. Filmden sosyal bir anlam, bir mesaj çıkarmak isteyenler de hoş gelirler, hoş bulurlar umarım.
 

Reyhan ve Eren’in aşkı kendi dinamikleri sebebiyle değil, otorite figürlerinin baskısı sebebiyle sona ermiş. Otorite altında kendini var edememe, var oluşunu tanımlayamama ve başka bir şeye dönüşme olgusu Sofra Sırları’nın Neslihan’ı da dâhil olmak üzere birçok filminizin karakterlerinde görünür. Bu tema sizin için kişisel olarak nereye oturuyor ve filmlerinize nasıl yansıyor?
İlk senaryomdan son filmime kadar hemen her işimde haksızlığa isyan teması ortaya çıkıyor. Teyzem, 9, Nar, Sofra Sırları; şimdi Aşk, Büyü, vs, hepsi otoriteyle derdi olan, haksızlığa uğrayan insanları konu ediniyor. Hepsinde bir itiraz ve isyan var. Bunu, bir kariyer planına göre baştan düşünüp inşa etmedim, yıllar içinde kendiliğinden gelişti. Gerçek hayatta aktif bir politik konumum olmadı, politikaya karışmak için fazla tembel ve çekingenim sanırım ama yaptığım işlerin bu manada politik olduğunu düşünüyorum.

 

Image


Film, Reyhan ve Eren arasındaki ilişkiyi sınıf perspektifinden işliyor. Karakterlerin birbirlerine ithamları, kabullenişleri hatta geçmişi anımsayışları hep bu kavram üzerinden. Bu çatışmalar sinema üretiminizde nereye oturuyor? Aşk da her şey gibi sınıfsal bir olgu mu?

Elbette içine doğduğumuz ve yetiştiğimiz sınıf hayattaki her şeyimizi belirler. Yaşam kalitemiz, sağlığımız, eğitimimiz, bulduğumuz iş, hatta nasıl öldüğümüz bile sınıfsal ölçütlere bağlı. Aşkı ve cinselliğimizi nasıl yaşadığımız da sınıfsal. Filmde zengin ve güçlü bir aileden gelen Eren çok daha özgür bir cinsel hayat yaşarken, Reyhan’ın hayatı sadece cinsel kimliği yüzünden harcanmış. Bu milyonlarca insan için böyle.

“Filmin eski melodram kalıplarıyla bağı Reyhan’ın bir diyalogda ‘Fakir kız zengin kıza tutulur’ dediğinde yaptığı şaka kadar benim için.” 
 

Zengin ve yoksulun aşkı teması aslında Yeşilçam’da ve hâlâ yaz dizilerinde sıkça denk geldiğimiz bir tema. Siz bu gelenekten nasıl besleniyorsunuz ve var olan çerçeveleri ne yönlere esnetiyorsunuz?
Filmi birkaç yerde anlatırken “Yeşilçam’ın melodram kalıplarından yola çıktım” gibi laflar ettim ama bunu aslında mecazi manada anlamak gerek. Film evet zengin-fakir aşkını anlatıyor, bir yasak aşk durumu, bir “kötü” erkek kahraman var. Ama her şey bildik melodram evreninin tamamen dışında. Filmin eski melodram kalıplarıyla bağı Reyhan’ın bir diyalogda “Fakir kız zengin kıza tutulur” dediğinde yaptığı şaka kadar benim için. Gerçek bir melodram bu filmdeki gibi gelişmez, böyle bitmez. Ama eskinin “Türk Filmi” hâlâ genlerimizde taşıdığımız bir şey. Filmdeki bazı diyalogları üstünden bir yıl geçip de yeniden seyredince biraz melodramatik buluyorum: “Seni unutabilmek için nefret etmek zorunda kaldım” gibi. 
 

Filmde bir erkek gözü de var, Reyhan’ın adada birlikte yaşadığı Gökhan (Uygar Özçelik) heyula gibi filmin arkasında geziyor. Öyle ki filmin sonunda krediler akana kadar endişe duygusu izleyicide yok olmuyor. İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmeye çalışıldığı, erkeklerin şiddetleri ve erkeklikten kaynaklanan her türlü imtiyazlarıyla kadınlar üzerinde baskı kurduğu bir hayattan edindiğimiz ezberler Reyhan ve Eren’in öyküsünü algılayışımızı da etkiliyor. Bu konuda ne düşünürsünüz?
Gökhan bu iki kadın arasındaki büyünün bir anda dışında kalan, dışarıdan izlemek zorunda kalan erkek bakışını temsil etsin istedim. Filmin bir noktasında Gökhan’ı görmeyi de bırakıyoruz, kamera Gökhan’ın gözü oluyor ve seyirci de iki kadını onun gözüyle, uzaktan izliyor sadece. Senaryonun ilk versiyonunda Gökhan, final sahnesinde tam da korkulan, tahmin edilen şeyi yapıyor ve saldırganlaşıyordu. Başta oyuncular, senaryoyu okuyan fikrine değer verdiğim herkes o sahneyi basmakalıp buldu. Yeniden ele aldım ve kimsenin tahmin etmediği açık uçlu bir final yapmayı tercih ettim. Film Reyhan’ın iç çektiği bir anda, bir nefeste, âni bir kesmeyle bitiyor. Bu hâlini çok daha fazla seviyorum. 
 

