A yüzü B yüzü: Javier Bardem

Bu yazıyı paylaş
İçerik

A yüzü B yüzü: Javier Bardem

Yazı: Binnaz Saktanber, Melikşah Altuntaş – İllüstrasyon: Berkay Dağlar
ÖNCEKİ Görünür olma zamanı: Sinema ve televizyon tarihinde trans karakterler ve trans oyuncular SONRAKİ “Yaralı bir ruhla yaşadığımız kısa bir yolculuk”: Gürcan Keltek ve “Gulyabani”

En son Temmuz ayında Türkiye sinemalarına da uğrayan "Escobar" ile karşımıza çıkan Javier Bardem’in kariyeri ve kişisel özellikleri, münazara bağımlısı ikili Binnaz Saktanber ve Melikşah Altuntaş’ı A Yüzü B Yüzü’nde bir kez daha karşı karşıya getirdi.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Image

SIRADANLIĞA YER YOK!
Yazı:
Melikşah Altuntaş

Milyonların ve bilhassa yerli sinemaseverlerimizin sevgilisi Javier Bardem’i yerme cesareti göstererek çok büyük bir risk aldığımın farkındayım ama daha fazla gizleyemeyeceğim, kendisine verilen krediyi asla anlayamadığım birkaç aktörden biri olan Javier Bardem, neredeyse hiçbir özelliğiyle, yabancının extra-ordinary dediği parlaklıkla yan yana getirilemeyecek bir isim bana göre. Bunun nesnel nedenlerini sıralamakta güçlük çekebilirim ancak elimden geldiğince, ne demek istediğimi bir iki örnekle açıklamaya çalışayım.

Öncelikle soyağacında neredeyse yedi göbek geriye gitseniz dahi sektörden bir isme denk geleceğiniz, önemli bir ailede dünyaya gelmiş bir evlat Javier Bardem. Kuvvetli Latin kökleri, para pul ve şan şöhrete tam manasıyla doymuş olmasa da, sektördeki bilinirlikleri ve önemli mevkilerde yer alan aile üyeleriyle (en basitinden, kendisini doğuran annesi, Oyuncular Sendikası Başkanı olan bir evlattan bahsediyoruz), genç yaşta dişe dokunur yönetmenlerin radarına girmesi, bazı önemli projelerde yer alması diğer pek çok akranı kadar güç olmuyor. Elbette bu önemli insanlar da kendisinde bir ışık görmese bu kapıları açacak değil ona. En azından bir kısmı bunu yapmamıştır diye umuyorum. Ama tam bu noktada da kendisinin kara kaşı kara gözü, diğer yeteneklerinin ne kadar önüne geçmiştir, düşünmeden edemiyorum.

Bardem’in özellikle ilk dönem işleri söz konusu olduğunda, kendisini fiziksel özellikleri üzerinden değerlendirmemek pek mümkün değil. Bu noktada da kişisel kanaatim, Javier Bardem’in dünyanın en sıradan tiplerinden biri olması yönünde. Bardem ne yazık ki ancak Jeffrey Dean Morgan’ın Hollywood’da palazlanmasına dek ilgi çekici bir tip olabilirdi. O da, üzücü bir biçimde bazı köken kodları üzerinden değerlendirildiği, moda ve kozmetik dergilerinin “Yılın en seksi aktörleri” listelerinde muhtemelen. Ancak Bardem’in şaşırtıcı olmayan yüz hatları ve her pozunda ısrarla bastığı kesif maskülen enerjisi, onu herkes için tartışmasız bir “göz kamaştırıcı aktör” yapmaktan uzak. Zaten iyi bir aktör için bu sıfatların hiçbirine ihtiyaç yok, kişinin yalnızca canlandırdığı rolde özel bir performans sunması yeterli. İşte benim Bardem’le olan derdim, tam da bu noktada kendini gösteriyor.

