Özge Samancı’yla Türkiye’de büyümeye dair otobiyografik çizgi romanı Dare to Disappoint: Growing Up in Turkey üzerinden hafızaların derinlerine uzanan bir sohbete daldık.
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Multimedya sanatçısı ve çizer Özge Samancı’nın çizgilerine 2006’tan beri sürdürdüğü Ordinary Things adlı çizgi blogundan aşina olanlar vardır. Samancı’nın Türkiye’de kendi büyüme hikâyesini anlattığı ilk çizgi romanı Dare to Disappoint: Growing Up in Turkey, Amerika’da Farrar Straus and Giroux tarafından geçtiğimiz kasım ayında yayımlandı. Türkçeye çevrilmesini iple çektiğimiz kitabın detaylarını yaratıcısı Samancı’ya sorduk.
Çizgi romanlara ve çizimlere dair hatırladığın en erken anıların nelere dayanıyor?
En erken anım yatağımın yanındaki duvara tükenmezle çizdiğim garip şekil. Herhalde yürümeye yeni başladığımda filan çizmişim, hiç hatırlamıyorum çizdiğimi ama benden başka kim çizecek? Dört yaşında o çizime bakıp, bu ne ki, niye çizmişim acaba bunu diye düşünürdüm.
70’lerin sonları 80’lerin başlarında sınırsız kâğıt ve boya her evde bulunmazdı. Biz şanslıydık. Elimizin altında kırık dökük de olsa hep pastel, kuru boya, keçeli kalem ve suluboya oldu. Keçeli kalemler hemen biterdi. İçine kolonya doldururduk, sonra her yere keçelinin boyalı suları akardı. Resim de berbat olurdu bu arada.
Evde babamın okuldan getirdiği, tek tarafına ispirtoyla mor baskı yapılmış teksir kâğıtları vardı. Dönemin fotokopisi öyle bir şeydi. Yine de kâğıtları tutumlu kullanarak çizerdik. Örneğin bir resmi bitirip gösterince, “Aa ama bak kâğıdın burasını boş bırakmışsın” derlerdi.
Ablamla en büyük eğlencelerimizden biri çizmekti. Benim çizimlerim ablamın çizimlerinin kötü kopyalarıydı. Yan yana otururduk. Aynı konuyu çizmeye çalışırdık. Konularımız son derece klişe konulardı. Çocuk ip atlıyor, arkada akan bir dere, dağlar. Veya gelin-damat. Ya da elinde bayraklı çocuklar bir şeyler kutluyorlar filan. Sonra ben ablamın ne çizdiğine bakıp kıskançlık krizine girerdim. Zavallı ablam, bana bak burasını böyle şurasını söyle yap diye bir şeyler gösterirdi.
Yaramazlık yaparsak, annemin bize verdiği en büyük ceza boyalarımızı saklamaktı. Boyalar iki hafta evde bir yere saklanırdı. Bu cezayı alınca çok bedbaht olurduk. Ceza bitip boyalar çıkınca da sanki 24’lü yeni pastel boya seti hediye gelmiş gibi sevinirdik.
Anaokulunda yaptığım resimlerin dosyası hâlâ duruyor. Çok zavallı çizimler. Nasıl çizer olmuşum, ben de hayret ediyorum. Herhalde benimkisi yetenekten çok azim meselesi.
Kitabı tek oturuşta soluksuz okumuş biri olarak hikâyeden ve iç dünyada, yakın çevrede ve dışarıda, Türkiye’de olup bitenleri aktarma şekillerinden çok etkilendim. Hikâyeyi bu haline getirmek, bu kurguyu yapmak bir hayli incelikli bir iş olsa gerek. Ne kadarlık bir zamana yayılan, nasıl bir süreçti? “Hikâyeye bunları dahil edeyim ama şunları etmeyeyim” gibi bir elemeye gittin mi? Nasıl olması gerektiğine dair hangi kriterler kafanda netti?
