“Yaralı bir ruhla yaşadığımız kısa bir yolculuk”: Gürcan Keltek ve “Gulyabani”

Bu yazıyı paylaş
İçerik

“Yaralı bir ruhla yaşadığımız kısa bir yolculuk”: Gürcan Keltek ve “Gulyabani”


Röportaj: Yiğit Atılgan
ÖNCEKİ A yüzü B yüzü: Javier Bardem SONRAKİ Puslu travmalar atlası: “Sharp Objects”

Önce video klip, ardından sinema çalışmalarıyla tanıdığımız yönetmen Gürcan Keltek, yeni filmi Gulyabani’nin dünya prömiyerini Ağustos ayında, geçen sene Meteorlar filmiyle iki ödülle birden döndüğü Locarno Film Festivali’nde yaptı. Gulyabani, film ve belgesel işlerinde benzersiz bir anlatım yakalayan yönetmenin, İzmir’de 1970’li ve 1980’li yıllarda tanınmış bir müneccim olan Fethiye Sessiz’in hikâyesini, karakterin “içinden” anlattığı, yarı kurmaca bir belgesel. Gürcan Keltek’in yöntemleri, fikirleri ve duygularına yönelik anlatacaklarına kulak vermek de fazlaca kafa açıcı ve ilham verici. Sözü kendisine bırakıyoruz.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Image

Gulyabani çocukluğumdan çok iyi tanıdığım bu karakterden yola çıkarak yaptığım, bir yandan da bu zor karakteri anlamaya çalıştığım bir film.”

Giriş babında Gulyabani’nin konusundan kısaca bahsedebilir misiniz?
Gulyabani, İzmir’de benim kuşaktan belli bir kesimin gayet iyi bildiği bir müneccim olan Fethiye Sessiz’in hikâyesi. Fethiye ölülerle konuşabiliyor, geleceği ve geçmişi aynı anda görebiliyor ama bildiğimiz anlamda klasik bir müneccim karakteri değil. Mektuplar ve günlük notlarından inşa ederek yazdığım yarı kurmaca bir belgesel. Fethiye artık çıkamayacağı bir hastane yatağındayken film giderek yok olmaya başlayan hafızasında dolanıyor. Geçmişinde deneyimlediği anlar ve geleceğe ilişkin durugörüleri iç içe, onun yaşadığı zaman artık çizgisel düz akan bir şey değil. Gulyabani çocukluğumdan çok iyi tanıdığım bu karakterden yola çıkarak yaptığım, bir yandan da bu zor karakteri anlamaya çalıştığım bir film. Fethiye filmin “konuşan kafa”sı. Ama bu kez biz bu kafayı sadece duymuyoruz, içindeyiz.

Bir önceki filminiz Meteorlar, Güneydoğu’da o dönemde yaşananlara dair duyduğunuz merakın yarattığı aciliyetle ortaya çıkmıştı. Gulyabani’yi dürten ne oldu, 1980 darbesi etrafında şekillenen bir anlatı yaratmaya nasıl karar verdiniz?
Karakterin yaşadığı, genç kızlıktan zorla çıkarıldığı dönem tam da 1970’lerin sonu 1980’lerin başıydı. Bu tarihî fon kendiliğinden ordaydı yani. Diğer yandan baskıcı rejimleri oluşturan zihniyetin mantık dışıyla, doğaüstüyle, batıl itikatlarla olan tuhaf ilişkisiyle ilgili bir film yapmayı ne zamandır istiyordum. Fethiye karakterinde beni çeken, etrafında olup bitenleri sürekli izliyor, gözlüyor olması. Adeta zoraki bir tanıklık söz konusu. Onun gözünde bu dünyadan göçenler bir yere kaybolmuyor, oldukları yerde kalmaya devam ediyorlar. Askerî darbe gibi insanlığın tamamen komaya girdiği dönemlerde, hafızamız ve inanç sistemimizi belirleyen her şey kolektif olarak büyük bir bozulmaya uğruyor, sonrasında da susuyoruz. Fethiye’nin zihni susmuyor, her şeyi hatırlıyor, anlatıyor. Hatırlamanın nasıl bir şey olduğu, Gulyabani’nin arka planını oluşturan bu kontrast, bütün bu birbiriyle alakasız görünen ama tam da aynı anda gelişen olaylar zinciri filmi yapma isteğimle bağlantılı aslında. Batıl inançlara, doğaüstüne bir inancım yok ama insanların onlarla kurduğu tuhaf ruhani bağ bir sinemacı olarak çok ilgimi çekiyor.