Kariyerinin 1990’lı yıllardaki ilk döneminde başta Bigas Luna’nın Jamon, Jamon ve Golden Balls’u olmak üzere erotik soslu komediler ya da yine yoğun bir erotizmle sarmalanmış sığ romantik filmlerde kariyerinin başlarındaki herhangi bir genç oyuncudan fazlası beklenmiyor Bardem’den. Buna rağmen bu filmlerin hiçbirinde özel bir performansına şahit olmuşluğumuz da yok. Golden Balls’ta kimi fiziksel komedi performansı sergilemesi gereken anlarda, fazla sulu ya da ilk akla gelen eğilimlerle böyle bir meziyeti olmadığının altını çizerken, daha ciddi rollerinde de serseri aşık tiplemelerinden bir demet sunup, sevdiği kadınlara anlayış bekleyen hırçın ve yaralı adam bakışları atmaktan fazlasını beceremiyor.

Bardem’i bir oyuncu olarak ciddiye almaya başladığımız ilk büyük film, daha önce High Heels filminde de kendisine küçük bir rol veren Almodovar’ın 1997 yapımı erotik gerilimi Carne Tremula (Live Flesh). Gerçek hayattaki eşi Penelope Cruz ile de tanışmalarını sağlayan bu filmde de daha öncekilerden fazlaca farklı bir performans sunamayan Bardem, dünya festivallerini dolaşıp, Amerika’daki Almodovar sevgisinden de kaynaklı bir ilgiyle karşılaştıktan sonra, beklediği patlamayı gerçekleştirmek üzere kolları sıvıyor.

Live Flesh sonrası ailesinin de desteğiyle Hollywood’da şansını denemeye başlayan ve Amerikalı bir temsilci ile anlaşıp önemli yönetmenlerin kapısını aşındırmaya başlayan Bardem, Latin stereotipler yerine daha iddialı roller peşinde koştuğu bu dönemde, ülkesinden gelen film tekliflerinde de daha ölçülü ve ağırbaşlı filmlerde karar kılıyor. Ve nihayet 2000 yılında beklediği iddialı rol gelip kendisini buluyor ve Kübalı eşcinsel yazar Reynaldo Arenas’ı canlandırdığı Julian Schnabel filmi Before Night Falls’la turnayı gözünden vuruyor. Bilin bakalım, Javier Bardem’in kendisine Oscar ve Altın Küre adaylığından, Venedik’te ve Independent Spirit Ödülleri’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülüne kadar pek çok önemli başarı ve övgü getiren bu performansında en şaşılan ve altı çizilen özelliği ne? Maalesef yorumların geneline bakıldığında, Bu kadar maskülen enerjili bir adam, nasıl bu kadar iyi eşcinsel oynar’dan fazlası değil.

1990’lı yılların ikinci yarısından 2000’li yılların ortasına kadar uzanan heteroseksüel oyuncuların nasıl da enteresan şekilde LGBTi+ karakter oynayabiliyor oluşu, Tom Hanks’ten Charlize Theron’a, Sean Penn’den Hilary Swank’e, Philip Seymour Hoffman’dan Nicole Kidman’a, Jared Leto’ya kadar çok sayıda oyuncuyu Oscar ödülü sahibi ederken, aralarında Javier Bardem’in de bulunduğu çok sayıda oyuncuya da adaylık ve şan şöhret getirdi. Bu performansların hepsini bir tutup da yalnızca oynadıkları karakterin cinsel yönelimleri nedeniyle Oscar aldıklarını iddia etmiyorum elbette. Ancak bu performansların tümünde, zaten esas işleri kendisinden farklı biri gibi görünmek olan oyuncular, rol gereği bir hemcinsiyle fiziksel yakınlık kurabildi diye cesur ilan edilip, son derece abartılı bazı performansları, yalnızca bir öteki canlandırdıkları için sempati ile karşılandı. Bir de geçen yılki Call Me By Your Name kasırgasında yeniden ve yeniden kulaklara pelesenk olan şu korkunç Aaa gerçek hayatta da gey sanıyordum ben onu, o zaman harbiden helal olsun! yorumları var ki, akıllara zarar!