Bu kitap kafamda 15 yıldır var. Bir şekilde uzun süre cesaret edip başlayamadım. Kitabı aktif olarak yapma sürecim beş yıl. Bunun iki yılı hikâyeyi kurmak, iki yılı çizmek, bir yılı da kitabın sırasını beklemesi şeklinde geçti. Kitabı altı kere yeniden yazdım. Delirme ve vazgeçme noktasına çok geldim. Editörüm sürekli hikâyeyi Türkiye’de yaşamayan okuyucu için yazdığımı hatırlattı. O yüzden Türkiye’de yaşayan insanlara gün gibi aşikâr olan bazı kültürel ve tarihsel bilgileri didaktik olmadan açıklamam gerekti. Onlara yer açmak için de bazı anekdotlar kitaba giremedi. Zaten o yüzden de hikâyeyi yazmak iki yılı buldu.
Hikâyenin akışında içeriğin yanı sıra teknik de çok belirleyici oluyor; sayfa kullanımı ve geçişler çok organik ve okuyanı yönlendiriyor. Bu sanki kitaba okuyanın hayal etmesini kolaylaştıran hatta onun da hafızasına dokunan bir boyut katıyor. Bu bilinçli bir karar olsa gerek?
Çizgi romanın en önemli ögelerinden birisi kareler. Bu kitapta da çizgi roman kareleri var ama karelerin sınırları yok. Hatırladığımız şeylerin buğulu bir yanı var. Sanki etrafına kare çekince söylem çok sert oluyor. Bir de çerçeve çerçeve hikâye okumayı seviyorum ama öyle anlatmayı sevmiyorum. Karelerin etrafında sınırlar olmadığı için ve deneysel bir anlatı kullandığım için okuyucunun gözünü yönlendirmek, hangi kareden sonra nereye bakacağını söylemek önemliydi. Okuyucu kaybolursa, kitabı atar bir yana.
Ordinary Things’den de aşina olunduğu gibi kitapta farklı teknik ve malzemeleri bir arada kullanıyorsun; illüstrasyon, karalama, kolaj, farklı dokular, boyutlar, farklı malzemelerle lekeler… Kendi dilini bulmak, ne istediğinde karar kılmak için seni yönlendiren en önemli kriterler neler oldu?
Ordinary Things (http://www.ordinarycomics.com) 10 yıl önce başladığım online çizgi bant. Başlama sebebim arkadaşlarımı eğlendirmek, yurtdışında yaşadığım için onlara ayrı ayrı mail atmaktansa durumu bir kare çizimle özetlemekti. Bir yandan da aklımda olan bu kitap için denemeler yaptığım bir yere dönüştü. Ordinary Things’de hata yapmaktan korkmamayı, hataları işin parçası yapmayı öğrendim. Suluboya ve akrilik kullanmayı kendime öğrettim. Çizimle kolajı birleştirmeye başladım. Üç boyutlu objeleri, örneğin, bozuk DVD çalar parçalarını, kırık CD’leri, arabanın kırılan on camının parçalarını, patlamış mısırları, çakıl taşlarını, plastik eldiven gibi acayip nesneleri iki boyutlu çizimlerle birleştiriyordum.
Kitaba hangi icatların gireceğini tamamen eğlence ve heyecan unsuru belirledi. Beni eğlendiren ve heyecanlandıran bütün keşiflere kitapta yer bulmaya çalıştım. Bir yandan da malzemeleri belli bir duyguyu taşıyacak metaforlar olarak kullanmaya çalıştım. Örneğin, ışıltılı bir kişiden bahsediyorsam, dansöz giysisini süsleyen pullar kullandım. Ya da çirkef bir insandan söz ediyorsam arka planı kahve sıçratarak boyadım.
Kitaba dair başlarda tasarlayıp süreç içinde uzaklaştığın fikirler, çeşitli sebeplerden ötürü değiştirdiğin kararlar oldu mu?
Evet, bu tarz kararlar genellikle editörün verdiği yorumlara dayalı olarak gelişti. Genelde “Bu olmadı, atalım” dediğim yerler, kültürel bir durumu açıklamaya çalışırken didaktik olan yerler oldu. Örneğin, Özal döneminde paranın nasıl değerini kaybettiğini açıklıyordum. Darphaneler filan vardı. Olmadı, sıkıcı oldu.
Çocukluğuna dayanan böyle bir otobiyografik hikâyeyi yazmak sanki geçmişe ve içedönük derinlikli bir araştırma ve hatırlama süreci gerektirebilir. Hikâye senin hafızanda hazır ve net miydi? Yoksa hatırlamaya yönelik özel hazırlıkların oldu mu?
