Alper Canıgüz seçti: Kült dizi The Prisoner hakkında bir yazı

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Alper Canıgüz seçti: Kült dizi The Prisoner hakkında bir yazı

Yazı: Deniz Bankal – İllüstrasyon: Berkay Dağlar
ÖNCEKİ Özgür Mumcu seçti: Zamanında TRT’de yayınlanmış "Kavanozdaki Adam" dizisi hakkında bir yazı SONRAKİ Mabel Matiz seçti: Füruğ Ferruhzad hakkında bir yazı

Kafka’dan Orwell’e bir yol vardır, ‘Kasaba’dan geçer.

Televizyon tarihinde The Prisoner gibi bir şey olmadı, bir daha da asla olmayacak.’ 1967 yapımı The Prisoner adlı dizi, böyle tanımlanıyor. James Bond’u oynaması teklifini defalarca geri çeviren, 60'ların büyük televizyon yıldızı Patrick McGoohan, yapımcı dostu David Tomblin’e aklındaki dizi projesini anlattığında ondan şu yanıtı alıyordu: ‘Kimse, kahramanın her bölümde yenildiği bir diziyi izlemek istemez.’ Pek çok kişi gibi Tomblin’in ilk izlenimi de yanlıştı çünkü McGoohan’ın düşündüğü şey sıradan dizi değil, insan onuru ve özgürlük için yazılmış bir destandı. Televizyon gibi vasattan beslenen, karşılığında onu besleyip büyüten bir yapıya, bilimsel, felsefi, teknolojik, siyasi tartışmaları taşıyan akıl dışı, avangart bir alegori. Üstelik değme casus filmlerine taş çıkartacak ölçüde, heyecanlı, sürükleyici ve eğlenceli. Sayısal devrim hayatımızın en küçük, en özel alanlarını utanmazca bir iştahla istila ederken gerçek devrimin sesi yarım asır öncesinden çınlıyor: ‘Ben bir sayı değilim, ben özgür bir insanım!’”

Alper Canıgüz

Image

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

“Bir mahkûmun ilk görevi kaçmaktır”: The Prisoner / Mahkûm (1967-1968)

The Prisoner (Mahkûm) 1967’de yayımlanmaya başladığında TRT’nin henüz deneme yayınlarına başlamamış ve Büyük Britanya medyasının ise sadece üç kanal üzerinden evlere sızıyor olduğunu hayal edelim. Hayal edelim çünkü bu satırları okuyan harfli jenerasyon mensuplarının yani tahminen azıcık X, biraz Y ve umarım ki Z’lerin tedirgin çocuklarının zihinlerinde bu anlı şanlı televizyon çağının ilk auteur başyapıtının “prime time” tabiatını değiştirişini anlatmak biraz meşakkatli olacak. Çünkü Ian Fleming’in espiyonaj gerilim türüne hükmettiği ve tüm casusların 007’ye benzediği bir dünyada soğuk savaş anksiyetesinin Orwellyen bir distopyaya nasıl dönüştüğünü çoğumuz hatırlamıyoruz. Biz uyandığımızda ortam böyleydi.

X ile Y arasındaki en kısa mesafede doğmuş bir bilim kurgu kurdu olarak, varlığından haberdar olduğum bu dizinin sadece yeniden yapımını izlemiş olduğumu itiraf ederek başlamak istiyorum. Geriye dönüp orijinalinin peşine düşmem ise, Alper Canıgüz’ün kurcalamamız için The Prisoner’ı tavsiye etmesi vesilesiyle oldu.

İlk kitabı Tatlı Rüyalar (2000) ve onu takip eden tüm kitaplarını sırasıyla tek oturuşta bitirdiğim —sallamıyorum, artık ritüele dönüşen bir durumdan bahsediyorum— ve dergi ekibi olarak “hayatımızı güzelleştirdiğine” inandığımız Alper Canıgüz’ün (son kitabı Kan ve Gül röportajı için bkz. No: 58) bu fikri ortaya atmasıyla ben de kendimi Mahkûm’un üstüne atmış bulunuyorum. Evet, artık biraz daha karamsar, biraz daha sıkıntılı olduğumu söyleyebilirim… Ama şansımı deneyeceğim. Sürrealizmin ve politik hicvin limitlerini zorlayan bu avangart bilmecenin peşinde, medya tarihinin en cesur deneylerinden birine geç kalmanın verdiği gerilimi de kendime totem yaparak.

Image

Image

Image

İngiliz İstihbarat Teşkilatı’ndan istifasını verdikten hemen sonra alıkonulan ve nerede olduğu bilinmeyen bir kasabada uyanan kahramanımızın adını hiçbir zaman öğrenemeyecek ve ona sonuna kadar reddettiği numarasıyla sesleneceğiz: 6.