Gölgesizler’de bir büyücü, Nar’da bir falcı vardı. Büyü kavramı bu sefer filmin ismine girmiş, çok sert olabilecek bir dramı hafifletmiş, mizahi ve doğal kılmış. Bu olguya bu kadar sık dönmenizin sebebi sizce ne? Edebi ilgileriniz ve ilhamlarınız bu durumda rol oynuyor mu?

Nar üzerine konuşurken her yerde söylerdim: Benim metafizik inançlarım yok. Hatta “eski moda bir pozitivist” olduğum söylenebilir. Ortak görülen rüyalara, hayallere, hayaletlere, büyü ve fal gibi şeylere inanmam. Ama bunlar birçok işimde var. Çünkü bu doğaüstü unsurlar, sadece edebi/sinemasal araçlar olarak ilgimi çekiyor. Filmlerde inanç sorunlarıyla uğraşmak, ya da kahramanları kendi inançlarıyla çarpıştırmak hoşuma gidiyor. Büyüye inanmayan bir karakteri “ya varsa” ikilemine taşımak, inanan diğer karaktere “ya yoksa” diye sordurabilmek hoşuma gidiyor. Aşk da aslında büyü gibi soyut, elle tutulamayan bir şey. Eren'in gelişi gerçekten büyü yüzünden mi, büyü diye bir şey yoksa aşkları ne kadar gerçek? Böyle sorular sordurmak istedim. Hem karakterlere hem seyirciye…

Aşk, Büyü, vs. diyaloglarının hakikiliği ve oyuncularının performansları ile sivrilen, tutumlu bir bütçe içerisinde kısa zamanda çekilmiş bir film. Bu maddi ve zamansal kısıtlar bolca omuz kamerası ve uzun plan kullanımı gibi görsel tercihlerinizi nasıl etkiledi? Elinizde sınırsız kaynak olsa hem öyküye hem de görsel dünyaya dair neleri değiştirirdiniz?
Filmde elde taşınan bir DSLR kamera ve çok az ışıkla çalıştık. Genelde bulunduğumuz mekânın kendi ışıklarını, lambaları güçlendirerek, kullandık. Daha çok, doğal gün ışığından yararlandık. 12 günde çektik. Normalde film ekibi kamyonlarla gelen, her yere yayılan kalabalık bir ordu. Biz her yere yürüyerek giden, görünmez bir ekiptik. Hem çok az kişi olduğumuz için, hem de normal filmlerdeki gibi dev alet edevatımız olmadığı için, çoğu zaman film çektiğimiz fark edilmedi bile. Sokaklarda figürasyon değil gerçek kalabalığı kullandık mesela, vapurda ya da lokanta sahnesinde gerçek insanların arasında çektik. Bütün bunlar filmin gerçeklik duygusunu artıran unsurlar oldu sanırım. Elbette vinç, şaryo, drone gibi araçları ya da güçlü ışıkları, kalabalık figürasyonu kullanacak bir bütçemiz olsa filmin görsel dili daha farklı olurdu. Sofra Sırları ya da Gölgesizler gibi filmlerimi görenler, normal bütçe olduğunda farklı bir dil kurabileceğimi bilir. Ama Aşk, Büyü vs’de yarattığımız doğal havayı, serbest vezin dili çok seviyorum. Filmde gönüllü çalışan, harika bir ekip vardı, hepsine tek tek teşekkür borçluyum. Herkes her şeyi yaptı. Ben yazdım, yönettim. Ezgi Altıner’in son jenerik şarkısı hariç müzikleri yaptım. Jenerik yazılarını yazdım, afişleri tasarladım. Yeri geldi ofisboyluk ve set işçiliği de yaptım. Eksikliğini hissettiğim tek şey, hava görüntüleri belki. Adanın kuş bakışı birkaç görüntüsünü eklemek isterdim. Bir de belki 12 gün yerine 4-5 haftamız olsa, bazı ufak teknik aksaklıklar olmazdı. Onun dışında yaptığımız işten memnunum. Bütçe büyük olunca, yönetmenin işine karışan da çok oluyor, o zaman bu filmdeki özgürlük ve samimiyet duygusu eksik kalıyor.

