Gus Van Sant’ın Sea of Trees’i şerefine: Bomba yönetmenlerin patlak filmleri

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Gus Van Sant’ın Sea of Trees’i şerefine: Bomba yönetmenlerin patlak filmleri

Yazı: Melikşah Altuntaş
ÖNCEKİ Beyazperdenin şairleri, romancıları: Gerçek yazar biyografileri SONRAKİ Karışık bir kariyer hakkında 20 gerekli gereksiz bilgi: Matthew McConaughey

Geçen yıl Cannes Film Festivali’nde ibretlik kötü eleştiriler aldıktan sonra kayıplara karışan Gus Van Sant’ın Sea of Trees’i nihayet vizyona girmişken, beyazperdenin diğer yönetmen hüsranlarını anımsayalım dedik.
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Image

PLANET OF THE APES (2001)
Tim Burton

Aynı adlı klasiğin doksanlı yılların gotik hitlerinin yönetmeni Tim Burton tarafından beyazperdeye uyarlanacağı haberinin ilk çıktığı anı hatırlıyorum. Tüm Tim Burton hayranları heyecanla birbirine sarılmış bunun gerçek olamayacak kadar güzel bir rüya olduğunu düşünüyordu. Filmden çıkan, Helena Bonham Carter’ın goril kisvesi altında bir çeşit Michael Jackson tiplemesi gibi göründüğü ilk görsel ise rüyaların tersini çıkaran ilk işaret oldu. Film gösterime girdiğinde sinema salonlarını dolduran seyircileri öyle bir facia karşıladı ki, Burton’a gönülden bağlı olanların bile yapabildiği en insani hareket filmi yok saymak oldu. Burton’ın kendini anlamsızca ciddiye alan filmi, orijinal metni pek de anlamamış senaryosu bir yana, makyaj felaketi ve parodiyi andıran oyunculuklarıyla da unutulmaz bir felaketti. Burton’ın iki binli yıllarda, Planet of the Apes’i takip eden ve kendi geçmişine öykünerek çektiği diğer filmlerin hemen hiçbiri de eski hayranlarına yaranamadı.        

Image

                                    

ALEXANDER (2004)
Oliver Stone

Stone’un kariyerinin çok sayıda tartışmalı başarıya ev sahipliği yaptığını söylemek güç değil. Filmografisi baş tacı edildiği kadar yerden yere vurulan filmlerle de dolu bir yönetmen kendisi. Ama yine de 2004’e kadar hiçbir filminde Colin Farrell’ı sarı bir perukla Büyük İskender, Angelina Jolie’yi de onun neredeyse kendiyle yaşıt annesi olarak kakalayacak kadar çaresizleşmemişti doğrusu. Dev bir reklam kampanyası ve ölümüne goygoyla gösterime giren Alexander’ın tarihi epiklerin olmazsa olmazı “inandırıcılık” meselesini yerine getirmek şöyle dursun, bir anı bile gerçekçi değildi. Tüm oyuncu kadrosunun kendini, ilk akla gelen sarı yaldızlarla bezeli kostümler içinde rezil rüsva etmesi bir yana, savaş sahnelerinin de korkunç bir rejiyle beyazperdeye yansıması, filmi unutulmaz bir kötü filme dönüştürdü. Filmi gösterime girdiği gün ağzına kadar dolu Rexx Sineması’nda izlerken, salondaki bir seyircinin kustuğunu hatırlıyorum. Filmden bağımsız olduğunu tahmin ettiğim bu mide bulantısının, filme verilebilecek bir tepki olarak değerlendirildiğinde ne kadar haklı olduğunu düşünmek için kapanış jeneriğine kadar beklemeye gerek yoktu açıkçası.

Image

MANDERLAY (2005)
Lars Von Trier

Sinemaseverler olarak, Danimarka’dan tüm dünyaya atılmış bir havan topu olarak tanımlanabilecek Lars Von Trier’in bozuk psikolojisinden az çekmedik. Yine de bu filme kadar sevenini de nefret edenini de sinema salonundan eli boş yollamayan Trier, kibir duygusu üzerine çekilmiş belki de en iyi film olan Dogville’e devam filmi çekmek gibi gereksiz bir gayrete girdiği Manderlay’le öylesine heyecansız bir işe kalkıştı ki, karanlık bir salonda iki saat boyunca insanoğluna dair ezber bilgilerimizi gözden geçirip sessiz sedasız çıkıp gittik ve bu filmin varlığına dair bildiğimiz her şeyi de o salonda bıraktık. Bir önceki filminden aşina olduğumuz oyunbaz rejisinin üzerine hiçbir şey eklemeden, Amerikan ırkçılığına dair bir taşlamaya girişip, ancak didaktik bir kamu spotu çıkarabilen Trier, filmin aldığı kötü eleştiriler ve derin bir hayran sessizliğinden sonra uzunca süre kabuğuna çekildi. Sonrası ise birkaç beyhude geri dönüş çabası ve Cannes’daki basın toplantısında yaptığı dünya talihsizi “Hitler’i anlayabiliyorum” açıklaması oldu.