En önemli hazinem hafızam. Annemden gelen bir şey. Uzak geçmişi görsel olarak ve hisler olarak çok iyi hatırlıyorum. Anı dinlemeyi ve anılardan konuşmayı çok severim, konuyu habire anılar ve anekdotlara getiririm. Baksana, çizime dair en erken anıların neler diye sordun, anlattıkça anlattım. İnsan konuştukça, anlattıkça, dinledikçe hatırlıyor. Hikâye değeri olan anıların başlıklarını Google’da bir dokümana yazıyorum. Ne zaman aklıma bir şey gelse dosyayı açıp not alırım. Bu tarz not aldığım defterlerim var.
Ailenin kitaba tepkileri nasıl oldu? Yayınlanmadan önce birilerine gösterdin mi?
Ablam bugünlerde zevkle okuyor kitabi. Yarısında. Okuduğu kadarını çok beğendi. Kitabın eline geçmesi zaman aldı. Hikâyedeki karakterlerden biri olan Nihat dayıma cümle cümle tercüme etmiştim, üç yıl önce, hikâye netleştikten sonra. Abartma ve deformasyon var mı, sevdiklerimin kalbi kırılacak mı diye kaygılarım vardı. Sonuçta hafıza bu. Dayım gözleri dolarak dinlemişti bütün kitabı. O öyle bir tehlike sinyali vermeyince işe koyuldum. Annem ve babam kitabın Türkçesini bekliyor. Umarım kalp kırılması olmaz.
Otobiyografik/kişisel hikâyeler ve çizgi anlatım bir şekilde çok iyi anlaşan bir ikili. Neden böyle olduğuna dair senin fikirlerin neler?
Aslında film ve edebiyat da kişisel hikâyeleri anlatmak için uygun ortamlar. Sanıyorum çizgi, okuyucuların kendilerini karakterlere yansıtmasını daha çok teşvik ediyor. Sonuçta gerçek hayatta nesnelerin etrafında çizgiler yok. Birini çizgiyle ifade ettiğinizde ister istemez bir soyutlama yapmış oluyorsunuz. O soyutlama da güzel bir belirsizliğe, o belirsizlik de okuyucuların kendilerini karaktere ve hikâyeye yansıtmasına ortam yaratıyor.
Kitabı 14 yaş ve üzerini baz alarak hazırlamışsınız. Genç okuyuculardan gelen tepkileri gözlemleme fırsatın olabildi mi? Olabildiyse biraz paylaşabilir misin?
Genelde okuyup bana ulaşanlar, ya da internette yorum yazanlar, yetişkinler. 14-20 yaş grubunun ne düşündüğünü çok öğrenme fırsatım olmadı. Birkaç arkadaşımın genç çocuğu okudu, çok sevdiklerini söylediler. Bir tanesi kitabı kalbine basarak resim yolladı. Bazen burada Chicago’da sınıfımıza gelip konuşur musun diye öneri geliyor. Ama birebir çok genç bir okuyucuyla henüz konuşmadım. Chicago, Los Angeles, ve New York’ta bir kaç liseye gitme planım var. Eninde sonunda o konuda fikir sahibi olacağım.
Geçmişten ya da günümüzden ilham verici bulduğun çizer ve yazarlar var mı?
Lynda Barry’nin işlerini muhteşem buluyorum. Türkiye’de tanınan bir çizer değil. Dâhi bir insan olmasına rağmen hayattaki alçak gönüllü duruşu çok etkileyici. Çizimlerinde okuyucuya yukardan bakan, işte bak ben böyle muhteşem çiziyorum diye üstünlük kuran bir hava yok. Fransız çizer Sempé’nin çocukluğumdan beri hayranıyım. Chris Ware, Alison Bechdel, Gabrielle Bell, David Mazzucchelli, Marjane Satrapi, İlban Ertem, Uğur Gürsoy, Roz Chast, Piyale Madra, Cem Dinlenmiş, Dan Zettwoch, Joann Sfar, Nicolas Mahler, Maira Kalman diğer ilham verici bulduğum çizerler. Bunlar şimdi aklıma gelenler. Çok sevip adını unuttuklarım da olmuştur.