Hafıza kavramı sinemanızın temel direklerinden biri. Gulyabani’nin başında anlatıcı “Anılar karanlığın içinde bir anda içimizde belirir ve onları kaçırmamak için ne kadar uğraşırsak uğraşalım banyo teknesinde fazla kalan resimler gibi hemen kararırlar” diyor. Hafızayı kayda almak sizin için sanatsal bir misyon halini aldı diyebilir miyiz?
Hafıza konusu değişik boyutlarıyla kafamı meşgul ediyor bu doğru, ama böyle bir misyonum olduğunu düşünmüyorum. Misyon gibi kelimelerden korkuyorum. Çünkü filmlerle, onların içindeki evrenle daha mahrem, karmaşık bir ilişkimiz var. Neden bu konuya yöneldiğimi ben de her zaman bilmiyorum. Belgesel formunun gerçekle ilişkisi çok katmanlı, o nedenle bu tarz seçimler kendi doğasıyla geliyor. Hafıza deyince bu bazen insanlara bir sinopsisteki süslü bir kelime gibi geliyor ama ben bunun son derece elzem olduğunu düşünüyorum. Yeterince tartışılmıyor. Hafıza konusuna eğilirken bu sorunu soyutlaştırarak bağlamından koparmamaya, mutlaka yaşamış olduğumuz, herkesin şu ya da bu şekilde hatırladığı bildiği fiziki koşullara dayanan filmler yapmaya çalışıyorum. Meteorlar, Gulyabani ve Koloni son derece fiziksel koşullara dayanan filmler ama aynı zamanda da değiller, önemli sayılabilecek bir kısmını da ben stilize bir şekilde kendim yeniden yazıyorum. Ya da uyduruyorum diyelim.

Image

“Darbe günleri ve sonrası ile ilgili en çok aklımda kalan şey sokağa çıkmanın bile tehlikeli olduğu geceler, bomboş sokaklar. İlkokuldaydım. İzmir’de o zamanlar Yunan televizyonu çekerdi, akşamüstleri müzik programları olurdu ve aynı program hafta boyunca tekrar ederdi. Magazine, Joy Division ve The Human League gibi grupları o karlı siyah beyaz televizyonda beş gün üst üste ilk kez orda duyduğumu çok net hatırlıyorum. Ne zaman o dönemi düşünsem o sesleri duyuyorum, hafıza çok tuhaf bir şey.”

Darbe gerçekleştiğinde çocuktunuz ancak o döneme ve sonrasına dair anılarınız olmalı. Aynı zamanda İzmirlisiniz ve İzmir’e çeşitli atıflar var filmde. Şahsi olarak filmin odağına aldığı ana mevzu sizde nereye oturuyor?
Çocukluğum İzmir Bayraklı’da geçti. Fethiye de orada yaşardı, çocukluğumdan tanıdığım bir figür o. Bayraklı İzmir körfezini birbirine bağlar o nedenle şehrin kilit bir noktasındadır. Yukarı mahalleleri ve orayı çevreleyen dağlar hem sağ sol çatışmalarının yoğun bir şekilde yaşandığı hem de Jandarma’ya ait büyük arazilerin bulunduğu bir bölgeydi o zamanlar. Olaysız bir gün geçmezdi. Menemen ve çevresini, Fethiye’nin kaçırıldığı Aliağa ve çevresini iyi bilirim. Tabii çocuksun, hiçbir şeye vakıf değilsin ve bunları sonradan algılıyorsun. Darbe günleri ve sonrası ile ilgili en çok aklımda kalan şey sokağa çıkmanın bile tehlikeli olduğu geceler, bomboş sokaklar. İlkokuldaydım. İzmir’de o zamanlar Yunan televizyonu çekerdi, akşamüstleri müzik programları olurdu ve aynı program hafta boyunca tekrar ederdi. Magazine, Joy Division ve The Human League gibi grupları o karlı siyah beyaz televizyonda beş gün üst üste ilk kez orda duyduğumu çok net hatırlıyorum. Ne zaman o dönemi düşünsem o sesleri duyuyorum, hafıza çok tuhaf bir şey. Sizden bağımsız çalışabiliyor. Siz kim olursanız olun, hayatın kendi işlettiği bir aklı var. Gulyabani hybrid bir belgesel olarak bir başkasının hikâyesini anlatıyor ama benim için filmdeki bütün öğeler son derece kişisel. Neden böyle tercihler yaptığımı anlatmak zor, ne yapsam kendinden büyük iddialı laflar sarf etmiş olacağım. Çocukluğumdan kalan, uzun zaman yarım yamalak bildiğim bir mevzuya geri döndüm, kendimi yakın hissettiğim bir kadınla ilgili kısa bir hikâye bu, o nedenle çekerken de bir sürü şey öğrendim. Belgesel ya da yarı melez olarak adlandırabileceğim bir sinema yapıyorum, öğrenmeye araştırmaya deşmeye açık değilseniz bu formla ilgili en önemli şeyi ıskalıyorsunuz demektir.