Image

THE FOUNTAIN (2006)
Darren Aronofsky

Kariyerindeki hemen her film anlamsızca şişirilen ve aslında kendi halinde bir Amerikan bağımsızı olarak kalsa belki de çok daha iyi bir filmografisi olabilecek Aronofsky, istekleri bitmek bilmeyen bir Hollywood stüdyosunun boyunduruğu altında kendi karmakarışık filmini çekmeye çalışınca ne yazık ki madara olmaktan kurtulamadı. Hugh Jackman’la yönetmenin o dönemki eşi Rachel Weisz’ı resmen iki paralık ettiği The Fountain’da Aronofsky, kendi aklının içindeki dünyada, üç farklı dönemde ruhani bir yolculuğa çıkardığı iki âşık üzerinden bir varoluş güzellemesine girişiyordu, ancak perdeye yansıyan şey maalesef yoga pozisyonundaki kel Hugh Jackman’ın bağdaş kurarak sağa sola uçmasıydı. Aronofsky’nin zihni ve gerçekler arasındaki bu uçurum, stüdyoya 25 milyon dolar zarar, yönetmenin de kariyerinde onulmaz bir yara olarak geri döndü. Her iki taraf da bu hezimetten yeterince ders almamış olacak ki sekiz sene kadar sonra, gelmiş geçmiş en uzun soluklu ve türlü talihsizliklerle dolu prodüksiyon süreçlerinden birine sahip olan pek feci Noah’ya imza atıldı ve bu işten de muhtemelen yalnızca Aronofsky’nin ve stüdyo yöneticilerinin terapistleri mutlu ayrıldı.

Image

THE LOVELY BONES (2009)
Peter Jackson

Sinema tarihine The Lord of the Rings serisi gibi bir klasik armağan etmiş olan Peter Jackson’ın üzerinde, bu efsane seriden ve En İyi Film dahil on bir dalda Oscar kazanmış bir önceki filminden sonra nasıl büyük bir baskı vardı, tahmin edebiliyoruz. Ama önemli olan, baskılara rağmen ayakta durabilmek değil midir? Evet elbette öyledir ve Jackson’ın ilk darbede nakavt olması da uzun süre beklenen The Lovely Bones’un gösterime girmesiyle çok acı bir biçimde gerçekleşti. Bir yandan sinema yazarları, diğer yandan izleyiciler bu dünyayla ahiret arasında gidip gelen fantastik dramdan öyle etkilenmedi ki, filmin üzerine kurulduğu tek dayanak da tuzla buz oldu. Filmin neredeyse tek başarısı sayılabilecek şey Stanley Tucci’nin canlandırdığı karikatürize kötü adam rolüyle Oscar adayı olmasıydı ve o bile sinemayı seven ve iyi ile kötüyü ayırt edebilen insanlara bir çeşit hakaret gibiydi… Jackson, The Lord of the Rings dünyasını yeniden doğurma endişesine kapıldığı The Hobbit serisiyle de umduğunu yakalayamadı; neyse ki The Lovely Bones ile gelmiş geçmiş en fena işine imzasını çoktan atmıştı.

Image

I’M SO EXCITED (2013)
Pedro Almodovar

Bazı şeyler hiç değişmiyor ve bazı yönetmenler asla yaşlanmıyor. 2013 yılında Almodovar’ın son filmini görmek için sinemaya giden yüzlerce sinema yazarı, kritiklerine böyle bir cümleyle giriş yapmak için nelerini vermezdi. Ancak yalnızca I’m So Excited’ın Türkiye’de gösterime girdiği ismiyle müsemma eylemi gerçekleştirmiş, yani cidden aklını oynatmış biri, filmi gördükten sonra böyle bir girişe imza atabilirdi. İspanyol sinemasının müthiş özgün ve daima rengârenk ustası Almodovar, kariyerinin başlarında çektiği sulu komedilerin tadını yakalamaktan çok uzaktaki bu denemesiyle öylesine gülünç bir duruma düşüyordu ki, hayranlarına ancak başkasının yerine utanma denilen duyguyu çok sevdikleri bir yönetmen için hissetmek düşüyordu. Blu çağında bir ergen, anne babasının sandığı kadar cool olmadıklarını anladığı an ne hissettiyse, bu filmi izleyen hayranları da Almodovar için benzer hisler içindeydi. Bu demode mizah anlayışından tat alabilmek mümkün değildi belki ama umudu yitirmeyip bir sonraki filmi bekleyebilmek mümkündü. Biz hayranlar da bunu yaptık. Ben bu noktada mevzubahis umutları daha fazla kurutmamak için geçtiğimiz Cannes’da izlediğim son filmi Julieta’yı da izlememiş gibi yapacağım.

