Özgür Mumcu seçti: Zamanında TRT’de yayınlanmış "Kavanozdaki Adam" dizisi hakkında bir yazı

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Özgür Mumcu seçti: Zamanında TRT’de yayınlanmış "Kavanozdaki Adam" dizisi hakkında bir yazı

Yazı: Murat Mrt Seçkin – İllüstrasyon: Ethem Onur Bilgiç
ÖNCEKİ The Radio Dept. (Johan Duncanson) seçti: Sosyalist reggae şarkılarının hikâyesi SONRAKİ Alper Canıgüz seçti: Kült dizi The Prisoner hakkında bir yazı

“Çocukken izleyenlerde bir şekilde yer etmiş bir dizi. Toplumcu gerçekçi bir yazarın eserinden muhafazakâr İslamcı bir senarist yönetmenin uyarladığı, modernizm eleştirisi ve kimlik sorgulaması içeren bir tuhaf iş. Ama kayıtsız kalmak da mümkün değil.”

Özgür Mumcu

Image

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Sen, Ben ve Kim (iz ki biz?): Kavanozdaki Adam

Bazılarının dediği gibi yenisini çekmeye gerek yok, orijinali yeterince yıkıcı olabiliyor zaten.

1987’de TRT’de yayınlandığında büyük ilgi görmüş Kavanozdaki Adam, Bant Mag. Havuz / Bina’da her ay farklı bir konuğu karşısına aldığı Yüz Yüze sohbetlerini sürdüren gazeteci ve yazar Özgür Mumcu’nun işaret etmesiyle seneler sonra derginin sayfalarında kendine bir yer buldu.

Hayır, bence [Kavanozdaki Adam] bilim kurgu dizisi değil. Dümdüz baktığımızda, sırf beyin naklini gerçekleştirdiği için ve bu tarzda çekilmiş binlerce filme ya da hikâyeye yeni bir şey katmadığından değil. Sonuçta elimizde 40’lardan itibaren yapılmış yüzlerce örnek mevcut. Popüler bir bilim kurgu malzemesini alıp acı dolu bir kimlik çatışmasına çeviren gergin drama türü ise ister istemez döneminin aykırı yazarlarından Mary Shelley’nin 1818 tarihli yapıtı Frankenstein ya da Modern Prometheus üzerinden alıntı yapmadan ayakta kalamaz.

Karşımızda aslında çok özgün ve yeni bir fikir yok. Ancak dönem Türkiye’sinde nasıl da ayrıksı durduğu gerçeği var. O nedenle her şeyden önce yapıtı nostalji hastalığından arınıp incelemek gerek. Bu öyle bir hastalık ki bugün yapılsa sosyal medya lincine maruz bırakacağımız bir şeyi göklere çıkartmamıza veya çok güzel bir işe tam tersi sırf eski olduğu için “Aman ne kadar da safmışız, aslında çok saçmaymış” gibi yorumlar yapmamıza sebep olabiliyor. İlacı ise biraz rahat düşünmek, teknik takıntılardan uzaklaşmak ve dümdüz hikâyeye odaklanmak olsa gerek.

Image

Image

1.

1987 yılında gözümüzü Tianenmen Meydanı’ndaki protesto gösterileri ile açtık. Bir yanda da buralarda yapılan ve etkileri ya da istismarı hâlâ süren başörtü yasaklarına karşı eylemler ile iyice kafası karışan, özgürlük inancı ile tutucu bir ulusalcılık arasında sıkışmış seküler Türkiye var. Şan Tiyatrosu’ndaki yangın ise yıllar sonra Sivas’ta gerçekleşecek cinayetin bir göz kırpmasıydı sanki. Her şeyden önemlisi yaptığı acımasız tüm eylemlerden sonra Kenan Evren ülkenin başında ve diğer yanda da sultan Turgut Özal var. Tüm sosyal ve politik haksızlıkları renkli televizyon, video ve katlı müzik seti müjdeleri ile örttükleri bir tuhaf ortam.

Memleketin tek görüntülü iletişim kanalı olan devletin televizyonunda ise bugüne göre nispeten daha rasyonel yapımlar var olsa da özellikle Ferhan Şensoy’un Varsayalım İsmail ve Şey Bey ile Osmannn skeçleri aklı fikri yerinde insanlara suni teneffüs gibi geliyor. Tuhaf espri anlayışı bazısını şaşırtıyor, bazısının ise geleceğini değiştiriyor.

Şunu unutmamak lazım ki TRT tek kanal olduğu dönemlerde ürettiği yapımlarda oldukça hassastı; her kesime hitap eden, özenli prodüksiyonlar yapılıyordu. Bugün cebinde 20 silah taşıyan, devasa holdinglerinde gezinip, aşiret saraylarında intikam planları yapan ya da her fırsatta vatansever sömürüye el açan karakter veya hikâyelere rastlamak çok mümkün değildi. Hatta çok net söylenebilir ki devlet televizyonu birçok açıdan bağımsız ve güvenilir bir kurumdu.

