Dördüncü filmiyle huzurlarınızda: Yönetmen Jodie Foster

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Dördüncü filmiyle huzurlarınızda: Yönetmen Jodie Foster

Yazı: Tuba Altuntaş, İllüstrasyon: İsmail Berkel
ÖNCEKİ Anneler toplumun monadları: Senem Tüzmen’le “Ana Yurdu” üzerine SONRAKİ Mayıs ayı vizyonu: Iskalanmaması gereken dokuz genç yetenek

Jodie Foster’ın yönetmen koltuğuna oturduğu ve bu ay izleme şansı bulacağımız son filmi Money Monster’dan yola çıkarak Foster’ın hayatına, ama özellikle de kamera arkasındaki kariyerine yakından bakma fırsatı bulduk.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Kendisi için söylenen “gözümüzün önünde büyüdü” klişesini sonuna kadar hak eden bir isim Jodie Foster. Zira kendisi henüz üç yaşındayken başladığı oyunculuğa kırkın üzerinde reklam filmi, bir o kadar sinema filmi, çeşitli televizyon dizi ve filmleriyle bolca ödül ve övgü sığdırmayı başardı.

Reklam oyuncusu olarak sekiz yaşında kariyerinin zirvesine oturunca, bu kez dizi oyunculuğuna başlayan Foster bu alanda da hatırı sayılır miktarda işte çalıştı ve artık beyazperdeye büyük ve kalıcı bir adım atma yoluna çıktı. Foster hiç şüphesiz gelmiş geçmiş en deneyimli kadın oyunculardan biri olarak biliniyor ve kabul ediliyor günümüzde. Çocuk oyunculuktan kadın oyunculuğa kusursuz bir geçiş yapması, belki de kariyerinde ona en büyük kazanımı sağladı.

Henüz on dört yaşında Martin Scorsese’nin Taxi Driver filmindeki efsane rolüyle En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu kategorisinde Oscar adayı olan Foster, yirmi altı yaşında bu kez tecavüz mağduru bir kadını canlandırdığı filmi The Accussed filmiyle En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nün sahibi oldu. Sadece üç yıl sonra The Silence of the Lambs ise ona genç yaşta iki Oscar’lı bir kadın oyuncu olma unvanı getirdi.

Filmleriyle kazandığı başarı herhangi bir kadın oyuncuyu kıskançlık krizine sokabilecek güçte olan Foster’ın oyunculuk kariyerine odaklanmak değil esas amacımız. Dünya prömiyerini gerçekleştireceği Cannes Film Festivali’nin hemen ardından bu ay gösterime girecek son filmini bahane ederek, bir yönetmen olarak mercek altına almak istiyoruz ünlü oyuncuyu.

Küçük yaşlardan itibaren zamanının büyük bir kısmını geçirdiği setlerde kadın sayısının azlığı hep dikkatini çekmiş Foster’ın. Neden yeterince kadın yönetmen olmadığı sorusuna çocuk yaştan itibaren kafasını takmış. Zaten çok iyi bir oyuncuyum neden yönetmenlik gibi zor bir sınava kendimi sokuyorum diye düşünmeden, 1991 yılında atıldığı bu işte eleştirmenlerden geçer not alan filmler çekmeyi de başarmış bir yönetmen kendisi. Yönetmenlik koltuğuna oturup kimi bölümlerini çektiği Orange Is the New Black, House of Cards ve Tales from the Dark Side gibi televizyon dizilerini bir kenara bırakarak, ünlü yıldızın yönetmenlikteki sınavına sondan başa doğru göz atalım şimdi.

Image

Money Monster (2016)

Başrollerini George Clooney, Julia Roberts ve son dönemin yükselen yeteneklerinden İngiliz oyuncu Jack O’Donnell’ın paylaştığı Money Monster’a uzun bir süredir hazırlanan Foster’ı beş yıllık bir aradan sonra yeniden yönetmen koltuğunda göreceğiz bu ay. Hollywood’un hakkında çok sayıda hikâye anlattığı Wall Street maceralarından birini, bu kez bir TV programı üzerinden işleyen Foster, geniş kitle sinemasına da göz kırpıyor filmiyle.