Letristlerin 1950’lerde ortaya attığı, Guy Debord ve diğerlerinin kavramsallaştırdığı psikocoğrafya disiplini Koloni ve Meteorlar üzerinde etki sahibiydi. Gulyabani bu bağlamda nereye oturuyor?
Ait olmadığım yerlere gidip o coğrafyaların ruhuyla ilgili filmler yapmayı seviyorum. Şu anda üstüne çalışmaya başladığım proje de böyle. Gulyabani diğerlerinden farklı. Çok çok iyi bildiğim bir yerden bahsediyor film. Ama bir filmin evrenine girebilmeniz için illa bu bilgilere, alt okumalara ihtiyacınız yok. Sizi ikna etmesi yeterlidir. Bu filmleri yan yana koyup baktığınızda son derece karanlıklar. Özellikle Gulyabani. Oysa Guy Debord ve arkadaşları son derece eğlenceli, neredeyse çocuksu bir iştahla da oynuyorlardı psikocoğrafya kavramıyla. Etrafımızı çevreleyen bütün etkenlerin sonucuyuz derken, içinden çıktıkları değerleri sarsmayı, bir nevi punk rock ruhuyla sorgulamayı ihmal etmiyorlardı. Fethiye’nin zihni bir tarayıcı gibi çalışıyor. Unutmuyor, hatırlamaya devam ediyor, geleceği görüyor. Dönemleri, insanları, olayları o mekânlardaki banal, ilgisizmiş gibi görünen nesneler şeyden üzerinden hatırlıyor. Kameranın onun gözü olmasından öte bir durum söz konusu. Bu anlamda film psikocoğrafya disiplinine yaslanmıyor, daha çok psikedelik bir film. Sitüasyonistler kent yaşamı ve sosyopolitik konusunda oldukça katıydılar. Bir filmi izleme deneyimi için bütün bu kavramlara ihtiyacımız da yok aslında, Gulyabani yaralı bir ruhla yaşadığımız kısa bir yolculuk.

Gulyabani’de dalların, taşların, yaprakların arasından akan dereler, ormanlarda damlalaşan çiğler, kartallar, rengârenk topraklar, dağlar var. Doğa yine filmin başrol oyuncularından biri. İnsan hikâyelerini insan sureti göstermeden, doğanın sosyopolitik mecraya dair sunduğu ipuçları üzerinden anlatıyorsunuz ve bu sayede evrensel bir dil yakalıyorsunuz. Kolaja da dayalı bu sinema dilini nasıl keşfettiniz?
Filmin anlatıcısının yüzünü göstermek istemiyordum. Onun hasta yatağındaki son dakikalarında havaya yükseldiğini ve bizlerle zihniyle konuştuğunu hayal ettim. Kaba kurguda onun hemşirelik yaptığı günlere ait resimleri gösterdiğim bir bölümü koyup sonra attım. Fethiye’nin adeta fragmanlaşmış bir hayatı olmuş. Kullandığı ilaçlar ve maddeler, oradan oraya sürekli bir göç hali, doğaüstü yeteneklerinin giderek güçlü bir hal alması, zihninin oradan oraya savrulması onu bambaşka bir kadın yapmış. Bu nedenle çocukluğuna daha berrak resimler eşlik ediyor, yetişkinlik zamanlarına geçtiğimizde hatırladıkları kopuk kopuk, bozulmuş, adeta bir depoda uzun süre bekletilmiş gibi. Fethiye’nin sürekli çok hızlı çalışan bir zihni var, özellikle sonlara doğru giderek katatonikleşen yapı buradan geliyor. Doğa benim için çoğu kez anlatıcının ta kendisi. Öyle romantik, dekoratif, arada bir laf olsun diye ortaya çıkan bir metafor değil, hiçbir zaman da olmadı. Fethiye’nin doğayla kurduğu bu paganik ilişki, ilk vizyonunu gördüğü günün bir Hıdırellez günü olması tamamıyla benim metne yerleştirdiğim bir şey. Çok sayıda film stokunu bir arada kullanan bir film bu, doğru, ama kolaja dayalı bir film mi bu çok emin değilim, tamamıyla tek karaktere ve onun yaşadıklarına yaslanan biyografik bir film. Meteorlar, biriktirmeye, kolaja daha çok yer veren bir filmdi.

