Belgesel sınırlarını zorlayacak bir gazetecilik başarısı: Citizenfour

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Belgesel sınırlarını zorlayacak bir gazetecilik başarısı: Citizenfour

Yazı: Deniz Cuylan, İllüstrasyon: Sedat Girgin
ÖNCEKİ Hal Hartley dünyasından 10 unutulmaz karakter SONRAKİ Amerika’yı sarsan belgesel The Jinx ve beraberinde gelen etik tartışmalar

Geçtiğimiz ay Akademi Ödülleri’nde En İyi Belgesel dalı da dahil çok sayıda ödül ve övgünün sahibi Citizenfour, bu ay İstanbul Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini yaptıktan hemen sonra vizyona giriyor.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Image

Citizenfour, gazeteci ve belgeselci Laura Poitras'ın, ABD Ulusal Güvenlik Dairesi'nin (NSA) tüyler ürpertici çalışmalarını dışarıya sızdıran Edward J. Snowden hakkındaki Oscar'lı belgeseli. Konu tabii ki çok büyük ve sadece Amerika'da yaşayanları değil, tüm dünyayı yakından ilgilendiriyor. Artık duymayan kalmadı ama tekrarlamakta fayda var: Snowden'ın sızdırdığı bilgiler, 11 Eylül sonrası dünyada, ABD'nin istihbarat çalışmalarıyla ilgili genel paranoyanın ve komplo teorilerinin ne kadar temelli olduğunu kanıtlar nitelikte.

NSA, diğer ülkelerin istihbarat örgütleriyle de ortaklaşa çalışarak, kamuoyuna karşı şeffaflıktan uzak ve çoğu zaman yasalara aykırı bir şekilde, kişisel hakları ihlal ederek, tüm dünyadan kesintisiz bilgi topluyor. Bu istihbarat çalışması öyle bir boyutta ki, akla hemen distopik bilimkurgu hikâyelerini getiriyor.

Google'da arama yaptığınız kelimelerden, telefon görüşmelerinize, kredi kartı harcamalarınızdan, kişisel e-postalarınıza kadar her şey takip ediliyor. Hattâ Snowden'ın belgeselde bir noktada dediği gibi insansız hava araçlarının ve güvenlik kameralarının sağladığı kesintisiz video görüntüleri NSA çalışanları tarafından sadece bir klikle masaüstü bilgisayarlarından rahatça izlenebiliyor.

Image

Denebilir ki, bu kadar bilgi nasıl tek bir kurum tarafından işlenebilir? Snowden'ın açığa çıkarttığı sistem, tüm bu bilgilere retroaktif bir şekilde ulaşılabilmesini sağlıyor. Yani tüm bilgi zaten orada. Eğer en ufak bir şüphe altında kalırsanız, veya bir şekilde devletin hedefe yerleştirdiği bir insan hâline gelirseniz (ki buna bazı yakından tanıdığımız ülkelerde olduğu gibi, sadece muhalif olmak da eklenebilir) tüm bu “metadata” sizin aleyhinize kullanılabiliyor. Bunun nasıl sonuçlarının olabileceği çok korkutucu olmakla beraber, başka bir kapsamlı yazının konusu.

Bizim konumuz ise, belgeselin asıl odaklandığı konu. Dünyanın en güçlü devletinin sırlarını afişe etmekten çekinmeyen genç bir adamın motivasyonu, korkuları ve harekete geçmeye karar verdiği andan itibaren başına gelenler. Citizenfour bu açıdan bakıldığında belgesel sınırlarını zorlayan bir gazetecilik başarısı olarak karşımıza çıkıyor. Bu yapımdan sonra kurgusal casus filmi izlemek artık bizi kesmeyecek.

Citizenfour, aynı zamanda hepimizin deli gibi çalışıp, zenginleştirmeye çalıştığı portföylerimizin, daha iyi işler alabilmek için ne kadar önemli olduğunun da bir kanıtı aslında. Edward Snowden, Poitras'ın 2010'da tamamladığı The Oath, veya yine Oscar adaylığı olan 2006 yapımı My Country, My Country gibi işlerini takip edip, beğenmiş ve Poitras'a tamamen güvenmiş olmalı ki, harekete geçmeye karar verdiği anda onu arıyor. Aslında asıl yapımcıyı Snowden, belgeseli de tüm bu yapımın bir parçası gibi düşünürsek, Snowden her iyi yapımcı gibi, elinde güçlü bir malzeme olduğuna inandığı anda iyi bir ekibi bir araya getirmeye uğraşıyor.

