Antakya’da bulunan mülteci kampından attığı tweet’lerle radarımıza düşen Molly Crabapple’la savaş, üretim, kadın ve eylül ayında açılacak yeni sergisi Annonated Muses üzerine sohbet ettik.
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Sorunlu bölgelerdeki çocuklara yardım amacıyla kurulan uluslararası örgüt Save the Children’ın projesi kapsamında Antakya’da bir mülteci kampında bulunan okulun duvarlarını resimlerle kaplayan Molly Crabapple, 2013’ten bu yana Suriyeli mültecilerin sorunlarıyla ilgili işler üretiyor. Özellikle Occupy Wall Street sırasında ürettiği posterlerle politik mücadele çevrelerinden ciddi bir takdir toplayan, Vice için kaleme aldığı illüstratif politik makalelerle ödül kazanan Crabapple’ın geçmişinde çizgi romanlardan bürlesk dans ve nü modeli birleştiren okullara varan zengin bir çeşitlilik ve etkileyici bir üretim bolluğu söz konusu...
“Bir kadın olarak çoğunlukla nesneleştirildiğim bir dünyada, çizim bana bakmam için, bir özne olmam için alan yarattı...”
Çizim defterinin hayatın kapılarını açan bir anahtar olduğuna dair bir ifaden var. Çizimlerin sayesinde seni içeri almayan bir gece kulübüne girebildiğini, lisede popüler çocukların masasına oturabildiğini, seyahat ederken yerel gruplarla tanışabildiğini söylüyorsun. Bu anlamda çizim defterini bir anahtar olarak kullanmaya devam ettiğini hayal edebiliyoruz. Ancak dünyanın sorunlara boğulmuş köşelerine seyahat ederek bu bölgelerdeki karanlığı çizimlerine aktardığını düşündüğümüzde bu işlev sadece sana kapı açmakla kalmıyor, seni takip eden herkese bu bölgenin sosyal, ekonomik ve kültürel gerçekliğine de erişim sağlıyor. Çizim defterinin bu çoklu işlevi hakkında ne düşünüyorsun?
Çizmek çoğunlukla fotoğrafın olmadığı bir şekilde işbirliği gerektiren bir eylem. Benim birini çizebilmem için bu kişinin sabit durması, çizim eylemine razı olması gerekiyor. Ne yaptığımı görebiliyorlar. Eğer kötüyse dalga geçebiliyorlar. Bir kadın olarak çoğunlukla nesneleştirildiğim bir dünyada, çizim bana bakmam için, bir özne olmam için alan yarattı.
Ancak başka bir işlevi daha var. Çizim, emek gerektiren, yavaş ve bireysel bir iş. Ellerinle yaptığın bir iş. Bir şey çizdiğin zaman, örneğin bir sergiye verdiğin emek, yetenek ve özen sayesinde insanlara bir nevi “Ben buna bakarak uzun zaman geçirdim, sen de bakmalısın” demiş oluyorsun. Özellikle marjinalleştirilmiş, hatta saklanmış şeyleri çizdiğinde bu bir süper güce dönüşüyor.
Sen bürlesk ve nü çizim dersinin özgün bir birleşimini sunan Dr. Sketchy’s Anti-Art School’unun kurucularından birisin aynı zamanda. 2005’de Brooklyn’de bulunan bir barda başlayan Dr. Sketchy’s şimdi dünyanın dört bir yanında yüzden fazla şubesi olan bir zincir haline geldi. Bu okul modelinin yaratılmasının altında yatan ilham noktalarını ve hoşnutsuzlukları anlatır mısın?
Ben üniversite eğitimim sırasında bir nü model olarak çalıştım. Acı veren pozlar eşliğinde saatlerce duvarlara bakmak ve anonim anatomini çizere sunmak... Dünyanın en imkânsız ve sıkıcı işi olabilir. Amerika’nın çıplaklık karşısında duyduğu derin rahatsızlık nedeniyle çoğu okulda öğrencilerin benimle konuşması bile yasaktı. Onlar öğretmenlerine dertlerini anlatır, öğretmen ise bana yeni emirler verirdi.
Aynı zamanda tanıdığım pek çok yetenekli, renkli ve zeki performans sanatçısı da nü model olarak çalışıyordu. Bu formatın bu yeteneklerin ortaya çıkmasını yasaklıyor oluşu zoruma gidiyordu açıkçası. Söylenecek o kadar çok şey varken modelin konuşmasının yasaklanması... Kiki de Montparnesse ve 1920’ler Paris’inin diğer efsanevi modellerinden aldığım ilhamla, sanatçıyla performansçıların bir araya geleceği, modelin size cevap verebilen bir ilham perisi olarak görüldüğü, tamamen teatral ve açık bir alan yaratmak istedim.
