Bir Berlin seyahatinden sahneler ve eski efsaneler

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Bir Berlin seyahatinden sahneler ve eski efsaneler

Yazı: Yeşim Tabak
ÖNCEKİ Red Bull Music Academy Radio Festival rehberi SONRAKİ Dijital veri ve ederi: Streaming ve ötesi

Kadınlar için uluslararası bir network olarak işleyen female:pressure’ın düzenlediği, ses teknisyeninden organizatörüne, katkıda bulunan herkesin kadın olduğu Perspectives Festival için Berlin’e giden Yeşim Tabak’ın kaleminden izlenimler; buram buram Berlin, inşaat ve “kızlar” kokulu bir yazı…

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

“Burası en iyi nokta.”
“Pardon?..”
“Havaalanındaki her yeri denedim; internet en iyi burada çekiyor.”

Uçaktan yeni inmiş, acil bir e-mail trafiğine kaldığı yerden devam etmeye çalışıyordum ki, küçük bir sohbete davet edilmekteyim. Polonyalı, eski Katolik / yeni Müslüman, henüz alışamadığı başörtüsünü sık sık düzelten genç kadın, Türkiye’den geldiğimi öğrenince çok seviniyor. Altı yaşında bir çocuğa “Disneyland’de yaşıyorum,” deseniz, bu kadar olur. Bir “İslam ülkesi”nde yaşamanın bütün egzotik avantajlarını, bana sorabilir artık!... Kendisine durumu kısaca açıklayıp, “iyi günler” diliyorum. Yollarımızı ayırdığımız esnada, birkaç adet kaçak saç telini, başörtüsünün içine doğru ittiriyor.

“Ding dong dong! ...bitte nach Ausgang Nummer B-siebenund..”

Berlin’e güneşli bir günde geldiğimi hiç hatırlamıyorum. Gökyüzündeki bu gri kayıtsızlık, bilakis son derece aşina. Avrupa’nın diğer turistik metropollerinden büyük bir farkı var Berlin’in. İlk bakışta baştan çıkarıcı ya da vaatlerle dolu görünmüyor. Burası biraz da, “sen ne çıkarırsan, o.” Ve daima inşaat hâlinde.

“İnşaat var!”
Bir zamanların Doğu Almanya’sının resmî şeref caddesi Frankfurter Allee’de bavulumu sürüklerken, onurlu/gururlu işçi heykellerinin arkasında devasa vinçler dönüyor. Yeni binalar, ve daha zengin yeni kiracılar için hazırlık. Berlin’in bu yakasının mutenalaşması sona ermiş değil. Ama kentsel dönüşüm henüz o kadar da zalimleşmedi buralarda. Sosyalizmin şanı yürüsün diye inşa edilmiş dev bloklarda oturma hakkını koruyan, eski Doğu Almanya vatandaşı birkaç ihtiyar çift varmış hâlâ; öyle diyorlar. Beri yandan, “Stalinist mimari”nin restorasyonu da hızla sürmekte. İnşaat iskelesinin altından geçerken, bu bloklar için çekilmiş o tuhaf emlak reklamını hatırlıyorum: Siyah-beyaz, kasvetli bir Soğuk Savaş filmi gibi başlayan hikâye, rengârenk sportif giysiler içinde bir arkadaşın i-pod’u ve bisikletiyle bugünkü Berlin’e açılmasıyla devam eder... İşte ben de, bir haftalığına o arkadaş olmak istiyorum. Ütopik/distopik bir halk ayaklanmasının gerçeküstü etkileri ve evde tadilat/ustalar vs. ile geçen bir yazdan sonra, Myra (Davies) ve Heike’nin (Mühlhaus) yepyeni dairesinde, konforlu bir hafta… Derken: Bavulumla birlikte, yine bir inşa alanının ortasındayız. Heike küvetin montajıyla uğraşıyor; Myra, komutlarını şimdilik pek kaale almayan ultra-modern ocakla tartışmakta; inşaat iskelesindeki işçiler, tam bizim pencerenin yanındaki “Stalin fayansları”nı söküp takmakla meşgul.