İlk önce başarılı ve ismi güven uyandıran Poitras'ı, olacakları filme alarak belgelemesi için arıyor, sonra da daha önce yazdıklarıyla zaten öne çıkan, bu konuda ünlü bir isim hâline gelmiş olan, Guardian gazetesinden Glenn Greenwald ile bağlantı kuruyor. Üçlü, Hong Kong'da bir otel odasında buluşuyorlar ve adım adım aksiyon planını ortaya çıkarıyorlar. Biz de Poitras'ın bir gazetecinin ses kayıt âleti gibi yerleştirdiği kamerası sayesinde bu anları tüm çiğliği ve samimiyetiyle görme şansını yakalıyoruz. Gerçekten nefes kesici bir durum.

Image

Snowden, Greenwald'a NSA'ın bu gizli sisteminin detaylarını anlatırken, arada gelen telefonlarla çoktan Amerika'daki evinin izlendiğini, kız arkadaşının sorgulandığını öğreniyor. Amerika Birleşik Devletleri peşlerine düştüğü sırada ekip, bir otel odasına eşofmanlarıyla bir sonraki hamlelerini planlıyorlar. Ve üstüne üstlük, bütün bu gördüklerimiz gerçek. İçinde bulundukları durumun korkutuculuğuna ve karşı karşıya kaldıkları tüm risklere rağmen, hayatını işine adamış bir belgeselci ve gazeteci açısından cennete düşmek bu olmalı diye düşünüyorum. Ya da en azından elimde patlamış mısırla, rahat sinema koltuğumda Citizenfour'u izlemeye devam ederken bana öyle geliyor.

Filmde gördüklerimiz Edward Snowden'ın Greenwald ile konuşmalarından ibaret değil tabii ki. Laura Poitras dengeli ve dikkatli bir şekilde, Solaris'teki netameli, fütürist uzun otoyol sahnesini hatırlatan sekanslarıyla, sürekli izlendiğimiz hissini veren mesafeli şehir görüntüleriyle, veya hacker stili, siyah üzerine klavye sesli gizli yazışmalarla ve tabii ki en önemlisi sürekli altta devam eden Trent Reznor ve Atticus Ross'un imzasını taşıyan sinir bozucu, minimalist elektronik müziğiyle bilim kurgu ve distopya hikâyelerini, içinde yaşadığımız, çatışmalarla dolu bilgi ağı dünyasına bağlıyor. Bu açıdan bakıldığında, Citizenfour'un atmosferi belirlemekte ve mesajını sanatsal anlamda da zenginleştirerek izleyiciye geçirmekte becerikli olduğu söylenebilir. Ama yine de filmin bu derece başarılı olmasının sebebi şüphesiz Snowden'ın merak edilen yüksek profili ve belgeselin ele aldığı konunun önemi ve güncelliği.

Bu konularla ilgili pozisyonunuz ne kadar net olursa olsun, aslında güvenlik ve kişisel haklar dengesi devam eden büyük bir tartışma konusu. Citizenfour açık bir şekilde bu tartışmada taraf aldığından güvenlik yanı ağır basan görüşleri dinleme şansını bu belgeselde yakalayamıyoruz. Ama daha önce de dediğimiz gibi, film asıl Snowden kişiliğine odaklandığı için böyle bir beklenti içine girmemizi gerektirecek bir durum da yok. İsteyen bu tartışmaları birçok farklı kaynaktan takip edebilir.

Günümüzde herhangi bir ciddi gazeteyi elinize aldığınızda zaten hemen haber başlıklarında, Op-Ed bölümlerinde, köşe yazılarında karşınıza çıkacaktır. Snowden özelinden baktığımızda da, ne olursa olsun, bu filmi izleyip de aktivizmle ilgili heyecanlanmamak mümkün değil. Ve bence filmin vermek istediği mesajlardan bir tanesi de bu. Sonda yükselen Matrix gazını veren müzik ile sinema salonundan çıkarken kendimizi büyük güçlere karşı risklerle dolu bir casus hayatına atılan John Le Carré ve Wiliam Gibson karışımı bir roman kahramanı gibi görmek istiyoruz.

Her ne kadar Snowden, tartışmanın kendisi üzerinden yürümesini istemediğini söylese de, gazetecilerin karşısına çıkmadan önce jöleyle düzeltmeye çalıştığı saçlarının bize hatırlattığı gibi (büyük ihtimalle Assange'ın saçlarıyla rekabet edemeyeceğini biliyor), biraz inek, biraz hipster, politik, idealist, anti-kahraman miti, yeni aktivistlerin çıkması için olumlu bir çekici güç sağlıyor.

ÖNCEKİ Hal Hartley dünyasından 10 unutulmaz karakter SONRAKİ Amerika’yı sarsan belgesel The Jinx ve beraberinde gelen etik tartışmalar
Bu yazıyı paylaş