Ebru Ojen ile uzun zamandır bir dostluğunuz ve ortaklığınız var, en son Meteorlar’da kendi sesiyle Aşı romanından metinler okumuştu. Yeni filmin metnini de birlikte yazmıştınız. Filmin metnini okuyunca edebi bir eser olarak tınlıyor kulağa. Bir edebiyatçıyla çalışmak nasıl bir deneyimdi?
Ebru Ojen çok yakın dostum. Müthiş kabiliyetli ve bana sorarsanız Türkiye sinemasının gizli kalmış en iyi kadın oyuncularından biri. Umarım daha çok filmde oynar, onu perdede daha çok görürüz. Şu anda yeni romanını yazıyor, bir yandan da çok görsel bir kalemi var. Bu anlamda çok iyi anlaşıyoruz, birbirimizin kimliklerini unutarak. Gulyabani’de edebi ve trajik bir karakter ortaya çıkarmak istediğimi hemen anladı ve çok güzel katkıları oldu. Aynı şeyi kurguda birlikte çalıştığım Fazilet Onat için de söyleyebilirim. Bir şeyin kurguda işleyip işlemediğini hiç konuşmadan anlayabiliyoruz, böyle bir yakınlığımız var.

Filmden bir alıntı: “Kusurlar, kapanmamış mevzular, üstünkörü hesaplar kötülüğün dayanamayacağı şeydir. İyilik tam aksine bütün şeylerin irdelenmemiş, tamamlanmamış doğasını sever.” Bu alıntıyı biraz açabilir misiniz? Edebiyat ve kolaj demişken sadece görsel değil, metinsel bir kolaj da görüyoruz filmlerinizde. Örneğin Gulyabani’de Eagleton ve Sebald’dan alıntılar var. Metni nasıl şekillendirdiniz?
Bu cümlelerin dikkat çekmesi çok hoşuma gidiyor. Tamamen içgüdüsel bir şekilde filme koyduğum bu cümleleri tartışmayı, kendi hayatına tekabül ettiği bütün şeylerle birlikte izleyen kişiye bırakıyorum. Fethiye’nin başına birçok kötü şey gelmiş, yalnız büyümüş, melankolik bir karakter olarak çok da okumuş biri. İyilik ve kötülükle ilgili bu dualite meselesi hem kendi kişisel tarihi hem de yaşadığı coğrafya ile ilgili. Kolektif kötülük, Eagleton ya da Sebald gibi yazarların metinlerinde sık sık karşımıza çıkıyor. Tamamen bir kaza o alıntıların filme girmesi, kurgu aşamasında Gulyabani’yi seslendiren arkadaşım Zeynep Kumral’ın metinlerine koyuverdim, şimdi bakınca işlediğini de düşünüyorum. Tabii deneysel-belgesel formu böyle alıntıları kullanmak için de çok uygun bana göre. Sebald’ı çok geç keşfettim, büyük bir yazar, uzun süredir beni bu kadar etkileyen bir edebiyatçı olmamıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrası tüm bir Avrupa kıtasının parçası olduğu kolektif kötülüğü cesurca deşen bir yazar. Herkese hararetle tavsiye ediyorum.

