Suni bir geçmiş yaratma peşindekiler: Albüm

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Suni bir geçmiş yaratma peşindekiler: Albüm

Röp: Yiğit Atılgan – İllüstrasyon: Berkay Dağlar
ÖNCEKİ A’dan Z’ye: David Lynch SONRAKİ A Monster Calls’un Connor’ı ve beyaz perdenin diğer “bullying” mağdurları

Evlat edindiklerini herkesten saklamak için ellerinden geleni yapan bir çift üzerinden memleket hâline kara mizah penceresinden bakan Albüm, Cannes, Sarajevo, Kudüs ve Adana gibi festivallerden ödülle döndü. Filmin ilk uzun metrajına imza atan yönetmeni Mehmet Can Mertoğlu ile söyleştik.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Lise yıllarınızdan beri bir sinefil olduğunuzu biliyoruz. Bir yandan Türk Dili ve Edebiyatı okurken yönetmenliğe geçişiniz nasıl gerçekleşti?

Doğrusu lise yıllarımdan beri yönetmenlik yapmak yegâne niyetimdi. Sinema öğrenimi görmek de istemediğimden edebiyat okumanın da bana yeni bir pencere aralayabileceğini düşünmüştüm. Tabii bir de Boğaziçi Üniversitesi'nde Mithat Alam Film Merkezi'nin varlığından haberdardım ve buranın arşivinden faydalanarak kendimi geliştirebilmeyi umuyordum. Benim üniversiteye geçiş dönemimde bugüne kıyasla çoğu filme erişim hayli kısıtlı olduğundan MAFM arşivi benim için oldukça kıymetliydi. Bir süre burada Sinefil dergisinde editörlük yapmamın ardından Yokuş isimli ilk kısa filmimi çektim. Yokuş için sete girdiğimde, ortaokul yıllarımda İstanbul'a gerçekleştirdiğimiz bir okul gezisi sırasında uzaktan görebildiğim Evdeki Yabancı dizi seti haricinde, hayatımda herhangi bir set dahi görmemiştim. Biraz da deneme yanılma yoluyla bu işin nasıl yapılabileceğini keşfetmeye çalıştım ilk kısa filmim vasıtasıyla.

Albüm ilk uzun metrajlı filminiz, senaryo beyazperdeye yansıyana kadar dört senelik bir zaman geçmiş. Bu dört senelik süreçte dört ülkenin finansal desteğini nasıl aldığınızdan kısaca bahsedebilir misiniz?

Sahiden de uzunca bir zaman aldı; ancak ülkemiz şartları düşünüldüğünde normal olarak kabul edilebilen bir süreç bu maalesef. Eğer ticari potansiyeli yüksek, ana akım bir ilk film çekmiyorsanız Türkiye'de buna finansal destek verebilen yegâne kurum Kültür Bakanlığı olduğundan ve bu destek meblağının muadil ülkelere kıyasla neredeyse sembolik kalmasından ötürü bu zaman zarfı hâliyle uzuyor. Biz de durum böyle olunca filmi hayalimizdeki gibi gerçekleştirebilmek adına yapımcımız Yoel Meranda ile birlikte ortak yapım arayışına girdik. Bunun için katıldığımız ortak yapım marketleri ve senaryo platformlarının her biri projeye farklı farklı tuğlalar koyarak filmin çekimine elverişli finansal koşulları hazırladı. Gerek senaryonun değişik ülkelerden yapımcılara erişilebilir ve vaatkâr gelmesi, gerekse de Yoel'in sunum başarısıyla bir ilk filme göre oldukça nadir bir şekilde dört ülkeli bir ortak yapım ortaya çıktı.

“TARİH YAZIMI, BİR TARİH İNŞASI MESELESİ HER DAİM İLGİMİ ÇEKEN BİR KONUYDU. BİZE SUNULAN TARİHİN GERÇEKLİĞİNİN MUĞLAKLIĞI ÜZERİNE BİR FİLM YAPMA NİYETİNDEYDİM...”

Neden bir evlat edinen ve bu durumu çevrelerinden saklamaya çalışan bir çiftin üzerine eğilmeye karar verdiniz?

Tarih yazımı, bir tarih inşası meselesi her daim ilgimi çeken bir konuydu. Bize sunulan tarihin gerçekliğinin muğlaklığı üzerine bir film yapma niyetindeydim. Salt bizim ülkemize münhasır da değildir bu, devletler tarih boyunca çeşitli toplumsal olayları, savaşları, trajedileri kimi zaman minör olayları dahi kendilerince yontup farklı mitler oluşturmaya teşebbüs edebiliyorlar. Ben de bunun bir tür izdüşümü olarak evlat edinmeye çalışan alelade bir aileyi seçtim. Onlar da kişisel tarihlerini kendilerince yontup suni bir geçmiş yaratma peşindeler.

Filmde yer yer gördüğümüz tartışma programları, bazı karakterlerin kullandığı eril dil ve filmdeki çiftin başvurduğu ayrımcı ve ırkçı söylemler üzerinden toplumsal bir eleştiri de mevcut. Bu konuyu biraz detaylandırabilir misiniz?