Heike, Myra’nın Gudrun Gut’la birlikte yaptığı bir şarkının, “Beach”in kahramanı. Üzücü bir hikâyeyi anlatıyor şarkı. Kendine mükemmel bir ev yaptıktan sonra bunu kutlamak için Hawaii’ye giden, döndüğünde ise evinin yanmakta olduğunu gören bir iç mekân tasarımcısı hakkında. Heike’yi şu an yere yatmış halde büyük bir ustalıkla matkabı kullanırken izliyorum. (Myra'yla Gudrun’un bir başka parçasından: “Her kızın kendine ait bir matkaba ihtiyacı vardır.”) Mutfaktaki mozaik masayı da, elleriyle yapmış; fetiş objeler ürettiği 80’lerden kalma. Heike, dokunarak, el emeğiyle yapılan işlerin erbabı, Myra ise bir kelime insanı. Onun işi yaşantıları hikâyeye, şiire dönüştürmek; farklı hikâyeler arasındaki bağlantıları bulup hayatı yorumlamak. Müzikler, Gudrun’dan. Birlikte yaptıkları dört albümde, deneysel elektronik müzik, şairane olmaya çalışmadan şiirsel tınlayan, cool bir şehir hikâyeciliğinin soundtrack’i. Bu kadınları bir araya getirense, 1980’ler sonu Berlin.

80’lerde Berlin ve “kızlar”
“Hukuk ve sanat tarihi okumuştum; galerilerde çalışıyordum ve pop kültürüyle en ufak bir alakam yoktu. Üst-orta sınıf bir banliyöde büyümüş, Kanadalı geleneksel bir entelektüeldim.” Myra buna rağmen, en ele avuca sığmaz zamanlarındaki Einstürzende Neubauten’ı (EN), sanat yapımcılığını üstlendiği Dünya Fuarı - Expo ‘86 için Vancouver’a davet etmenin iyi bir fikir olacağını düşünmüş. Amerikalı bir rock müzik organizatörü, uyarmış: “Ekipmanını mahvedecek; binayı aşağı indirecekler.” Myra böylece doğru yolda olduğuna iyice emin olarak, grubu rezervasyon sistemine kaydetmiş.

Sahnede “hoparlör kuleleri”, metal plakalar, makineler, borular, alevler, şarkı söyleyişi disiplinli bir öfkeyle konuşmaya benzeyen, teatral bir solist (Blixa Bargeld)… Romantik bir yıkım operası, veya punk’ın anarşisine karışmış Alman romantizmi. Tüm bunlarla ilgili ilk kişisel anımı, yeniyetmelik yıllarında bir indie müzik dergisinde okuduğum bir makale oluşturuyor (“Oğlum, endüstriyel müzik diye bir şey varmış…”). EN’yi ilk kez canlı olarak izlediğim İstanbul konseri (2004), sahiden harikaydı evet, ama grubun kendisi ve konsepti çoktan bir çeşit kuruma dönüşmüştü. Üstelik Herr Bargeld lateks giysileri geride bırakarak takım elbise çağına gelmişti bile. Myra gibi ‘68 kuşağından bir Kuzey Amerikalı için, olaylar tazeyken gerçekleşen bu ilk karşılaşmanın hissedilen şiddeti bambaşka olmuş: “Buna performans denemezdi. Orada bir gerçeklik ortaya çıkıyordu. Wagner operası gibiydi. Bir sonik saldırıydı, gerçekleşen. Gürültüyü etinizde hissediyordunuz. Kovulacağımı düşündüm, ama umurumda değildi.”

