Yönetmen Pelin Esmer’le buluştuk ve kendisinden 36. İstanbul Film Festivali’nden FIPRESCI Ödülüyle ayrılan, 27 Ekim’de vizyona girecek, senaryosunu Barış Bıçakçı’yla yazdığı son filmi İşe Yarar Bir Şey’i dinledik.
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Filmin senaryosunu Barış Bıçakçı ile birlikte yazmışsınız. Nasıl bir araya geldiniz? Senaryoyu bir edebiyatçıyla yazmak ne açılardan farklıydı?
Barış’la hazin bir şekilde, sevgili Seyfi Teoman’ı kaybetmeden az önce, hastane nöbetlerinden birinde tanıştık. İlk tanıştığımızda ne ben onun kitaplarını okumuştum ne de o benim filmlerimi izlemişti. Sonra sohbetlerimiz devam etti, o sırada ben onun kitaplarını okudum, o benim filmlerimi izledi. Bir gün bana telefon edip “şehirli şair bir kadınla ilgili beraber bir senaryo yazalım mı” diye sordu. Daha önce senaryoları hep yalnız yazdığımdan, çekincelerim vardı. Biriyle birlikte yazmak fikir olarak ilk başta zor göründü. Ama çalışmaya başlayınca o endişeler hızla ortadan kalktı. Başta ortada hiçbir hikâye yoktu, elimizde sadece şehirli şair bir kadın cümlesi vardı. İki sene boyunca o cümle uzadı, kısaldı, çoğaldı, çatallandı, çok farklı yollara girdi, çıktı ve sonunda İşe Yarar Bir Şey’e dönüştü. Yazarken sırayla şeytan avukatlığı rolünü acımasızca oynadık. Bir edebiyatçı olarak onun kelimelerle işleyen bir zihni var, benim içinse kelimeler görüntünün peşi sıra geliyor, kafamda bir şeyin görüntüsü canlanmadan kelimeler yerini bulamıyor. Dolayısıyla benim önce görsel işleyen zihnimle onun önce kelimelerle işleyen zihninin bir araya gelmesi çok işimize yaradı.
Filmdeki şiiri kim yazdı?
Şiiri Leyla karakteri için Barış yazdı. Leyla yazsa böyle bir şiir yazardı düşüncesiyle senaryonun bir parçası olarak kaleme aldı.
Filmde bazı edebi referanslar var. Biri Kjersti Skomsvold’un Hızlandıkça Azalıyorum kitabına bir gönderme. Biri Leyla ve Yavuz’un sohbetinde adı geçen Julio Cortázar. Bir de Leyla’ya Gülten Akın’ın Kırmızı Karanfil’ini okutuyorsunuz.
Yazarken kendimizi Leyla’nın yerine koyduk, bazen de Leyla’yı bizim yerimize. Haliyle bizim sevdiğimiz ve etkilendiğimiz yazarları Leyla’ya da sevdirdik. Gülten Akın, Barış’ın çok eskiden şahsen de tanıdığı ve şair olarak da çok önemsediği biri, keza benim için de öyle. Son kitabının sırf adı için bile senaryo yazabilirim, Beni Sorarsan…, ne güzel bir isim! Aslında şu an filmde olmasa da Didem Madak ve Füruğ gibi çok sevdiğimiz başka şairlerin de adı geçiyordu senaryoda. Yazarken hep yanı başımızda oldular. Kjersti Skomsvold’un Hızlandıkça Azalıyorum kitabındaki o cümleye takılmıştım, o da usulca senaryoda yerini buldu: “Ben turuncuyum ve hiçbir şey turuncuyla kafiyeli değil”. Leyla, ben turuncuyum ya da kimseyle kafiyeli değilim, demez de, yolculuk sırasında tren camından gördüğü pos bıyıklı bir adamın evinin camını turuncuya boyadığını görürse, ağzından böyle bir cümle düşüverir diye düşündük.
Cortázar… Gerçek ve gerçek dışı olanı müthiş bir maharetle birbirinin içinde öylesine güzel eritiyor ki… Benim için Cortázar’ın en cezbedici ve sihirli yanı bu. Gerçekçi olma endişesine kapılmadan, okura pekâlâ da gerçeküstü diyebileceğimiz bir anı ya da durumu öyle bir gerçeklik hissiyle geçiriyor ki, şaşakalıyor insan. Böyle bir yazar Yavuz’la Leyla’nın arasına girmezse olmazdı!
Leyla Yavuz’a arama eylemini sevmediğini, öteye bakmaktansa sağına soluna bakmayı tercih ettiğini söylüyor. Öte yandan Leyla aynı zamanda sürekli kafasında konuşuyor, daha sonra karşılaşacağı insanlarla diyaloğa giriyor, gideceği buluşmaları önceden hayal ediyor. Bu bir çelişki mi?