Filmdeki çift bu yönüyle biraz da toplumun hiç azımsanamayacak bir kısmına ayna hüviyeti taşıyor. Bu üsluptaki insanların onlarcasına herhangi bir devlet dairesinde yarım saat geçirdiğinizde, yahut kısa bir metrobüs yolculuğunda dahi kolayca rastlamanız pekâlâ mümkün. Bence çoğu, kullanılan bu üsluptaki sorunun farkında dahi değil, televizyonda yahut da etraflarındaki bu yer yer saldırgan, eril, ırkçı üslup gayet normal kabul edilebildiğinden bunu art niyetsizce bir alışkanlıkla yapmayı sürdürüyorlar. Televizyon sahneleri ise gündemin bambaşkalığı ve yoğunluğuyla bu tip en temel dile yansıyan meselelerin konuşulmasına sıranın hiç gelemediği, belki de gelemeyeceğinin bir göstergesi sanırım.

Film bir hayvan çiftliğinde çekilen uzunca bir prolog sahnesi ile başlıyor. Bu tercihin sebebi ne?

Prologları okur olarak da izleyici olarak da hayli severim. Filmin başında Bahtiyaroğlu ailesinin evlat edinme sürecinin sona yakın safhasını görüyoruz, bunun evveliyatıyla ilgili neredeyse herhangi bir şey pek berrak değil. Ben de bu geçmişi diyaloglarla karakterlere anlattırmak yerine günümüz üreme politikalarının oldukça modern teçhizatlarla donatılmış bir çiftlikteki metotları üzerinden gevşek bir tezahürüyle aktarmaya çalıştım.

Kısa filmleriniz sanırız sessiz filmlerdi. Albüm’de de diyaloglar az ve öz. Diyalog yazımı sinemanızın içinde nasıl bir yer tutuyor?

Altı çizilmiş, özellikle vurgulanan diyaloglarla seyircisine düşüncesini yahut olay örgüsünü üzerine basa basa aktarmaya çalışan filmleri izleyici olarak da çoğunlukla pek sevemiyorum. Kısa filmlerimde kasten diyalog kullanmadım, örneğin Yokuş'ta pantomimi anımsatan mimikler vasıtasıyla bir dil oluşturmaya çalıştım. İki diyalogsuz filmden sonra Albüm'ü kendi adıma az diyalogludan ziyade neredeyse geveze buluyorum doğrusu. Burada da film dünyasının beklendik diyaloglarından ziyade uzayıp giden her yerde karşımıza sıklıkla çıkan günlük konuşmalarla bir hikâye bağı kurmaya gayret ettim.

Filmin görsel referansları için Jacques Tati, Elia Suleiman ve Roy Andersson gibi isimlerden bahsetmişsiniz. Görüntü yönetmeni Marius Panduru üzerinden bir Yeni Romen Dalgası çağrışımı da mevcut. Bu yönetmenlerden ne şekilde etkilendiniz ve Albüm’ün görselliğini kurarken nelere dikkat ettiniz?

Anılan isimlerin hepsi fazlasıyla sevdiğim yönetmenler. Buradaki en temel ortak özelliğin çok da büyük sayılamayacak olaylar odaktayken, planlar uzadıkça arkadaki karakterlerin yahut objelerin bir tür ardıl hikâyeye sebebiyet vermeleri diyebilirim. Yanılmıyorsam Jonathan Rosenbaum'un Tati için yazdığı bir makalede kullandığı "merkezsizleşirken zenginleşmek" diye bir ifade var, bunu çok kıymetli buluyorum. Ayrıca bu isimler, temas ettikleri insanlık sorunlarının büyüklüğüne karşın bunu anlatış biçimlerinin hınzırlıklarıyla da her zaman bana kılavuzluk etmişlerdir. Romen Yeni Dalgası da çok sevdiğim bir sinema elbette. Marius ile çalışmam da rastlantı değil, özellikle Corneliu Porumboiu ile çalışmalarını etkileyici bulduğumdan kendisiyle çalışmak istedim. Albüm'de, serüven farklı mekânlardan, kentlerden geçse de sanki kocaman bir binanın ayrı ayrı odalarında geziniyormuş hissine kapılabileceğiniz bir atmosfer kurmaya çalıştık birlikte.

“GÜNÜMÜZ DİJİTAL PAZARININ GENEL VAATLERİ OLAN ÇÖZÜNÜRLÜK KALİTESİ ENDEKSLİ BİR GÖRSEL DÜNYADANSA DAHA FARKLI BİR HİSSİYATI YEĞLİYORUM.”

Yaygın dijital alternatifler yerine filmi 35mm çekmeyi tercih etmişsiniz. Bu tercihin sebebi ve filme katkısı ne oldu?