6’nın esareti boyunca her sabah uyandığı bu kasabayı pastoral bir cennet vaadinde, ama sakinlerini kesintisiz gözetleyen metaforik bir panoptikon olarak düşünün. Tüm hareketlerin kayıt altına alındığı, bireylerin kimliksizleştirilerek hiyerarşik yönetime göre numaralandırıldığı ve iktidar, yani 1 numara tarafından hükmedilen, 2 numara tarafından komuta edilen, kaçacak ya da saklanacak yeri olmayan açık bir hapishane… Kaçmaya çalışan firarilerin tepesine havadan indirilen dev beyaz balonlarıyla ekran literatürüne geçen ilk İHA’lara tanıklık ettiğimiz, adeta edimsel bir polis devleti alegorisindeyiz. Bu mikro sistem 6’nın sahip olduğu bilgilerin peşinde —Neden istifa etti? Neyi, ne kadar biliyordu? Bildikleriyle ne yapabilirdi?— ona akıl almaz yöntemlerle sosyal ve fiziksel baskı uygulamaktan kaçınmayacak, o ise her fırsatta bu kasaba görünümlü cezaevinden kaçarak, orayı ve temsil ettiği her şeyi alaşağı edeceğini haykıracaktır.

6’nın hiyerarşik sıralamadaki yeri —kaçmayı başaramadığı için— değişmiyor ama onun iradesini kıramadıkları için her bölümde yeni bir 2 numarayla tanışıyoruz. 1 numaranın kendisi hep gizleniyor ama iktidarın simgesi olan 2 numaralık makamının özneler arasında vekaleten devredildiğini hemen fark ediyoruz. 6 bir keresinde “neredeyse demokratik” bir seçimle 2 numaranın koltuğuna oturacak gibi oluyor, ama kahramanların bölüm sonu canavarlarını alt ettiği ve sonunda “en iyi erkek oyuncu”nun kazandığı kalıplaşmış dramaların aksine bu evrenin asıl adamı her zaman kaybedecek gibi görünüyor. Bölümler ve kaçış denemeleri peş peşe aktıkça 6 numara sanki Sisifos’la özdeşleşiyor, sebat etmenin fiziki temsiline dönüşerek ona inanan yerlerimizi kaşıyor. En azından bana öyle oluyor; inancın ne kadar bulaşıcı olduğunu hatırlıyorum. Arada belirtmeliyim ki bu yazının pek bir sürpriz-bozanı yok, izleyici motivasyonunu 6’nın Beckett-vari direnişinden alıyor. O yine deniyor, yine yeniliyor. Olsun, gittikçe daha güzel yeniliyor.

Image

Image

17 bölümünün her birinde farklı bir yerden asap bozan bu muazzam yapıtın başrol oyuncusu, yaratıcısı, çoğunlukla yazarı ve de yönetmeni olan 6 numaranın ta kendisi Patrick McGoohan’ı ve öfkeli diyalektiğiyle Mahkûm’un nasıl olup da bireysellik ve bireylerin özgürlüğü üzerine medya tarihinin en iddialı görsel tartışmalardan birine dönüştüğünü anlamak biraz zaman ve kafa istiyor. James Bond rolünü geri çevirmiş, espiyonaj klişelerini yerle bir etmek için elinden geleni ardına koymayan McGoohan, yarattığı karakterle özdeşleşen mahremiyetine düşkünlüğü ve röportaj vermeyen ketumluğuyla bana sağlamasını alacak pek malzeme çıkarmamış olsa da, ne aradığınızı biliyorsanız, bu gerçeküstü tekinsiz mirasın izlerini modern televizyon ve sinemanın yadsınamaz bir kısmında kolaylıkla bulabiliyorsunuz. Kafaları altüst eden Twin Peaks, Battlestar Galactica, Lost, Matrix, Truman Show gibi efsanevi yapımların her birinde derin izleriyle karşılaşacağımız Mahkûm’un son bölümünün yayınlanışının üzerinden geçen yaklaşık yarım yüzyıl, usulca bizi izlenmeye, izlemeye ve gönüllü olarak hizmet ettiğimiz veri akışına alıştırmış görünüyor.

Nixon’ı istifaya sürükleyen Watergate’ten ya da eski CIA ajanı Edward Snowden’ın ABD Ulusal Güvenlik Dairesi’nin (NSA) siber casusluk skandalını patlatmasından çok daha önce yazılmış bu diziyi izledikten sonra artık telekulak skandallarına isim bile vermeyen, her şeyi unutmaya hazır bir coğrafyada yaşadığımı anımsıyorum. Şirket ve devletler güvenlik kaygısıyla profiller çıkarıp artık panoptikonun aksine ötekileri içeride değil uzakta tutmaya yönelik ban-opticon politikalarıyla kasabaları mülteci kamplarına çeviredursun, bizlere sosyal medya hesaplarımız, banka kartlarımız, akıllı telefonlarımız ve 11 haneli kimlik numaralarımızla akışkan gözetimin DIY mahkûmlarına dönüşürken başa dönüp bakmayı ve hatırlamayı öneriyorum:

“Bir mahkûmun ilk görevi kaçmaktır.” - Michel Foucault

Image

 

 


 

 

ÖNCEKİ Özgür Mumcu seçti: Zamanında TRT’de yayınlanmış "Kavanozdaki Adam" dizisi hakkında bir yazı SONRAKİ Mabel Matiz seçti: Füruğ Ferruhzad hakkında bir yazı
Bu yazıyı paylaş