Bu kafada konuşma meselesi farklı boyutta ve biçimde de olsa herkeste biraz vardır diye düşünüyorum. Az sonra gideceğimiz buluşmada neler olacağını hayal etmeye çalışırız, belki bu hayale göre kendimize çeki düzen veririz, bir nevi içsel hazırlık yaparız. Bazen de bunu bir oyuna çeviririz, “Bakalım öyle mi olacak” diye kendi kendimize iddiaya girebiliriz. Leyla da biraz oyunbaz bir kadın. Bir yandan da Yavuz’un dediği gibi kendine daha güvenli bir alan sağlamak için de yapıyor olabilir bunu. Yaşanacakları önceden hayal etmek kimi zaman bir hazırlık kimi zaman bir oyun olabilir Leyla için.
“BENİM LEYLA GİBİ İKİ KİMLİĞİM OLMADI. ÇOK İSTEYEREK VE SEVEREK SOSYOLOJİ OKUDUM AMA SONUNDA SİNEMACI OLMAYI SEÇTİM. HEM SOSYOLOG HEM SİNEMACI OLUNABİLECEĞİNE İNANMIYORUM.”
Canan neden Yavuz’a gitmeyi kabul ediyor? Yavuz’un evindeki ilk gün sonrası Leyla’ya neden kızıyor?
Canan “Bu hayatta kalmak istemeyen birine yardım ediyorum, iyilik ediyorum” cümlesine sığınarak hayatını değiştirmek için bir adım atıyor. Kendini o şekilde ikna etmeye çalışıyor. Yavuz’u hiç tanımıyor olması durumu bir nebze kolaylaştırıcı bir faktör olabilir. Tabii bütün bunlara rağmen kendini ne kadar ikna edebilir? Yapacağı şey o kadar zor ki. O eve gidene kadar çok zor, girdikten sonrası bir ayrı zor. Bir şekilde gitti artık ama ertesi gün aynı şeyi bir kez daha yaşamaya gücü yok. Leyla’nın olaya dahliyle bazı şeyler kolaylaşıyor belki ama bazı şeyler de çetrefilleşiyor böyle işte.
Yavuz’un neden ölmeye karar verdiğini anlamak kolay ama ilk gün o kararından vazgeçişi nasıl oldu? Filmin sonunun muğlak olduğunu düşünüyor musunuz?
Filmin sonu yazarken de çekerken de hiç muğlak olmadı. Başından beri oldukça net benim için. Ama şunu söyleyebilirim, bu filmde bizim asıl mesele edindiğimiz şey “olay gerçekleşti mi, gerçekleşmedi mi” değildi. Elbette o bizim için de yazarken bir merak unsuruydu, yazarken kendi yanıtımızı verdik ama asıl bizi meşgul eden mesele bu değildi. Dolayısıyla filmi, izleyenlerin zihinlerinde iki ihtimalin de varlığına izin verecek bir görsel anlatımla bitirmek istedim. Böyle bir durumun içinde bulsak kendimizi ne yaparız ne hissederiz, o gün nasıl bir gün olurdu gibi “velev ki” soruları beni daha çok heyecanlandırdı. Dolayısıyla finalde olayın kendisini cisimleştirerek bu sorulardan rol çalmak istemem. Hiç beklemediği bir anda, hem de böylesine önemli bir günde, hayran olduğu insan evine gelirse, bu fırsatı değerlendir Yavuz diye düşünüyorum. Zaten bir acelesi ya da randevusu yok, bugün ya da yarın. Ama bunun sebebini farklı yorumlarla çeşitlendirebiliriz. Belki o günün üstüne, Yavuz bir gece daha uyumak, bir gün daha düşünmek istemiş de olabilir, bence düşünmüştür de. İşin heyecanlı tarafı filmden, bu sebepleri çoğaltabileceğimiz, çeşitlendirebileceğimiz, hatta çelişkilendirebileceğimiz sorular ve yanıtlarla cebi doldurup çıkmak.
Leyla avukat ama şiir kitapları yazıyor, Canan hemşire ama oyuncu olmak istiyor. Bu sizin için tanıdık bir his mi? Siz de sosyoloji okuyup sinemaya geçmişsiniz.
Benim Leyla gibi iki kimliğim olmadı. Çok isteyerek ve severek sosyoloji okudum ama sonunda sinemacı olmayı seçtim. Hem sosyolog hem sinemacı olunabileceğine inanmıyorum. İkisinin de derdi anlamaya çalışmak ama biri yanıt peşinde, diğeri soruları çoğaltma. Ama Leyla’nın durumu farklı, o hem avukat hem şair olmuş. Birbirine taban tabana zıt iki dünyanın ortasında kendine melez bir yaşam alanı oluşturup orada Leyla olarak barınabiliyor. Biz onun hayatındaki bu iki gün hariç yaşamının hiçbir anına şahit olmuyoruz gerçi ama, onu adliyede hayal ettiğimde, o koridorlardan şiiri sayesinde sıyırıp kendini sokağa attığını görebiliyorum. Canan için durum daha da farklı; olduğu yerden ve ufukta gördüğü gelecekten hoşnut değil, başka bir yerde, başka biri olarak hayatına devam etmek istiyor. Eder de tahminimce. Ama nasıl eder, o da başka bir filmin konusu.
