Ankara doğumlu araştırmacı, yazar ve sanatçı C.M Kösemen’in yeni solo sergisi Dışarıdan Gelen 23 Eylül’de Bina/Bant Mag Havuz’da açılıyor. Resmin yanısıra zooloji, paleontoloji, tarih ve mistisizm gibi alanlarla ilgilenen ve araştırma kitapları yazan Kösemen’le yeni sergi, çalışma teknikleri, çok yönlü üretim ve işlevsiz karamsarlık üzerine sohbet ettik.
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Sergi geçmişine baktığımızda ciddi anlamda üretken bir sanatçı olduğunu görüyoruz. Katıldığın karma sergilerin yanı sıra son yıllarda solo sergilerin de ivme kazanarak artıyor. Üretimin resimle sınırlı değil ancak diğer alanlara az sonra geleceğiz. İlk olarak resim alanında bu üretici enerjiyi nasıl beslediğini ve sürdürdüğünü merak ediyorum?
Öncelikle bu sergi ve röportaj için size, tüm Bant Mag. ve Bina ekibine teşekkür ediyorum. Uzun süreden sonra İstanbul’da açtığım ilk kişisel sergi olacak. Daha önceki sergilerim Ankara ve Tel Aviv’deydi.
Çok üretken olduğumu insanlardan duymak beni memnun ediyor. Yine de bu çalışma temposunun benim için “vaka-i adiyeden” olduğunu itiraf etmeliyim. Büyük çabalar sonucu, zamanımın çoğunu kendi istediğim şeylere ayırabileceğim bir hayat düzeni kurdum. Bunun hakkını vermek için oldukça sistemli, “sabah 9 akşam 6” temposunda, durmadan çalışıyorum. Yaşam çok kısa, sevdiğim bir şeyle uğraşınca insanın başka bir enerji kaynağına ihtiyacı olmuyor.
Sergilerinin arasında bir diyalog var mı, birbirleriyle konuşan, birbirlerinin devamını getiren konsept ve fikirlerle mi ilerliyorsun? Yoksa bir sergiyle bir fikri tüketiyor ve yeni bir fikirle yeni bir sayfa mı açıyorsun?
Resim yapmanın en sevdiğim tarafı, “konsept”, “fikir” gibi hiçbir kaygı duymadan çalışabilmem. Yaptığım diğer işlerde bu kadar az düşünme fırsatım olmuyor. Resimlerimin neredeyse hepsini doğaçlama yapıyorum. Bir araya koyunca, ortak yönleri izleyicinin kafasında belli bir “çatı fikir” algısı yaratıyor olabilir. Ama sergilerimi hazırlarken belli bir tema ya da fikir hakkında düşünmüyorum. Sadece belli bir dönem yaptığım resimlerin uygun olanlarını seçip izleyicilerimin karşısına koyuyorum. Tabii ki normal hayatta ilgilendiğim konular, merak ettiğim şekiller bu seçkinin içinde bir şekilde kendilerini görünür kılıyor olmalı.
Bina / Bant Mag. Havuz’da gerçekleşecek yeni sergin Dışarıdan Gelen, Amerikalı filozof, tarihçi ve sosyolog Lewis Mumford’dan bir alıntıyı merkeze alıyor. Güzellik ve gizemin peşine düşülmeden geçen günlerin yoksulluğundan, böyle günlerin birikimi durumundaysa insan hayatının bildiğimiz şekliyle sonunun geleceğinden bahseden bir alıntı. Dünya genelinde de Türkiye özelinde de estetik ve gizemin günlük yaşamdaki önceliğini giderek kaybettiği, “yoksul” zamanlardan geçiyoruz. Böyle dönemlerde güzelliği ve gizemi unutmamak için neler yapılabilir? Daha doğrusu sen neler yapıyorsun bu dürtüyü kaybetmemek için?
Türkiye’nin geleceği on, yirmi ya da elli yıl öncesinden daha karamsar değil. Karamsar bir atmosfer arıyorsak, Türkiye’den “tası tarağı toplayıp gitmek isteyen” insanların gözünü diktiği ABD’de, İngiltere’de, İspanya’da yaşayıp aynı kötümserlikle ülkelerinin “böyle bir dönemden” geçtiğini düşünenler var. Onları ne yapacağız?
Dünya çok daha kötü zamanları atlattı. Picasso, Dali, Max Ernst gibi sanatçıların kuşağı, iki tane dünya savaşını gördü. Sevdiğim sürrealistlerden biri; Arik Brauer, Holokost’tan çıkıp ressam oluyor, hayata dört elle sarılıyor. Bu günler de geçecek. Nasıl geçirmek istiyoruz? “Ah, vah, zulüm altındayız!” Veryansın ederek mi?
Lewis Mumford’un en büyük endişesi “her şeyin çok hızlı, çok efektif, çok planlı, mantıklı, makul bir şekilde” gerçekleştiği mekanize bir dünya olmuştur. Çirkinliğin artması (ve gizem hissinin tükenmesi) bunun kökü değil, meyvesidir. Günümüzün korkularıysa tam aksine; daha hızlı, daha efektif, daha organize, daha düzgün, daha tahmin edilebilir olamama; Türkiye içinse bunları daha cici yapan (ya da yapıyormuş gibi kıvıran) toplumlara benzeyememe ihtimalinden doğuyor. Çoğunluğu kozmetik; gerçek yapısal sorunları tamamen ıska geçen endişeler.
Karamsarlığa ve “dünyanın sonu” hissine hiçbir zaman kapılmadım. Gelecek hakkındaki endişelerimi, siyasi görüşlerimi resimlerime meze etmiyorum. Kötü ve iyi olaylar her zaman olacak. Geleceğe korkmadan bakarsak Lewis Mumford’un bahsettiği büyülü anları daha kolay keşfedebiliriz, kopacak fırtınadan sonra yeni ve tutarlı vizyonlar ortaya koyabiliriz.