Javier Bardem’e dönecek olursak, Before Night Falls’ta aslında herhangi bir oyuncunun üzerine vazife olandan çok daha fazlasını gerçekleştirmemiş bir oyuncu olarak elde ettiği başarıyı, yalnızca eşcinsel bir karakter canlandırmış olmasıyla da özetleyemeyiz. Dönemin Hollywood’u, “Çeşitlilik (diversity)!” çığlıklarıyla inlerken ve Amerikan Film Akademisi #OscarsSoWhite’ın ilk toplu protestolarıyla yüz yüzeyken, Akademi’nin yılı boş geçmemiş bir Latin oyuncu üzerinden En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ına aday olan ilk İspanyol ekmeği yememesi de kaçınılmazdı. Aynı Akademi bir sonraki yıl da Denzel Washington ve Halle Berry’i de törenden epey tartışmalı Oscar’larla uğurlamıştı. Before Night Falls’la ayaklarına gelmiş bu fırsat tepilecek değildi. Bardem etnik kökeni söz konusu olmasaydı da aynı performansla Oscar adayı olur muydu, emin değilim.

Meseleyi etnik köken tartışmasından çıkarıp, Bardem’e sonraki yıllarda Oscar ödüllü bir İspanyol oyuncu etiketi getiren No Country For Old Men’e getirirsek, bana kalırsa ortadaki manzara çok daha acıklı. Kafasındaki peruktan konuşmasının tonuna, her şeyiyle bir tiplemeyi andıran Anton Chigurh’u aşırı ciddiye alarak oynayan Bardem, yıllar sonra Halloween partilerinde baştan aşağı bir kostüm olarak giyilip gezinilecek bir ikonik karakter yaratmış olabilir ancak bu karakteri ne kadar başarılı canlandırdığı konusunda şüphe hakkımız da ne olur bizde kalsın. Perdede göründüğü ilk andan itibaren seyircisini, filmin gerçekliğinin dışına itecek kadar köşeli ve (hadi şunun adını koyalım) kötü oynanmış bir karakteri canlandırarak, neredeyse bir parodi rolle ödül ve övgü kazanma işi tam da Hollywood’luk bir hareket. Burada en şaşırdığım şey, Bardem gibi zeki ve yetenekli olmasıyla övülen bir oyuncunun Coen Kardeşler’in kıvrak ve oyunbaz oyuncu rejisini tam da idrak edememiş görünmesi ve bıyık altından güldüren rolünü aşırı ciddiye alarak, ona dört kolla sarılması.

Gariptir, Javier Bardem iddialı roller ve bu rollerdeki sıra dışı görünümünden hiçbir zaman vazgeçemedi. Bond filmlerinde “soylu görünmeyen” oyuncuların kaçınılmaz sonu olan “yabancı kötü adam” rolüne, Zeki Müren’in 1980’ler sonu imajıyla hayat veren Bardem’in Skyfall’daki içler acısı performansı yıllar geçse de unutulmayacak bir tuhaflıktı. Kendisine No Country öncesi bolca ödül ve övgü getiren, The Sea Inside’daki ötenazi isteyen felçli bir sanatçı Ramon Sampedro performansı ise yine sade bir oyunculuğa yer olmayan, aksine ancak bir yığın enstrüman ve makyajla desteklendiğinde bir anlam ifade edebilen o Hollywood’luk performanslardan biriydi.

İç kıyan Inarritu melodramı Biutiful, her yanından ticari kaygı dumanları yükselen, Penelope Cruz’lu son filmi Escobar ya da Aronofsky’nin telaşlı bir biçimde ilk akla gelen İncil sembollerine sarıldığı Mother!’ı da abartılı ve hırslı kariyer seçimlerinden satır başlarıydı Bardem’in. Aslında tüm kariyeri kusursuz performansla dolu olan bir oyuncu olsa dahi, sadece Mother!’da ortalıkta çırılçıplak şekilde koşturup, bir anda coşkuyla gözlerini yumup şiir yazmaya başladığı sahneye, anlam ve gereğini sorgulamadan ok olmuş bir oyuncu olduğu için tüm kariyerine şüphe ile yaklaşmaya hazırım Bardem’in.