Occupy Wall Street senin üretiminde politik ifadeye geçtiğin bir dönüm noktasını işaret ediyor. Hatta Village Voice’e verdiğin bir röportajda “Occupy’dan önce sanatımı politik mücadeleler için kullanmanın bu mücadeleyi veren aktivistlere yönelik bir sömürü olacağını hissediyordum” demişsin. Şimdi dünyanın dört bir yanında, o veya bu sebeple üretimlerini politikleştirmekten çekinen, korkan, politik ifadeye erişimi engellenmiş hisseden sanatçılar için teşvik sözlerin ne olurdu?
Oh Tanrım.... Sadece tek bir yaşama sahibiz, bu nedenle yeteneklerimizi, kabiliyetlerimizi ve ilgi alanlarımızı son limitine kadar kullanmamız gerektiğini düşünüyorum. Eğer politika hakkında iş üretmek istiyorsanız önce araştırmanızı yapın, alçakgönüllüğünüzü, merakınızı ve tutkunuzu kaybetmeden gerçekten ilginizi çeken konularla uğraşın. Sadece gündemin ilgi çeken konuları hakkında değil... Gözüm üzerinizde beyaz yakalı galeri sanatçıları! İşlerinizi ele aldığınız konular tarafından hayatları etkilenmiş insanlarla paylaşın, eleştirilerine kulak verin ve çalışmaya devam edin. Yapabileceğiniz en doğru işleri üretin.
Occupy Wall Street sırasında ürettiğin ünlü May Day posteri 1889’da Londra’da May ve Briant için çalışan kibritçi kadınların ayaklanmasına gönderme yapıyor [Kibrit fabrikasında çalışan 700 genç kadının eşit haklar için harekete geçtiği bu ayaklanma, işçi hareketi ve sendikal örgütlenmenin erken günlerine damga vurmuş bir tarihsel olay]. Yani, geleceğe ışık tutması adına, Occupy sırasında üretilen diğer birçok iş gibi MOMA tarafından alınıp belgelenen bu iş, aynı zamanda yıllar öncesinden bir diğer önemli tarihsel olayın izini taşıyor. Tarihsel süreçlerin genel anlamda işlerine ne kadar dahil olduğunu söyleyebilirsin? Sözlü tarih pratiğiyle çalışan bir sanatçı ve gazeteci olarak ilham verici bulduğun araştırma yöntemleri nedir?
Aslen sıkı bir kitap kurdu olduğumu söyleyebilirim. Hep böyleydim. Okuduğum şeyler konusunda saplantılı davranıyorum ve bu bir pratikten ziyade arkadaşlarımın benimle takılmak istememelerine sebep olan itici bir mecburiyet gibi. Kendimi durduramadığım için her şeyi okuyor, tüm müzikleri sonuna kadar dinliyor, kimlerin çaldığını öğreniyor, albüm kapaklarını tüm detaylarıyla inceliyorum. Sürekli bir şeyden başka bir şeye atlama eğilimindeyim. Son birkaç yıl içinde kendi kendime Arapça öğrendim ama kültür ve edebiyata dair hâlâ bilmediğim o kadar çok şey var ki... Örneğin, karanlık ve nükteli bir üslubu olan, Suriyeli gerçeküstücü kısa öykü yazarı Zakaria Tamar’ın, Endülüs fatihi Tarık Bin Ziyad’ın polis tarafından tutuklanmasını anlatan bir hikâyesini okuduğumda Tarık Bin Ziyad hakkında okumaya başlıyorum. Onun sözlerini bulup onların içine dalıyorum, hakkında yazılmış bir şiire, ardından bir şarkıya ulaşıyorum. Sonra da o şarkıyı yazmış müzisyen hakkında okumaya başlıyorum. Hepsi bağımlılığım neticesinde, kendiliğinden ve dürtüsel bir şekilde gerçekleşiyor. Ben böyle biriyim. Yeni fikirlere de bu aşırı merakım sonucunda ulaşıyorum.
“Bir yandan çok fazla insanın yapmadığı bir şey yapıyor olmak hoş bir şey. Ama öte yandan, gazetecilik dünyasında benim gibi bir insan için çok da tanımlı görevler yok. Ben sürekli insanların ‘ne halt ediyorsun sen’ dediği tuhaf tipim...”
Kendini ifade etmek için kullandığın farklı araç, stil ve açıları keşfetmek adına hangi işlerinin senin için bir dönüm noktası olduğunu söyleyebilirsin?