Myra kovulmadığı gibi, ücretini artırıp gelecek yılın Expo’su için de teklif almış. Grup elemanlarıyla muhabbetinin ilerlemesi sonucunda da, birkaç yıl sonra kendini Berlin’de bulmuş. Hem Heike, hem de Gudrun, o dönemde EN’nin çevresinde tanıştığı yeraltı dostları. Endüstriyel bir distopya manzarasında “kıyamet sonrası özgürlük”ün yaşandığı Batı Berlin’in, Myra’da bıraktığı ilk izlenim şu olmuş: “Fena biçimde romantik”. Sert, kırılmaz ve mümkünse düşmanca görünmenin her şeyden önemli olduğu Berlin punk çevresinin kültürel kodlarına alışması biraz zamanını aldıysa da, romantik bireyciliği ve o yıllarda taşıdığı öfke sayesinde, Duvar’ın gölgesindeki karanlık şehre uyum sağlamış. EN’nin endüstriyel sahne ekipmanı, Gudrun’un ilk gruplarından Malaria!’nın primitif bir estetikle dışa vurduğu meydan okuma, Nick Cave ve (o zamanlar Blixa Bargeld’in gitar çaldığı) Bad Seeds’in mıknatıs gibi kendine çeken uğursuzluğu, hepsi, dönemin Batı Berlin’inden “sosyal gerçekçi” yansımalar. Müzik tarzlarının ne o zaman, ne de şimdilerde, fazlaca benzeştiği söylenemez. Ama önemli bir ortak noktaları var: 80’li yıllara ait efsanelere tutunmayıp, sanatçı olarak sahici anlamda “çalışmaya” devam etmiş olmaları. Belki de bu yüzden, üretimleri yeni kuşaklar için de cazip kalmaya devam ediyor. “Batı Berlinliler”, yaşlanmayıp olgunlaşanlar.

Gençlikteki öfkelerini, kine dönüşmeden hayatın içinde eritmişler. Yine de “kızlar”, o dönemde müzik piyasasında kadın olmanın güçlüklerini, kadın sanatçıların çoğu kez dayanışma ve işbirliği koşullarından uzak kaldığını unutmuş değiller. Özellikle Gudrun, kadın müzisyenleri teşvik eden birçok oluşumun kurucusu veya destekçisi. Bu akşam da onlardan biri var: Ses teknisyeninden organizatörüne, katkıda bulunan herkesin kadın olduğu Perspectives Festival. Elektronik müzik alanında üretim yapan (besteci, DJ, menajer…) kadınlar için uluslararası bir network olarak işleyen female:pressure’ın düzenlediği festival, about:blank diye bir kulüpte. Ama ben neredeyim?.. Berlin’de bazen en kolayı, gördüğün ilk dönerciye girip yol sormak. Gerçi kimisi alınıyor, pat diye Türkçe konuşunca. Adamın topluma entegrasyonunda bir anlık kesinti yaratıyor olmalı: dilbilimsel bir azınlık psikolojisinin geri geldiği an! Bazen de, dönercinin Türk olmadığı gerçeği… Durumu Almanca iletiyor:

“Türkçe bilmiyorum ben; biz Kürt’üz. Uzun yıllardır burada olduğumuz için Türkiye’dekiler gibi asimile olmadık.”

Benim “entegre olmayan Türk” kafasını bırakıp Almancaya geçiş yapmamla, iletişim kurmayı başarıyoruz. about:blank de hemen şurasıymış zaten… Tipik bir Berlin kulübü. Hafif leş. Dekor namına pek bir şey yok içeride. İşlevsel olan, dekorun kendisi. Pütürlü duvarlarda, yılların broşürleri üst üste binmiş.

Bu festivale ilham veren, ya da “yol açan” şey, istatistiki bir çalışma: Elektronik müzik festivallerinde yer alan sanatçılar arasında kadınların oranı, yüzde 10’dan ibaret. Böylece şöyle bir program çıkmış ortaya: Durumun niye böyle olduğuna veya nasıl aşılabileceğine dair paneller, birkaç atölye ve sunum, 30’u aşkın canlı performans. Konukların kimisi yılların erbabı, kimisi yeraltında yeni yeni yol alan isimler: Ada, Acid Maria, Gudrun Gut, (female:pressure’ın kilit isimlerinden) Electric Indigo, Chica Paula, (manyak!) Pilocka Krach, DJ İpek, Kaltes, Audrey Chen, Sarah Farina…