Son yıllarda eskisi kadar ilginç projelerle karşımıza çıkmak yerine, eşi Penelope Cruz’la Latin Brangelina formunda bir film ikilisine dönüşmesi ve Asghar Farhadi’nin son on yıldır çektiği en az önemli film olan ve geçtiğimiz aylarda prömiyerini gerçekleştirdiği Cannes’da kederle karşılanan Everybody Knows’da sıradandan da sıradan bir performans sunması dışında pek bir meziyeti kalmamış olan Javier Bardem yalnızca şanslı biri bana göre. Kendisinin başkaca bir parlak özelliğini göremiyor olmak da benim eksikliğim olsun. Herhangi bir oyuncu aynı kariyer tercihleriyle yerin dibine sokulabilecekken, biraz sektörel bağlantı, biraz şeytan tüyü, bolca şans ve maksimum plastik makyajla Javier Bardem olabiliyorsunuz gördüğünüz gibi. Kendisinin dünya sinemasındaki ilk çıkışı sırasında 35 yaşında olduğu düşünülürse, sizin için de hâlâ geç değildir belki? Torpiliniz de varsa Javier Bardem olmayı bir deneyin bence.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Image

BİR ERKEĞİ ÖVMEK 101
Yazı:
Binnaz Saktanber

Aslında bu yazı, bir yazı olmamalıydı. Karşı sayfada Melikşah'ın Bardem'i tüm bilimselliğiyle yerdiği satırların yanında bizim savunmamız sadece bir fotoğraf olmalıydı. Mesela Bardem Jamon, Jamon'da ay ışığının altında çıplak bir boğayla güreşirken veya buz mavisi Levi’s 501'iyle salamların önünde oturmuş güzelliğini çarçur ederken; Before Night Falls'da duştan çıkmış aynada kendine bakarken; Vicky Christina Barcelona'da iki salak turisti küçük bir kıtaya yetecek kadar seksapeli topladığı parmağının ucuyla ayartırken... Bir film karesi olmasına da gerek yok bu fotoğrafın. Bardem'in suratının herhangi bir resmi kâfi gelirdi derdimizi anlatmaya. Benzerini ancak yavru köpeklerde göreceğiniz hafif perde inmiş badem gözler, yediği yumrukla kırılmış Picasso bir burun, üstüne ev dik taşın sağlamlığında elmacık kemikleri, gülümsediğinde burnunun iki yanına kadar büyüyüp kıvrılan bir ağız ve yancısı gamzeler ve yandan baktığında onu neredeyse Güzel ve Çirkin'in Vincent'ına benzeten hayvanımsı bir çene. Tabii fotoğraf olduğu için duyamıyorsunuz ama bir de o çakıllı, bariton ses. Ah o ses.

Üstüne konuştuğumuz bir kadın aktör olsaydı eğer, güzelliğini, bedenini satırlarca daha övüp yazıyı sonlandırabilirdik. Beğenimizi, hayranlığımızı doğrulamak için başka bir gerekçe göstermemiz gerekmezdi. Taş gibi hatun işte! jüriyi ikna etmeye yeterdi. Javier Bardem değil de bahsettiğimiz, çağdaşı Latinlerden Salma Hayek olsaydı mesela, ince belini veya kapkara saçlarını övmek kâfi gelirdi. Erkek hayranlar arasında dönen bir muhabbette iddia ediyorum mevzu Frida'ya dahi gelmezdi, hatta Frida puan kaybettirirdi! Ama söz konusu bir erkeği övmek olunca bizden beklenen bahçeyi karizma, güç, başarı gibi "maskülen" çitlerle örmek. Seksapel ve yakışıklılık bir erkek için ikincil hasletler, altmışından sonra bile ekilebilecek çiçekler. Ya da şöyle diyelim: güzellik ve arkasından gelen nesnelleştirme bir erkek aktöre mutlaka saygınlık ve başarı olarak geri dönerken ve çok nadiren taciz, küçük görülme gibi yan etkiler gösterirken; başarı ve güç elde etmiş bir aktör birden eşantiyon kabilinden de “güzel” görülmeye başlanabiliyor. Erkek aktörlerin kariyerlerinde ilerlemeleri için spesifik bir vücut şekline, kiloya, saç rengine hatta saça bile sahip olmaları gerekmiyor. Ve bizden beğenimizi dile getirirken edepli olmamız bekleniyor.

Neyse, lafı uzatmıyorum, anladınız.  Şimdi esas konuya dönelim: işimiz Javier Bardem' i övmek. Çitler de biraz kırılacak artık çaresi yok.