Image

JIN (2013)
Reha Erdem

Bazı meselelerle ilgili masalsı bir ton tutturup konuyu romantize etmeden önce iki kere düşünmek gerekiyor. Bu filme kadar özgün dünyasından pek de şüphe etmediğimiz ve kendine has bir hayran kitlesi edinmiş olan Reha Erdem’in, Jin’i çekmeden önce iki kere düşünmemiş olması ne acıydı. Her türden yönetmen tercihine sonsuz saygı duymakla birlikte Reha Erdem’in, Türkiye’de Kürt meselesiyle ilgili toplumsal manada belki de ilk kez iletişime geçildiği bir dönemde, hemen her sahnesiyle meseleye pek de hâkim olmadığını hissettirdiği bu filmi, bir Kürt militanının hikâyesini Kırmızı Başlıklı Kız masalı üzerinden yorumluyordu. Bu bile Erdem’in ölçüsüzlüğüyle ilgili fikir vermeye yetecekken, iyi ile kötü çatışmasını siyah ile beyaz yüzeyselliğinde tutan senaryosu, finale doğru gördüğümüz epey ucuz görsel efektli sahneler ve herkesin başka telden çaldığı oyuncular ve diyalektleri, Jin’i tek kelimeyle çekilmez kılıyordu. Bu filmi takip eden Şarkı Söyleyen Kadınlar ile film çekme maharetlerini ciddi anlamda sorgulamaya devam ettiren Erdem’in eylül ayında Venedik’te izleyici karşısına çıkacak son filmi Koca Dünya’da nasıl bir iş ortaya çıkardığı merak konusu.

DİĞERLERİ

Sinema tarihinde kendisine beslediğimiz umutları un ufak eden yönetmenler ve korkunç filmleri bunlarla da sınırlı değil elbette. David Lynch’in bilim kurgu edebiyatının klasiklerinden Dune’dan 1984 yılında yaptığı epey fena uyarlama, Roman Polanski’nin gerçek hayatta geçirdiği sancılı dönemi tamamıyla yansıttığı gülünç avantürü Pirates (1986), Brian DePalma’nın rüya gibi bir oyuncu kadrosu toplayıp kâbus gibi bir kötü filme imza attığı The Bonfires of the Vanities (1990), Francis Ford Coppola’nın The Godfather: Part III’yi takip eden Robin Williams’lı zekâ yoksunu dramedisi Jack (1996), Ridley Scott’ın Demi Moore’un kafasını kazıtıp orduya soktuğu militarist felaketi G.I. Jane (1997), son derece orijinal filmlerin ardından Kevin Costner’lı bir spor romansı çekmeye soyunan Sam Raimi’nin For Love of the Game’i (1991), Roberto Benigni imzalı rezillik derecesinde bir klasik masal uyarlaması Pinocchio (2002), Coen Kardeşler’in bile hata yapabilir olduğunu kanıtlayan aşırı gereksiz yeniden çevrim The Ladykillers (2004), Cameron Crowe’un ne idüğü belirsiz romantik komedisi Elizabethtown (2005), ilk birkaç filminden sonra kimselere yaranamayan M. Night Shyamalan’ın gerçek çöküşünü kanıtlayan The Last Airbender (2010), Michel Gondry balonunu patlatan çok fena süper kahraman komedisi The Green Hornet (2011), Amerikan bağımsız sinemasının efsane yönetmenlerinden birine dönüşecekken büyük stüdyoların elinde kuklaya dönen David Gordon Green’in Your Highness’ı (2011), Terry Gilliam’ın kendisi dahil olmak üzere kimsenin gereğini çok anlayamadığı bilim kurgu fantezisi The Zero Theorem (2013), Wachowski Kardeşler’in The Matrix serisi sonrası kendilerini bir türlü toparlayamadığının ispatı niteliğindeki Jupiter Ascending (2015) ve bu ay gösterime girecek ve Matthew McConaughey – Naomi Watts’lı yanlışlıkla komediye dönüşen ağdalı melodram Sea of Trees, sevdiğimiz çok başarılı yönetmenlerin akıl almaz gafletleri olarak sinema tarihindeki yerlerini aldılar.

 

 

ÖNCEKİ Beyazperdenin şairleri, romancıları: Gerçek yazar biyografileri SONRAKİ Karışık bir kariyer hakkında 20 gerekli gereksiz bilgi: Matthew McConaughey
Bu yazıyı paylaş