Image


Image

Image
Image
Image

İçeri girdiğimde, bahçede booker’ların (festivale katılımcı bulan acenteler) paneli var. Hangi kriterle seçim yapıyorlar? Pozitif ayrımcılık diye bir şeye gerek var mı? Yoksa sadece ayrımcılığı ortadan kaldırmak kâfi mi? Basın tüm bunların neresinde?.. gibi sorular. Erkek booker’lardan birinin, “Ben kaliteye önem veririm. Üzgünüm ama bu anlamda kadın sanatçı bulmak zor” minvalinde bir açıklama yapması, hiç de hoş karşılanmıyor. Bu yorumuyla, seyirciler arasındaki en agresif kadını kışkırtmayı başardı (Şu an ağzının payını almakta…). Sanatçılar panelinde, erkeklerle işbirliğine dair deneyimlerden, sahneye çıkarken süslenmek ya da doğal görünmek gibi tercihlerin etkilerine varıncaya dek, bu camiada kadın olmakla ilgili türlü başlık gündeme geliyor. Tabiî asıl sözü, az sonra birkaç sahnede birden başlayacak canlı performanslar söyleyecek.

Neşeli, dostane bir işbirliği havası hâkim. Ve uluslararası kavramının hakkını kesinlikle veren bir karma söz konusu. Herkes bir yerden… Berlin’de yaşayan Belçikalı DJ/producer Kaltes, İstanbul’u iyi tanıyor; Beyoğlu’nda Beat’te etkinlikler düzenliyormuş zaman zaman. Geçen Haziran’da, İstanbullularla birlikte polisin biber gazını da, Gezi ruhunu da bolca tatmış… Şaşırtıcı biçimde, seyircilerin yarısına yakını erkek. Zaten içerisi doldukça (giderek tıklım tıklım) ve müzik ısınmaya başladıkça, cinsiyete dayalı ayrımcılık gibi sorunlar tamamen geride kalıyor. Gudrun Gut’un sahneye çıkışı, kalabalığın iyice yoğunlaşıp gecenin gerçek anlamda partiye dönüşmeye başladığı an. Son albümü Wildlife’tan “Mond”, perdeye yansıyan videodaki Dolunay’ın etrafında topluyor seyirciyi. Ve ertesi gün öğlene dek sürecek, nefis bir Berlin kulüp gecesi yaşanıyor. İşte bu anlamda çok başarılı geçen bir organizasyon. Teoride verdiği mesaja, uygulamada ikna etmekte hiç güçlük çekmiyor.

Mutti, Baba ve melekler
“Merkel’in vizyonu yok. O bir fizikçi; herkesi kendi işini nasıl biliyorsa öyle yapmaya bırakıp sadece ekonomiyi yönetiyor. Ülkeyi götürmek istediği bir yer, heyecan verici bir gelecek hayali yok. Bu yüzden ‘Mutti’ diyorlar ona. Tek yaptığı, koruyucu bir anne gibi olanı muhafaza etmek.”

Oranienstrasse’de eleştirmen dostum Rüdiger’i (Suchsland) dinlerken, caddenin karşı tarafında yan yana dizilmiş Türk unsurlara bakıyorum: Berlin Türk Ülkü Ocağı ve Ertuğrul Gazi Camii…

“Herkes kendi hâline bırakıyor demek.. Bence iyi. ‘Mutti’yi bize yollayın, size ‘Baba’mızı gönderelim. Onun bir sürü heyecan verici bir projesi var. Size yepyeni bir Almanya kurar. Hattâ isterseniz, eskisini! Mesela Berlin Duvarı’nı yeniden inşa ettiğinizi düşünsene…”