Gulyabani’de de eski çalışmalarınızda olduğu gibi buluntu görüntüler kullanmışsınız. Atina’daki anonim bir arşivden elde ettiğiniz görüntüler var örneğin. Bu görüntüleri filme katmaya nasıl karar verdiniz? Başka ne tür buluntu görüntüler kullandınız, kendi çektiğiniz görüntülerle ilişki kurarken neleri gözettiniz?
Filmde kullandığım tek buluntu görüntü o. Atina’dan bir film kolektifi Aksaray’da pazarda buldukları bir film kutusunu gidip banyo etmişler. Adına da “yetim” görüntüler demişler, sahibi, çeken belli değil. Görüntülerin tamamına yayılan bir tekinsizlik duygusu var. Gulyabani’de kullanma nedenim aslında biraz da bu. Bunun dışında test için çekip kenara attığımız görüntüler de var. Meteorlar’da yer yer buluntu görüntü kullanma nedenim bir aciliyet duygusu ile ilgili, bu konuda en büyük yardımı sağ olsunlar, Barış İçin Kadınlar ve belgesel film yönetmeni Güliz Sağlam’dan gördüm. Hafıza konusunu bu “medium”un ta kendisini fiziksel olarak oraya yerleştirerek ve birlikte getirdiği bütün çağrışımlarla filmin evrenine sokarak irdelemekti o zaman da amacım. Kendi çektiğiniz görüntülerle bu bağımsız resimleri kurguda bir araya getirmek epey çetrefilli bir süreç. Bir daha buna kalkışır mıyım bilmiyorum. Fazlamesai ve Koloni’de olduğu gibi artık tamamını kendim çektiğim görüntülere geri döndüm.

Image

Image

“Aklımı, bedenimi ve hayalini kurduğum filmleri hayatın her alanına kanser gibi yayılmış erkek söylemden kurtarmak için elimden geleni yapıyorum.”

Meteorlar’da Güneydoğu’nun hafızasını kadınlar ve çocuklar üzerinden yakalıyordunuz. Gulyabani’nin anlatıcısı da tacize ve şiddete uğramış bir kadın. Bu bilinçli bir tercih mi?
Eksenine kadın kimliğini alan, özellikle kadınlar tarafından anlatılan hikâyelere her zamankinden çok ihtiyaç var. Aynı şekilde, Türkiye sinemasında mesela bir gay ya da trans karakteri en son ne zaman izledik hatırlamıyorum. Bunlar bilinçli tercihler, benim için politik tercihler de. Sinemada görmek istediğim üslupta ve içinde görmek istediğim insanların bulunduğu filmler yapmaya çalışıyorum. Bir erkek olarak bu konuda atıp tutma cüretini kendimde görmüyorum ama şunu söyleyebilirim: iki filmin de son derece feminen filmler olmasını istedim, giriştiği mevzuya feminen bir gözle bakmak istedim. Aklımı, bedenimi ve hayalini kurduğum filmleri hayatın her alanına kanser gibi yayılmış erkek söylemden kurtarmak için elimden geleni yapıyorum.

Meteorlar yersel ile göksel arasında bir bağlantı kuruyor, filme adını veren doğa olayı mitolojik ya da paganist bir bağlamda ruhani olanın günlük hayata müdahalesini çağrıştırıyordu. Gulyabani’nin son düzlüğü görsel olarak Meteorlar’ı çağrıştırırken kamera nihai olarak tekrar uzay nesnelerine yöneliyor. Bu benzerliğe dair ne söylersiniz?
Bilmiyorum. Meteorlar’dan hemen önce annemi kaybettim ve yas duygusu beni hiç hesaplamadığım yerlere savurdu. Kendi varoluşuma, hayatta kendimi gördüğümü sandığım yere ilişkin her şey sarsıldı. Bu soruya şatafatlı cümleler kurmadan, saçmalamadan cevap vermek zor. Seyirciyle kurulan o gizli anlaşmaya, analizler olmaksızın ortak hissedilen o mahrem alana inanıyorum. Meteorlar dünyanın pek çok yerinde gösterildi ve aldığım ortak tepkiler beni haklı çıkardı, bu kadarını söyleyebilirim. Her iki tarafın da büyük kayıplar verdiği bir savaşa pagan tanrıların gökyüzünden taşlar fırlatarak müdahale etmesi fikri filmin ana ekseniydi ki aynı şeyi Gulyabani için de söyleyebilirim; Fethiye’nin hasta yatağında yükselerek gideceği yer sonunda gökyüzüdür.