Bardemimiz Kanarya Adaları’nda doğuyor. Evet kuru kuru Madrid falan değil, Kanarya, o da yetmezmiş gibi Adaları! O, anneannesi, dedesi, annesi ve kardeşleri de aktör olan bir ailenin tek yıldırım çarpanı. O, jenerasyonlarca biriktirilen hırs ve emeğin en nihayetinde vücuda gelen faizi. O, kişisel tarihinde çekilen her cefayı biyografisinde parlayan bir satıra çevirmeyi becermiş bir hayat öğrencisi. Mesela babası terk-i-diyarladığı için annesi ve ablası büyütüyor Bardem’i ve “bu yüzden feminist bir eğitim aldım” diyor. Karısı Penelope Cruz’la başrolü paylaştığı filmlerde eşit ücret alıyorlar. En son filmleri Everybody Knows’un Cannes Film Festivali basın toplantısında bir gazeteci “karısıyla çalışmaktan zevk alan tek erkek olmak nasıl bir şey?” diye sorunca bir anda buzlaşıyor ve “sorunuz inanılmaz derecede bayağı” deyip adamı susturuyor. Amcası Franco döneminde çektiği anti faşist filmler yüzünden mahpus görmüş bir yönetmen. Bardem belki de bu yüzden yıldızlığının gücünü kötülüğe karşı kullanmaktan çekinmeyen bir sanatçıya dönüşüyor: 2012’de Batı Sahra’daki göçmen kamplarıyla ilgili Sons of the Clouds: The Last Colony isimli bir belgesel çekiyor ve hatta yaptığı açıklamalarla kankitolar Fransa ve Fas’ın aralarının açılmasına sebep oluyor. 2014’te İsrail’in Gazze eylemlerinin soykırıma eşdeğer olduğunu söyleyen bir metne imza atıyor. Şu aralarsa klostrofobi azdıracak küçüklükte bir denizaltıyla Antarktik sularına daldığı Greenpeace destekli belgeselinin promosyon turlarında. Normalde hiç kullanılmayan sosyal medya hesapları bu projeye adanmış durumda: @BardemAntarctic. Koyu bir Katolik olan anneannesinin tedrisatından geçen Bardem’in ateistlikte karar kıldığını, nedeni sorulduğunda “Ben Tanrı’ya inanmıyorum, Al Pacino’ya inanıyorum” dediğini de unutmayalım. Bence mantıklı.

Bardem’in tarihin yanlış tarafında durduğu bilindik tek enstantane kızına taciz suçlamasıyla karşı karşıya olan Woody Allen’ı savunması: Bir gazeteci “Allen ile çalışmış olmaktan utanç duyuyor musunuz?” diye ateşleyince o da tetiği çekiyor: “Kesinlikle hayır. Eğer suçlu olduğuna dair kanıt olsaydı Allen’la çalışmazdım ama suçsuz bulundu. Yasal durum 2007’dekiyle (Bardem’in Vicky Christina Barcelona’yı çektiği yıl) aynı.” Şimdi, buradaki kofluk aşikâr. Bardem karısıyla aşklarının başladığı ve karısının Oscar kazandığı filmi yani kendi ailesinin başarı hikâyesini kötülemekten tırsıp saçmalıyor. Cate Blanchett ve Penelope Cruz’un konuyla ilgili açıklamalarına bakın, tıpatıp aynı legal sistem zırvaları, “oskarımı geri almazsınız di mi amca?” riyakârlığı... Bardem tekrar bir Allen filminde başrol olursa (ki bence sıfır ihtimal) vicdan azabımızı kendisiyle paspaslarız söz. Ama (büyük bir ama geliyor hazır mısınız?) kadınların beğendikleri erkekleri neden beğendiklerini açıklarken mutlaka politik doğrucu ve vicdanlı ve heteronormatif kriterlere boyun eğici ve fiziksel özelliklerin ötesine bakıcı olmalarının beklenmesinden size de gına gelmedi mi? Bana geldi. Tabii ki gidip de Chris Brown albümü alalım demiyorum, delirmeyelim ama bir erkeği beğenmek için sebep sunmak zorunda olmadığımız da iyice bir anlaşılsın istiyorum: “Öyle başarılı ki, çok da iyi bir aile babası, hem de dün Kilyos sahilde ayranını çöpe atmış biliyor musun, canığğmmm!” Tamam, peki, eyvallah. Peki şuna ne dersiniz? Poposu güzel poposu!