Rüdiger de bu aralar bir çeşit “baba” figürüyle yakından ilgili aslında. Alman toplumunun Hitler diktasına uzanan yolda hangi duraklardan geçtiğini, dışavurumcu sessiz Alman sineması ve akımın romantizmle bağları üzerinden anlatan bir belgeseli tamamlamak üzere. Beni öyle bir restorana götürüyor ki, belgeselin konu ettiği Weimar yıllarına ışınlanıyoruz. Büyülü bir yer… Diener. İçeride zaman durmuş denebilir. 1920’lerden bu yana, sadece eskiyen masa örtülerini değiştirmiş olmalılar. Mekânı 50’lerde ağır sıklet boks şampiyonu Franz Diener satın almış; adını ondan alıyor. O dönemde epey popüler olan sahibi sayesinde, ünlü sanatçıların uğrak yeri olmuş ki, pek çoğunun fotoğrafı duvarda çerçeveli olarak duruyor zaten. Şu köşedeki yaşlı çift, son kırk yıldır buraya takılıyor olabilir. İçeride müzik yok. Küçük ahşap masalar, loş ışıklı aplikler, ve havada öylece asılı kalmış anılar. Fassbinder, modernizm heyecanıyla sefaletin birbirine karıştığı Weimar yıllarında geçen destansı filmi Berlin Alexanderplatz’ı (1980) çektiği dönemde, bu sokakta oturuyormuş. Film ekibini de kendisi gibi Diener müdavimi hâline getirmesi zor olmamış. Barın hemen üzerindeki duvar resmi… İki boksör, vahşî bir maçta. Biri diğerinin boğazına yapışmış. Tıpkı Berlin Alexanderplatz’ın (homo-erotik) final sahnesindeki gibi. Fassbinder, belli ki barda oturup bu duvara bakarak sarhoş olduğu gecelerde tasarlamış filmi.

Şu yan masadaki Meret Becker değil mi? Evet, o. Dark cabaret’nin zarif yıldızını, Spielberg’in Münich’inden (2005) beri görmemiştim. Yanında da, aktris annesi Monika Hansen. Ah, şimdi hatırladım!.. Onlar için yas günleri. Hansen’in kocası, Becker’in üvey babası ünlü aktör Otto Sander öleli, sadece birkaç gün oluyor. Neredeyse her gün içermiş burada. Wim Wenders’in Himmel über Berlin’indeki (1987) meleklerden biriydi Sander. Filmin en parlak sahnelerinden birinde, Nick Cave and the Bad Seeds dehşetengiz bir konser verirken, acı çeken ama yine de aydınlık bir yüzle grubun arasında dolaşıyordu. Genç Nick Cave onu görmeden yanından geçti; “From Her to Eternity”yi nefret ve tutkuyla haykırmak üzere mikrofonu eline aldı: “I wanna tell ya about a girl…”

Başınıza ne alırdınız?
Son kertede: Girls are girls. Ama her şehirde, nesnelerle kurdukları ilişki farklı tabiî. Gudrun ve Antye Greie’nin, Baustelle (İnşaat Alanı) albümünün kitapçığında başlarında baretle görüldükleri fotoğraf mesela… Güzel bir konsept çalışmasının ürünü. Geçen yaz İstanbul sokaklarında binlerce kişinin aynı bareti başka bir “konsept”te, yani gaz fişeğinden korunma amacıyla değerlendirmesi, “toplum inşası”nı hangi boyutta yaşadığımızı iyi özetleyen bir manzara oldu benim için. Myra sağ olsun, İstanbul’da lâzım olur diye ucuza bulmuşken bir sokak tezgahından aldığım “vintage” gaz maskesini de, derhal bir kavramsal sanat unsuruna dönüştürdü: “İnanamıyorum, nereden buldun bu maskeyi?.. The Bug (Böcek) diye bir tiyatro oyunu yazıyorum bu aralar ve böcek kostümü olarak aradığım şey tam olarak buydu.”

Bu II. Dünya Savaşı maskelerinin tasarımı bir harika gerçekten; bütün başı kaplıyor. Hem de tek bir saç teli bile dışarı sızamaz içinden. Müslüman kadınlar için de ideal yani. Havaalanında tanıştığım Polonyalı kadın görse, eminim o da çok beğenirdi. Diyorum ya, “girls are girls”.

Eylül 2013
Image

 
ÖNCEKİ Red Bull Music Academy Radio Festival rehberi SONRAKİ Dijital veri ve ederi: Streaming ve ötesi
Bu yazıyı paylaş