Image

Afişte kullandığınız İlhan Sayın’ın “Şeytan Çıkarma” illüstrasyonu ismiyle memleket tarihindeki iblisleri anımsatıyor. Bu afişte nasıl karar kıldınız?
İlhan Sayın’ın enfes serisi “Şeytan Çıkarma”yı yıllar önce görmüştüm, sinemada ve edebiyatta “levitation” kavramı üstüne konuşmuştuk. Filmde Fethiye’ye takılan isim bir gulyabani, hem dişi hem de güçlerinden korkulan arketip bir varlık. Bundan daha iyi bir afiş olamazdı diye düşünüyorum çünkü filmin ana karakterini filmde görmüyoruz, sadece afişte görüyoruz ve yüzü orada da belli değil. Gerçek hayatta Fethiye’yi ziyaret ettiğim bakım evindeki odasına da çok benziyor. İlhan bana bu resmi hiç para istemeden verdi, kendisine minnettarım, çok iyi bir ressam. Üstelik resmini afiş için ters çevirerek kullandım ve onu da anlayışla karşıladı. Elimizde böyle muhteşem bir resim varken tasarımcı arkadaşım Cem Çeri ile işimiz çok kolaydı, birkaç saat içinde bitirdik.

Sinema çalışmalarınızdan önce sizi video klip yönetmeni olarak tanıdık. Gulyabani’de The Besnard Lakes’i ilk duyduğumuz sekans görsel olarak video klip estetiğini anımsatıyor. Bu iki mecradaki üretimleriniz arasındaki geçişliliğe dair ne düşünüyorsunuz?
Video klip işine girdiğimde format 16mm ve 35mm idi. Ben bu işe en çok da film stoklarıyla oynamak, film kameralarını öğrenmek için girdim. O zamanlar az sayıda film çekiliyordu ve sektörde çalışıp bunları öğrenmek başlı başına bir dertti. Şimdi bakınca birkaç tane çok iyi müzik videosu çektiğimi görüyorum ama hayır bu ikisi arasında bir geçişlilik yok. Gulyabani’nin hızlı bir kurguya sahip olma sebebi seyircinin zaman ve oryantasyon duygusuyla oynamak. Bu iki mecra arasında hiçbir ilişki yok. Bir reklam filminin ya da video klibin kalıcılığı yoktur, eninde sonunda gideceği yer Youtube’un karanlık köşeleridir. Ama ben ikisine de aynı ciddiyetle yaklaştım. Kendimi belgesel, kurmaca, klip şu bu yönetmeni diye adlandırmıyorum. Klip reklam çekerken bir yandan Yeşim Ustaoğlu’nun asistanlığını yaptığım, kısa film çektiğim bir dönem de olmuştu. Hikâyeler anlatıyorsunuz ve bütün mesele formu ne olursa olsun, yaratmaya çalıştığınız dünyada ikna edici olmak meselesi. Film eninde sonunda filmdir ve Meteorlar gibi bir uzun metrajdan sonra daha kısa formda bir film yapma sebebim de bu.

Filmde kulak verdiğimiz Oscillatorial Binnage da buluntu objelerle yaptıkları deneysel üretimlerle sizin çalışma yönteminizi andırıyor. Uğultu müziği hakkında ne düşünüyorsunuz, sizde hissel olarak ne uyandırıyor?
Oscillatorial Binnage, Londra’da kayıtlar yapan bir ses kolektifi. Ben onlarla bu grubun üyesi olan Küçük Tsunamiler adında harika bir filmi de bulunan yönetmen arkadaşım Toby Clarkson sayesinde tanıştım. Hipnotik, zor ve çok katmanlı bir ses evrenleri ve müzikleri var. İzlediler ve EP’lerinde bulunan birkaç kaydı kullanmama izin verdiler. Fethiye’nin artık yok olmaya başlayan hatıralarına, zihnine çok uygun düşüyordu bu kayıtlar. Filmlerimde müzik kullanmayı seviyorum çünkü pürist değilim. Filmlerde sonik bir etki olarak müzik kullanımının neredeyse bir kusur gibi algılanması fikrine şiddetle karşı çıkıyorum. Pek çok filmi kullanılan müziklerin mahvettiği doğru, ama diğer yandan hemen aklıma gelen bir Popol Vuh örneği var, Herzog’un erken dönem filmlerindeki etkisi olağanüstüdür. Bu konu biraz da şahsi eğilimlerimizle alakalı, iyi bir müzik zevkim olduğunu düşünüyorum, kurgu aşamasında bu konuya titizlikle kafa patlatarak hızlı bir şekilde karar veriyorum. Bir sonraki filmimde de çok sevdiğim ve herkesin iyi tanıdığı bir müzisyenle çalışmak gibi bir hayalim var. Paramız yetecek mi, zamanı olacak mı henüz belli değil.