Foster’ın ilk kez suç ve gerilim yüklü bir hikâyeye odaklandığı bu film, borsa tüyoları veren programın sunucusu ve yapımcısını merkez alırken, bir izleyicinin bu tüyoları uygulaması sonucu tüm parasını kaybetmesiyle, programın çekildiği kanalda estirdiği terörü konu alınıyor. Öfke giderek tırmanıyor ve canlı yayında milyonların gözü önünde sunucu rehin alınıyor. Ona tek yardım edebilecek kişi ise sadece sesiyle onu yönlendiren programın yapımcısı. Hızlı temposu ve düşmeyen tansiyonuyla filmin hem eleştirmenler hem de seyirciden geçer not alması şaşırtıcı olmayacak gibi görünüyor.

The Beaver (2011)

Foster’ın başrollerini Mel Gibson, Anton Yelchin ve yıldız oyuncu Jennifer Lawrence’la paylaştığı The Beaver, çağımızın vebası majör depresyon problemine odaklanan bir hikâye konu alıyordu. Filmde, başarılı bir işadamıyken yaşadığı psikolojik sorunlar yüzünden etrafıyla olan iletişimi kopma noktasına gelen Walter Black’ın hayatına konuk olmuştuk. Eski güzel günlerine dönmek ve sahip olduğu kronik depresyonu yenmek isteyen Black’in, bunun için farklı yöntemler denemesi ve en sonunda hayatına giren bir kuklayla işlerin değişmesini anlatan film, kimselere pek yaranamasa da eli yüzü düzgün bir filmdi.

Yer yer son derece duygu sömürüsüne kayabilecek bir hikâyeden, seyircisini boğmayan dört başı mamur bir iş çıkarmayı başaran Foster, filminde yer yer beslendiği komediyle de izleyiciye iyi vakit geçirtmenin de bir yolunu bulmuş gibiydi. Teknik rejisi kadar, hikâye anlatımında kendine ait bir gözü olduğunu ispatlayan Foster’a karşı umutlarımızı güçlendiren bir filmdi The Beaver.

Home for the Holidays (1995)

Jodie Foster yönetmenlik kariyeri boyunca, geniş kitle sinemasında aşina olduğumuz hikâyelere yaklaşırken, içerisine yerleştirdiği sevimli detaylarla daima fark yaratmayı becerebilen bir yönetmen olmayı başardı. İşte buna örnek olabilecek bir diğer filmi Home for the Holidays’te de bir Amerikan klişesi olan şükran gününde kalabalık bir aile toplaşmasını konu alıyor. İki elin kanda olsa mutlaka gitmek zorunda olduğun ve ailenle geçirmen gereken şükran gününde disfonksiyonel aile temasını didikleyen Foster, izleyicisine aile kavramı üzerinden bir sorgulatma yaşatıyor.

İşini kaybeden Claudia Larson’ın kızının şükran gününde kendisini değil de erkek arkadaşını tercih etmesi üzerine gelişen olayları konu alan film, gerçekliği, diyalogları ve yaratılan incelikli karakterleriyle Foster’ın hanesine artı puan olarak yazılıyor. Geri dönüp baktığımızda doksanların Amerikan bağımsızları arasında da özel bir yere oturtulabilecek film, Foster’ın bir yönetmen olarak da ciddiye alınmasında da önemli bir rol üstlenmişti.

Little Man Tate (1991)

Ünlü oyuncunun bu ilk yönetmenlik deneyimi, tek başına çocuk büyüten bir annenin hayatında karşına çıkabilecek zorlukları gözler önüne sermeyi hedefleyen ve yarattığı anne-oğul karakterlerinin sağlamlığıyla da kendine hayran bırakan bir filmdi. Altı yaşında konser verebilecek kadar piyano çalabilen, on yaşında üniversiteye kabul edilebilecek kadar yüksek IQ’lu oğlu için mücadele eden bir anneyi canlandıran Foster, hem oğlunun hak ettiği hayatı ona sunmak için olağanüstü mücadeleler veren annelerden birini muazzam bir biçimde canlandırıyor, hem de metanetli bir hikâye anlatıcısı olduğunu kanıtlıyordu bu filmiyle.

Foster’ın dolaylı da olsa otobiyografik yönelimlerde bulunduğu bu film, izleyicisine büyük bir yalnızlık içinde kalan bir çocuğun sevgi arayışını ve annesiyle kurduğu küçük ama özgün dünyayı, duygu sömürüsüne kaçmadan, başarıyla anlatmış ve Foster’ın henüz ilk yönetmenlik işiyle alkış toplamasına vesile olmuştu.

 

 

 

ÖNCEKİ Anneler toplumun monadları: Senem Tüzmen’le “Ana Yurdu” üzerine SONRAKİ Mayıs ayı vizyonu: Iskalanmaması gereken dokuz genç yetenek
Bu yazıyı paylaş