Dışarıdan Gelen, izleyiciyi senin bilinçaltında bir gezintiye çıkarma vaadini taşıyan; insanı, hayvanları ve doğayı hayal gücü ve doğaüstünün esrarıyla dönüştüren resimlerden oluşuyor. Sen aynı zamanda eskiz ve deneme yapmadan, tablolarını tek seferde yaratıyorsun. Serginin içeriği ile çalışma tekniğin arasındaki ilişkiyi biraz anlatabilir misin?
Yukarıda anlattığım gibi doğaçlama çalışıyor ve belli bir zaman içinde yaptığım resimlerin en uygunlarından bir seçkiyi izleyicilerin karşısına çıkarıyorum. İnsanların bu tablolar arasında gezinerek kendi hikayelerini kurgulamaları, bulutlarda şekil görür gibi kendi anlamlarını çıkarmaları hoşuma gidiyor.
“GERÇEK DÜNYA, DÜŞLER ALEMİNİN PAYANDASI. NE KADAR MERAKLI OLURSAK O KADAR ÇOK ÖĞRENİRİZ, NE KADAR ÇOK BİLİRSEK HAYAL GÜCÜMÜZ O KADAR ZENGİN GİBİ GÖRÜNÜR."
Bilinçaltınla nasıl bir ilişki içindesin? Ne kadar sık rüya görürsün ve bu rüyaları ne derecede hatırlarsın? Gündüz düşleri de gören bir insan mısın örneğin?
Bu soruya sıkıcı bir yanıt vereceğim. Bilinçaltının abartılmış bir ilham kaynağı olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de bu konulara yoğun bir ilgi var – Jung’un teorileri, “toplumsal bilinç,” halüsinasyonlar, psikozlar, ruhlar ve uhrevi referanslar havalarda uçuşuyor. Biraz kazıyınca şark tipi bulanık mistisizmin makyajlı bir hali olduğunu görüyoruz. Dert aynı: “Ya bu hayatın ötesinde fantastik bir şeyler varsa? [Ve o şeylerin fantastik düzeninde benim çok özel bir yerim varsa?]
Gerçi son altı yıldır rüyalarımı kaydediyorum – ama belki de kayıt tuttuğum için – normal hayatta araştırdığım konulardan daha ilginç bir şey göremedim. Sürekli sürüngenler, garip kadınlar, ilginç hayvanlar, ailem... 30’lu yaşlarında bir adamın düşünebileceği sıradan şeyler. Kuru bir rasyonalist değilim ama olağanüstü iddialar için olağanüstü kanıtlar lazım. Belki bütün bu mistik olayların gerçekten gerçeküstü (!) bir kökeni vardır; ama mantık, bilgi ve sebatkârlık olmadan bilinçaltı insanı hiçbir yere götürmüyor.
Hayal gücüne dayanan resimlerinin yanı sıra araştırmacı ve yazar bir kimliğin var. Zooloji, paleontoloji, tarih ve mistisizm gibi alanlarla ilgileniyor, bu alanlarda araştırmalar yapıyorsun. Bilimsel araştırmalar ve hayal gücünden beslenen üretim arasında senin için nasıl bir ilişki var?
“Hayal gücü” insanın bildiği farklı konular arasında köprüler kurmasıyla büyüyor. Bilgi dağarcığımız ne kadar geniş olursa hayal gücümüz de o kadar genişliyor. Bu yüzden arada doğrudan bir ilişki var. Gerçek dünya, düşler aleminin payandası. Ne kadar meraklı olursak o kadar çok öğreniriz, ne kadar çok bilirsek hayal gücümüz o kadar zengin gibi görünür.
2014’te yayınladığın Osman Hasan and the Tombstone Photographs of the Dönmes isimli kitabın uluslararası ölçekte ilgi gördü, özellikle kütüphaneler, araştırma enstitüleri ve üniversite gibi kurumların ilgi gösterdiği bir araştırma kitabıydı. Bu aralar üzerinde çalıştığın yeni kitap fikirleri ve araştırmalar var mı?
Bir yandan bu tarz görsel tarih araştırmalarına devam ediyorum. Herhalde sadece resimle ya da sadece bu tarz araştırmalarla uğraşsam çok tekdüze bir hayatım olurdu, yaşamanın hakkını veremezdim. Çok uzun soluklu bir çaba, bu yüzden yeni çalışmalar tamamlanana kadar kimseye haber vermiyorum.
Araştırmaların, resim, illüstrasyonlar ve makalelerin yanısıra, daha gündelik maceralarını ve meraklarını paylaştığın bir blog ve bir YouTube kanalı söz konusu. Kedi videoları, selfieler, beğeniler ve nefret söylemleriyle tüketilen sosyal mecrada senin için nasıl olasılıklar söz konusu?
İnternet herkese anında iletişim imkânı veriyor. Bu yüzden ucuz, bayağı ya da “anlık” işler için kullanılması normal. İnternetin “nefret söylemiyle dolduğu” yanılgısı da buradan geliyor, eskiden nefesinin altından mırıldanan insan şimdi düşüncelerini naklen yayınlayabiliyor. O yüzde doksanlık “çöp” olmasa, aradaki yüzde onluk düzgün içerik de olmaz. Hepsi bir bütün, umursamamak lazım.
Yazık ki Türkçe internet dünyasının parya dili haline geldi; ben İngilizce bildiğim için şanslıydım, YouTube kanalımı ve bloğumu bu dilde hazırlıyor; benim gibi ilginç konulara meraklı takipçi ve arkadaşlarımla paylaşıyorum.