Meteorlar, Türkiye’de gösterilmiyor. Bu durum gerek sansür gerek mecra bulamama sebepleri ile birçok belgesel için de geçerli. Siz saf bir belgeselci olmasanız da belgesel türünün Türkiye’deki üretim koşulları ve izleyici ile buluşma olanaklarına dair görüşlerinizi merak ediyoruz.
Meteorlar’ı burada hiçbir festivale göndermemek ve gösterime sokmamak kendi başıma aldığım bir karar ve bu karar üzerinden birilerini sorumlu tutmam adil olmaz. Bunun dışında kendimi bir kenara bırakarak konuşmak isterim, Türkiye’de sansür konusunda meslek örgütlerinin derhal harekete geçmesi, sistemi oluşturan mekanizmalarla diyaloğa girmesi, ifade özgürlüğü ile ilgili olarak, film üretenlere daha fazla alan sağlanması için yöntemler üretmeleri gerekiyor. Film göstermenin, seyirciyle buluşmanın pek çok yolu var, yok değil. Festivallerde boykot denendi ve bir işe yaramadı, yaramıyor. Bu konuda somut adımlar atmayarak kendi kendimizi imha ediyoruz. Ben hâlâ diyalogla mesafe kat edilebileceğini düşünüyorum, iyimserim. Her ne kadar fena halde geç kalınmış olsa da, sansürü içselleştirmiş olsak da, yapılabilecek şeyler olduğuna inanıyorum. 1980’lerde 1990’larda pek çok şey başarıldı bu konularda. Hangi filmlerin gösterilip gösterilemeyeceğini tahmin etmeyi bırakıp neden gösterilemediklerini tartışmaya geri dönmemiz gerekiyor. Belgesel film üretip, hakkında dava açılmış arkadaşlarımız bir yalnızlık içindeler. İfade özgürlüğüyle ilgili sorun yaşayan sinemacıların büyük çoğunluğunun belgesel film yapan yönetmenler yapımcılar olması aslında sosyolojik bir vakadır. Üretim koşulları ise bir felaket, bir kara komedi. Belgesel sinemacının gidebileceği sadece 2-3 fon var. Orada da sürekli değişen ideolojik dengeler üzerinden, boykot, kara liste, adam kayırma, sınıfçılık gibi duvarlara çarpıyorsunuz. Film zevkine çok inandığım birkaç kişi dışında yapımcıların büyük çoğunluğu zaten belgesel bilmiyor, sorsanız son yılların yerli yabancı en iyi belgesel filmlerini izlememişlerdir. Filminin linkini isterler, atarsın izlemezler, kendi yaptıkları filmleri izlemekle meşguller. Hybrid sinemaya, deneysel sinemaya hevesleri sıfır, bunun güncel sanatla ilişkisinden falan bihaberler. Merak duygularını kaybetmişler. Kimse kusura bakmasın gerçek bu ve bu sansürden daha büyük bir sorun aslında. Türkiye sinemasında üretilen filmlerin büyük bir hızla birbirine benzeme sebebi de bu. Bu zihniyet sorunu nedeniyle kendi dostlarımla film yapıyorum, görmezden gelinen, parlak fikirleri olan bütün meslektaşlarıma da aynı şeyi tavsiye ediyorum. Meteorlar’ı, Koloni’yi ya da Gulyabani’yi yapmak için Türkiye’de tanınmış bir yapımcının keyfini bekleseydim hiçbir mesafe kaydedemezdim. Bu benim için çok değerli filmleri, onların yapımcıdan, kurgucudan, oyuncudan, kameramandan saymadıkları, ismini bile bilmedikleri bir grup insanla yaptığım için çok mutluyum. Gerçek punk rock ruhu budur!

Image

ÖNCEKİ A yüzü B yüzü: Javier Bardem SONRAKİ Puslu travmalar atlası: “Sharp Objects”
Bu yazıyı paylaş