“Zombi, bir toplumun unuttuğunu sandığı şeylerin kalkıp geri gelişi, kendini zorla hatırlatışıdır.”

Reyhan ve Eren’in ziyaret ettikleri bir evde rastladıkları yarı-kâhin bir adamdan dünya hâlini dinliyoruz. Televizyonda bir zombi filmi açık. Bu imge etrafında örülmüş uzun bir edebi ve sinema literatürü mevcut, zombilerin birer kurbandan ziyade düşman olarak temsil edildiği bu literatür pandemi döneminde emekçi sınıfların kendilerini buldukları durumu anımsatmakta. Bu imge sizin için ne ifade ediyor?
Zombi, bir toplumun unuttuğunu sandığı şeylerin kalkıp geri gelişi, kendini zorla hatırlatışıdır. Eski zombi filmlerinde şimdiye kıyasla çok az sayıda zombi olurdu. Şimdiki filmlerde dünya çapında zombi kıyametleri, yüz binlerce zombi şart. Demek ki, göz yumulan, bastırılan, unutulmak istenen suçlar çok artmış. Zombiler arı oğulu ya da karınca yuvasını andıran şekillerde birbirinin üzerine tırmanan, şekilsiz yığınlar olarak tanımlanıyor. Dünyada böyle hastalıklı, filmdeki deyişle “iflah ve ıslah olmaz” temizlenmesi gereken kalabalıkların varlığına inandırmak istiyorlar bizi. Paylaşım savaşlarında yüzlerce, binlerce insanın bir seferde yok edilişini haklı çıkarmaya çalışıyor, zihnimizi yeni büyük katliamlara hazırlıyorlar. Filmde bunları yarı meczup bir karakter söylüyor, aslında “kehanet”le pek alakası yoktu sahnenin, zaten var olan bir durumu anlatıyordu. Ama pandemi sırasında tüm dünyada yaşanan inanılmaz kâbuslar sahneye farklı bir anlam kattı. 

Pandemi dönemini eski günlerini arayan bir emekçi kenti olan Glasgow’da geçirmişsiniz. Bu dönemi kişisel olarak nasıl geçirdiniz? Dünya hâline dair daha önce fark etmediğiniz ve bu süreçte görünür olan şeyler oldu mu? İzolasyon sanatsal üretiminizi nasıl etkiledi?
Glasgow’a üniversiteden bir arkadaşımın davetiyle, “bir ayağım İstanbul’da olacak” diyerek gelmiştim. Ama salgın yüzünden altı aydır bulunduğum semtten bile nadiren çıktım. Mart başından beri toplu taşıt kullanmadım, dışarıdan yemek yemedim. Yürüme mesafesi dışında bir yere gitmedim. Olağanüstü duruma alışıp, ilk günlerin panik ve endişesi geçtikten sonra bir yapımcı arkadaşla Bana Göre Kıyamet romanımdan bir uyarlama geliştirmeye çalıştık. Henüz akıbeti belirsiz. İlk filmini çekecek bir arkadaşım için yeni bir senaryo yazıyorum. Bir de kendim için Glasgow’da bir Türk kadının macerasını anlatan İngilizce bir uzun metraj yazıyorum, şimdiki büyük hayalim onu buranın olanaklarıyla çekebilmek. Henüz üniversiteden birkaç tanıdık dışında kimseyle bağlantım yok ama umudum var.  Vakit bol olunca sürekli desenler çizdim, çiziyorum. Baharda Istanbul Concept’te yeni bir sergi yapacağız, her şey yolunda giderse. Bir yandan da çevrimiçi atölyeler yaptım. Yüz yüze çok az insan gördüm ama bilgisayar başında, atölye katılımcılarıyla uzun sohbetler ettik. Kendi küçük dünyam çok az değişti ama dışarının hâli internette karşılaştığım, Gramsci’nin ünlü sözünü hatırlatıyor (Zizek’in serbest çevirisiyle): “Eski dünya ölüyor. Yeni dünya doğamıyor. Şimdi canavarlar zamanı.”

 
 
ÖNCEKİ Christopher Nolan, kuantum, beklentiler: Tenet SONRAKİ Aklımdakiler: Levan Akin
Bu yazıyı paylaş