Peki Bardem’in yeteneği ne durumda derseniz, o da işin bonusu. Bardem doksanları Jamon Jamon, Golden Balls ve Live Flesh gibi kült klasiklerde, İspanya sinemasının sürreel seks objesi olarak geçiriyor.  Çok rahat Hollywood’a zıplayıp ikinci bir Antonio Banderas olabilecekken, o Marlon Brando olmayı seçiyor. Altından kalkabilecek ganiyle kabiliyete ve çalışkanlığa sahip çünkü. Önce 2000’de Before Night Falls’daki gey Kübalı şair Reinaldo Arenas rolüyle En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar’a aday olan ilk İspanyol, sonra 2008’de No Country For Old Man’de sayko-katil Anton Chigurh rolüyle En İyi Yardımcı Erkek Oscar’ını alan ilk İspanyol oluyor. Belki de film tarihinin en Amerikan filminde yer alıp Oscar’lanan ilk “yabancı” aktör olarak da tarihe geçiyor böylece. Ondan sonrası starlık, ondan sonrası ilahlık. Francis Ford Coppola’nın Robert de Niro, Jack Nicholson ve Al Pacino’nun tahtına aday gösterdiği, “hatta onları geçer” dediği Bardem, en iyi yönetmenlerin en iddialı projelerinin jönü olarak sürdürüyor kariyerini. The Sea Inside, Biutiful, Mother!, Everybody Knows… Her biri tek bir kariyeri alıp sürükleyecek büyüklükteki bütün bu işleri o birbiri ardına yükleniyor ve hepsinin üstesinden geliyor. Hayatını sonlandırma hakkı için savaşan yatağa bağımlı bir yazar, kendi ölümü ve dünyanın kötülükleriyle savaşan bir iyileştirici ve tanrının ta kendisi… Bu yük kamyonu gibi rollerin aralarına da seksi sevgili veya kötü peruklu kötü adam gibi teneffüsler sığdırıyor. Hakkıdır.

Uzun lafın kısası o artık sanat filmlerine gişe, gişe filmlerine prestij sağlayan bir finansman ve uluslararası dağıtım kolaylaştırıcısı, o belki de bilinçli bir şekilde hiçbir zaman Amerikanlaştırmadığı İngilizcesiyle Latin âşık, turist kadınların kendini bulma öznesi veya zincir filmlerin uluslararası kötüsü kadrosundan Arabistan’dan Londra’ya bilet kestiren, dünyanın en çirkin katilini de oynasa promosyon turlarında Vogue’a seksi poz verebilecek bir para makinesi, o çağımızın en yetenekli aktörlerinden biri, o Hollywood’a girişte giyindirilmiş ve ana-akımlaştırılmış da olsa ve artık istese de istemese de Hollywood seks ekonomisinin bir dişlisi. Çok da güzel bir dişlisi.

Ne demiş Naomi Wolf Güzellik Miti’nde: “Bir erkek kadınların sohbetine kulak misafiri olduğunda nadiren erkeklerin görünüşü, boyları, kas yapıları, cinsel teknikleri, penis boyları, vücut tüyleri veya kıyafet zevkleri hakkında konuştuklarına şahit olur. Oysa bunların hepsini konuşuruz. Kadınlar da erkekleri, erkeklerin kadınları gördüğü gibi, yani cinsel ve estetik değerlendirmeye tabi nesneler olarak görme yetisine sahiptir; bizler de dizilmiş bir sıra erkek arasından en ‘idealini’ kolayca seçebilir ve eğer her şeyin yanında erkek güzelliğine de sahip olabilsek buna hayır demeyiz. İyi peki ne olmuş? Tüm bunlara rağmen, kadınlar, çok büyük oranda, erkekleri önce birer insan olarak görmeyi seçerler.”

Javier Bardem, seni görüyoruz ve beğeniyoruz.

 

 

ÖNCEKİ Görünür olma zamanı: Sinema ve televizyon tarihinde trans karakterler ve trans oyuncular SONRAKİ “Yaralı bir ruhla yaşadığımız kısa bir yolculuk”: Gürcan Keltek ve “Gulyabani”
Bu yazıyı paylaş