Ancak tüm bunların yanında 12 Eylül’ün baskıcı rejiminden sıtkı sıyrılan ve korkusunu yenmeye çalışan bir kitle de sesini duyurmaya başlamıştı. Tabii ki her şey süt liman değildi. Özellikle bu dönemlerde halk dili lügatımıza giren “entelektüel” kelimesi yeni bir ayrımcılığın kapısını açmıştı. Pipo içen, şapka takan, her fırsatta şiir okuyup kilim desenli çanta takan bir entelektüel tiplemesi ortaya çıkmıştı. Mesela sadece yuvarlak çerçeve gözlük takmanız bile sizin “Vayyy... entel dantel” lafına maruz kalmanıza sebep olurdu. Hatta belki de sadece bir kitap okumanız. Aynı şekilde elit ve bohem bir kesimde de düşük eğitim seviyesinde gördüğü halkı aşağılama hakkına sahip olduğuna inanan bir ruh hali vardı. Seküler hayatta ise zaten kürt kaba, çiğ köfte ayıp, lahmacun rezil, türkü sıkıcı, arabesk iğrenç idi. Bir şekilde aslında herkes birbirine bilenme derdindeydi. Bugün de aslında biraz o kitle, aşağıladıkları toplumda güç kazandığı için bu kadar hırs dolu. Ne yazık ki bu toplumsal, siyasal intikam döneminde de bizim gibi yaşlar tüm bu kuruluğun yanında yanmakta.

Image

Image

2.

Böyle bir havada karşımıza çıkan Kavanozdaki Adam tüm bu ayrıntıların yanında yine de ayrıksı kalıyor. Bugün ana akım kanallardan biri için çekilse belki de ikinci bölümde sona erdirilecek bir iş. Lynch-vari jeneriği, geren başlangıç müziği ve güzel oyunculuğu ile bence önemli bir televizyon klasiği. Mesut Uçakan’ın Faik Baysal’ın aynı adlı eserinden senaryolaştırdığı yapım Ahmet Mekin, Nevra Serezli ve Metin Serezli gibi önemli oyuncular ile çekiliyor. Milliyetçi-muhafazakâr bir kimliğe sahip olan Uçakan hemen sonraki yıl sanırım Necip Fazıl’ın bir eserini uyarladığı için Kavanozdaki Adam birçok kişi tarafından Kısakürek’in eseri olarak biliniyor.

Semih bey (Ahmet Meki) barış ve anlayış üzerine yoğunlaşan, sevilen bir yazardır. Eşi (Nevra Serezli), oğlu ve yurtdışında okuyan kızı ile sevgi dolu modern bir aile tablosu çizer. Ancak oğlu kötü adamlar tarafından  vurularak öldürülür. Diğer tarafta ise kendini beyin nakline adamış bir bilim insanı olan Profesör Kenan Bey vardır. Kendini işine o kadar çok vermiştir ki ailesiyle ilişkilerindeki sarsıntının ciddiyetinin farkında bile değildir.

Yazarımız beyin tümörüne sahip olduğunu ve tedavi edilemez noktaya geldiğini öğrendiğinde profesör ile yolları kesişir. Bilinen tek kurtuluş beyin naklidir. Profesör bu fırsatı kaçırmaz ve eşini kaybetmek istemeyen İnci Hanım’ın da desteğini alarak yazarı bu işe ikna ederler. Her ne kadar operasyon sonucunda “O ben olmayacağım” diye düşünse de Semih sonunda ikna olur ve dünyanın gözü önünde bu başarılı ameliyat gerçekleşir. Kan davası sonucu öldürülen bir inşaat işçisi olan Mehmet’in beyni Semih’e geçtiğinde ve uyandığında bu naklin kaderi ile ilgili cevabı da alırız. Vücuda beyin değil, beyine vücut aktarılmıştır. Bu noktadan sonra Mehmet'in evine ve kan davasına devam etme isteği ile Semih’in hayata bakışı, hayat tarzı arasındaki çelişkiler üzerine oldukça bunaltıcı ve başarılı bir gerilim başlar.

Image

Image

3.

80’li yıllarda 70’lerin sonundaki güvenliksiz ve kaotik Türkiye manzarası, bir kesimin kurtuluş, başka bir tarafın ise sonun başlangıcı olarak gördüğü 12 Eylül darbesi ile silinmeye çalışılır. Özal’ın serbest piyasa ekonomisi ve küreselleşmeyle şekillenen, iş bilen memur gibi tüketime dayalı-bağımlı, inanç istismarı ile beslenen toplum anlayışı çalışmaya başlar. Geçmişteki “Hangi taraftayım?” sorusunun yerini yavaştan “Ben kimim?” cümlesi alır. Toplumdaki kırılmalar; köylü, şehirli, işçi, patron ayrımı daha net olur. Bir süre önce neredeyse tamamen yok olan “ortadirek” kavramı ise sadece ilerleyen ekonomik batışı hafifletmek üzere kullanılan bir terimdir.

Kavanozdaki Adam, Semih’in tam tersi bir karaktere bürünmesiyle çevresindeki köylü-şehirli (ve günümüzdeki merkez-banliyö) çatışmasından yol alarak, en sakin insanın bile içinde beslediği nefret çiçeğine kadar ilerler. Profesörün tarafında ise başarı için tüm hayatını yok etmiş ve insani etikleri çöpe atmış bir karakterin batışı vardır. O tuhaf renk ve gölge gösterisi içerisinde gördüğümüz kavanozdakiler aslında tüm o eşler, çocuklar, merakla olanları izleyen insanlar belki de. Hatta Mehmet ve Semih’in arayışı neredeyse baştan kavanozu kırmış bir karakter gösteriyor olabilir bize. Semih bedeninde Mehmet şizoid bir şekilde de olsa en azından anlamaya çalışır, diğerleri ise sadece gördüğünün peşindedir, sorgulamaz.

Tüm bu yapısı ile yapım hâlâ tazeliğini koruyan bir güzelliğe sahip. Bazılarının dediği gibi yenisini çekmeye gerek yok, orijinali yeterince yıkıcı olabiliyor zaten.

Image

 
ÖNCEKİ The Radio Dept. (Johan Duncanson) seçti: Sosyalist reggae şarkılarının hikâyesi SONRAKİ Alper Canıgüz seçti: Kült dizi The Prisoner hakkında bir yazı
Bu yazıyı paylaş