Karga motifi çok baskın filmde. Kargaların tehlike sezdikleri yere bir daha hiç dönmediklerinden bahsediliyor.
Trende sadece bizim ve Leyla’nın yaşadığı bazı anları, bir şekilde Yavuz’un evine kadar taşımak, reel anlamda flashback yapmadan sadece anlık bir flashback hissi yaratmak istiyordum. Bir an için geriye gidip ama hemen şimdi olduğumuz yere dönmek gibi bir his. Leyla’nın grafitici çocukla yaşadığı o ana Yavuz şahit olmasa da bir şekilde o karga ona kadar ulaşsın istedim. Treni gerçekten son durağa kadar takip edebilecek bir şey düşündüm, en kolayından kuş geldi aklıma. Yavuz’un penceresine kadar gelebilecek bir kuş. Biraz inatçı olmalıydı. Yol uzun, uzun yola dayanıklı, temkinli ama gözü kara, Yavuz’la göz göze geldiğinde de onunla iletişim kurabilecek kadar akıllı bir kuş olmalıydı. Bir de öğrendim ki, emniyetsiz bulduğu bir yere bir daha asla gitmezmiş karga. Eh, Yavuz da çok tekinsiz bir adam değil bana göre. Böylece karga grafitiden çıkıp Yavuz’un penceresine kondu.
“BAŞINDAN BERİ YANSIMALARIN BU FİLMDE İÇ VE DIŞ DÜNYA ARASINDA GİDİŞ GELİŞLERE İYİ TERCÜMAN OLACAĞINI DÜŞÜNDÜM. HER ŞEY IŞIĞA VE ONUN ŞİDDETİNE BAĞLI SANKİ, SİNEMADA DA HAYATTA DA.”
Bir de sıkça ayna motifi görüyoruz, trende ve sokakta. Leyla aynı zamanda yansımalara bakmayı seven biri. Belki bu motif üzerinden filmin görselliğini de konuşabiliriz.
Bu filmin görsel dilini yansımalar üzerinden kurmaya senaryo aşamasında karar vermiştim. Görüntü yönetmenimiz Gökhan Tiryaki de bu fikri gerçekten çok şiirsel bir şekilde realize etti. Başından beri yansımaların bu filmde iç ve dış dünya arasında gidiş gelişlere iyi tercüman olacağını düşündüm. Her şey ışığa ve onun şiddetine bağlı sanki, sinemada da hayatta da. Bazen öyle kuvvetli bir ışık vuruyor ki yansıması cismin kendisinden bile daha gerçek görünüyor. Bazen hiç ışık yok, yansıyamıyoruz bile. Ortalama kuvvette bir ışığa maruz kaldığımızdaysa, yansımamız ile biz hep dip dibe. Bir ömür hangisi daha gerçek sorusu ile uğraşıyoruz. Ayrıca, görsel öğe olarak kullandığımız yansımalar aynı zamanda iç sesleri de beslesin istedim. Leyla’nın içinden geçen cümle ile dışa vurduğu cümleleri de bir nevi suret ve yansıma olarak duydum.
Yavuz da ölmeden önce aynaya bakmak istiyor.
“İnsan en son neyi görmek ister” sorusu için hayal ettiğimiz yanıttı o. İnsan son kertede hafızasında hangi imge kalsın ister?
Leyla’nın içiyle dışı arasındaki bağdan görsel olarak bahsettiniz. Leyla’nın iç sesini duyduğumuzda bir de müzik duyuyoruz, bir çello melodisi giriyor, daha sonra Yavuz’un evine gittiğimizde o çello cisimleşiyor.
Çello ve çellist baştan beri senaryoda vardı. Daha önce sadece “Oyun”da müzik kullanmıştım, Mazlum Çimen’in bestelediği parçaları. Çok da mutlu olmuştum. Diğer filmlerimde pek müzik yok, aslında çok da çekindiğim bir şeydi bu. Müzik olacaksa senaryo aşamasından dahil olmalı. Senaryoyu yazarken Leyla’nın iç sesine eşlik edecek bir müzik hayal ettim. Ama bu müzik sadece eşlikçi olmasın, senaryoda fonksiyonel bir işlevi de olacaksa filmde var olsun dedim. Leyla bir müzik hayal etsin ve o müzik bizi karga gibi Yavuz’un evine taşıyacak bir varlık olsun. Çellonun tınısının ve özellikle de bu parçanın Leyla’nın iç ve dış yolculuğuna iyi bir eşlikçi olacağını hissediyordum. O yüzden de bestelerini ve icrasını çok sevdiğim İzlandalı çellist Hildur Guðnadóttir’in “Strokur” parçasında karar kıldık.
Canan bir sahnede “İnsanlar ölümsüz olmak için neler yapmaz” diyor. Yavuz da örnek olarak kitap yazmayı ve film yapmayı veriyor. Film yapmak işe yarar bir şey mi sizce?
Ah bir bilsem! Bir gün evet, bir gün hayır yanıtını verdiğim bir soru bu. Ama sonunda evet. O yüzden film yapmaya devam ediyorum.