Bunun birden fazla etmeni var. Öncelikle kendi adıma pelikülün estetiğini dijital teknolojiyle kıyaslayamam. Bu meseleyi geçtiğimiz hafta Albüm'ün Romanya prömiyeri için bulunduğum Bükreş'te Olivier Assayas ile uzun uzun konuşma fırsatı yakaladım. Bütün konuşmalar genellikle çok temel bir noktaya varıyor: "Çünkü bu daha iyi ve bu standartta dijital bir karşılık henüz yok." Maalesef dijital dönüşüm o kadar hızlı oldu ki negatif kullanmak neredeyse marjinalize ediliyor günümüzde. Hattâ bunun neticesi olarak Türkiye'de ve birçok ülkede laboratuvar dahi kalmadı. Günümüz dijital pazarının genel vaatleri olan çözünürlük kalitesi endeksli bir görsel dünyadansa daha farklı bir hissiyatı yeğliyorum. Öte yandan pelikülle çalışmanın kısıtlanmasının gerek kendi adıma gerekse de oyunculuk, görüntü gibi diğer departmanlara olumlu sirayet ettiği kanısındayım. Onlarca tekrar yapamayacak olmanın büyük bir odaklanmışlık getirisi var bana kalırsa. Bundan sonraki filmlerde de aynı şekilde devam etmeye kararlıyım.

Oyuncu seçim sürecinde nelere dikkat ettiniz?

Şebnem Bozoklu ve Murat Kılıç çok deneyimli oyuncular ve seçimimde önceki işlerindeki performansları esas belirleyiciydi. Oldukça farklı karakterleri canlandırabilme becerileri konusunda şüphem yoktu. Murat'ı Bir Zamanlar Anadolu'da, Made in Europe ve Bornova Bornova filmlerinde seyredip oyunculuğunu beğenmiştim. Hattâ senaryoyu yazarken aklımdaki yegâne kişi kendisiydi. Şebnem’i ise daha ziyade televizyondan ve tiyatrodan takip ediyordum. Bu kadar yetenekli birisinin sinema alanında pek de karşımıza çıkmamasına da şaşırıyordum. Açıkçası kendisi de aklımdaki ilk isimlerden biriydi ancak dizi programındaki yoğunluktan ötürü yeltenmeyi bile düşünmemiştim. Sonrasında filmin çekim tarihleri giderek netleşince kendisine ulaştık ve çekime 6-7 ay kala aramıza dâhil oldu. Birlikte aylarca prova yaparak sahneleri tek tek, sayısız kez tekrarladık. İkisine de benim gibi ilk kez bir uzun metrajlı film çekecek birisine karşı gösterdikleri özveri ve de gayretlerinden ötürü minnettarım. Bu provaların da tesiriyle çekimde o kadar da zorlanmadık ve ortaya böyle bir sonuç çıktı.

Kara mizah Avrupa’nın aksine Türkiye sinemasında pek alışkın olmadığımız bir tür. Bu eksikliğin sebebini neye bağlıyorsunuz?

Bu benim de şaşırdığım bir şey, zira her zaman Türkiye'nin buna en elverişli ülkelerden biri olduğunu düşünürüm. Kaldı ki ortaoyunundan, gölge oyunlarına geleneksel sanatlardaki temsillerde dahi buna fazlasıyla rastlamak mümkün. Sinemadaki mizahın ise uzunca bir zamandır belli ticari başarı reçetelerinin de etkisiyle çok kısıtlı bir alana sıkıştığı kanaatindeyim. Arada çok istisnai teşebbüsler olsa da bunlar genelde bireysel birer çaba olarak kaldılar. Sayılarının neden artmadığını tam kestirememekle birlikte film üreticilerinin risk almaktansa bilindik, güvenli yola daha eğilimli olduğunu düşünüyorum. Ciddi meselelerin mizahla aktarıldığında ciddiyetinin zedelenebileceğini düşünen azımsanamayacak sayıda bir kitle de mevcut, halbuki kendi adıma bunun bilakis zenginleştirici bir unsur olabileceğini düşünüyorum.

Albüm, Cannes, Saraybosna ve Kudüs gibi festivallerden ödüllerle döndü, önünde de uzun bir festival yolculuğu var. Filmin nasıl karşılandığından ve filmdeki yerel unsurların yabancı izleyiciye aktarımının nasıl olduğundan bahsedebilir misiniz?

Filmin yalnızca ülkemiz sınırlarına hapsolmayıp farklı coğrafyalara da ulaşıyor olmasından memnunum. Örneğin sadece bu hafta içerisinde dahi üç gün arka arkaya Hong Kong, Hindistan ve Meksika gibi kültürleri birbirinden hayli farklı ülkelerde gösterimleri gerçekleşecek. Şimdiye değin aldığım geri dönüşler umduğumdan da olumlu diyebilirim. Katılabildiğim yurtdışı gösterimlerinde seyirciler Türkiye izleyicisinin güldüğüyle hemen hemen aynı yerlerde benzer reaksiyonları veriyorlar. Perdede görmeye alışık oldukları Türkiye taşrası temsillerinden ayrıksı bir üslup görmeleri de şaşırtıcı bulunuyor genellikle. 

Image

 
ÖNCEKİ A’dan Z’ye: David Lynch SONRAKİ A Monster Calls’un Connor’ı ve beyaz perdenin diğer “bullying” mağdurları
Bu yazıyı paylaş