Kesinlikle Shell Game serisi için ürettiğim ilk iş olan, iki metre uzunluğundaki “Great American Bubble Machine” adlı resmim. Ayrıca, 2010 yılında arkadaşlarımın portrelerini çizdiğim altmış altı işlik serim bana nasıl surat çizileceğini öğretti. Vanity Fair için Suriyeli gazeteci Marwan Hisham’la ortak ürettiğimiz çalışmalar çizgilerimin ham ama aynı zamanda duygu yüklü olmasını sağladı. Daha önce kendimi bu kadar özgürleştirmeyi başaramamıştım. Annotated Muses adlı yeni sergim ise akrilik boyalarla çizmek yerine bana tuvalleri esaslı bir şekilde boyamayı öğretti.
Bir sanatçı, gazeteci, eğitmen, aktivist ve yazar olarak işler üretiyorsun. Yaratıcı ruhunun bir haritasını yapacak olsaydın, tüm bu farklı alanlara yayılan üretimin nasıl hizaya girerdi? Tamamen kaotik ve organik bir süreç mi söz konusu yoksa daha disiplinli ve düzenli bir üretim sürecin mi var?
Ben kendimi bir sanatçı ve yazar olarak görmeye meyilliyim, diğer alanlar ise sadece arada sırada iş yaptığım alanlar. Oldukça karmaşık bir yapılacaklar listesi formatım var. Sürekli genişleyen yıllık planlar, günlük yapılacaklar, okunacak kitaplar, öğrenilecek, çevrilecek, izlenecek şeyler, ziyaret edilecek yerler... Hepsi bir defterin içinde. Her sabah kalkıp birkaç bardak sade kahve içtikten sonra işe koyuluyorum.
Marwan Hisham’la ortak bir çalışmanız olan Brothers of the Gun kitabı One World etiketiyle basılıyor. İşlerin insanın aklına doğrudan, savaş muhabirliği ve gazetecilik üretimlerinde, çizim, yazı ve fotoğraf çekmenin birbirinden nasıl farklılaşan deneyimler sunduğu sorusunu getiriyor. Bu bağlamda çizim yapmanın, yazı yazmak ya da fotoğraf çekmekten nasıl farklılaştığını biraz anlatabilir misin? Özellikle de yapanın ruh hali üzerindeki etkilerini detaylandırabilir misin?
Benim yaptığımı yapan çok az insan var. Eşsiz bir üretim sunan Joe Sacco var elbette. Ayrıca, Silikon Vadisi ve geleceğimizi nasıl şekillendirdiği üzerine çalışan ve olağanüstü bir gazeteci ve sanatçı olan arkadaşım Susie Cagle var. Bir yandan çok fazla insanın yapmadığı bir şey yapıyor olmak hoş bir şey. Ama öte yandan, gazetecilik dünyasında benim gibi bir insan için çok da tanımlı görevler yok. Ben sürekli insanların “ne halt ediyorsun sen” dediği tuhaf tipim.
Marwan’la ilk üç ortak çalışmamız sırasında, Batılı gazetecilerin normalde giriş izninin olmadığı sahneleri çizdim. Çünkü ya IŞİD tarafından işgal edilmiş bölgeler ya da Halep’te 2015’te isyancıların denetiminde olan bölgelerdi ve çoğu insan kaçırılma riskinin çok yüksek olduğunu düşünüyordu. Marwan referans fotoğrafların çoğunu gizlice ve büyük risk alarak çizdi. Ben de bu imajlarla, bir foto muhabirinin onları çekme izni olsa ortaya koyabileceği kadar çok etki ve emek ortaya koymak istedim. Brothers of the Gun’da Suriye savaşının hikâyesini anlatıyoruz ve burada çizim sanatı, unutturulmaya çalışılan hatıraları yakalayabilmek için kullanılan bir araç. Fotoğrafın asla yapamayacağı bir şey bu.
“Suriye hakkında iş üretmenin (bu alanda iş üreten pek çok diğer insana da yaptığını bildiğim gibi) bana gelecek hakkında çok daha karanlık bir öngörü verdiğini söyleyebilirim...”
Geçtiğimiz ağustos ayında Antakya’da Save the Children’ın ön ayak olduğu bir projeyle duvarları resimlemek için çocukların kaldığı bir mülteci kampındaydın. Ayrıca hem bir sanatçı hem de bir gazeteci olarak Suriye sınırına ve Güneydoğu Türkiye’ye seyahat ettiğini ve bu bölgede yaşayan Kürtlerin sorunlarıyla ilgilendiğini biliyoruz. Bu bölgeye duyduğun ilgiyi yaratan olaylar neler oldu? Bu seyahatlerin sanat üretimini etkiledi mi?
2002 yılında Türkiye’yi ilk ziyaret ettiğimde on sekiz yaşındaydım. Bir sanat kitabında İshak Paşa Sarayı’nın bir resmini gördüm ve belki de sadece o yaşın verebileceği bir tutkuyla hemen âşık oldum. Sarayın İran sınırında olması umurumda değildi. O dönem Türkiye’de üç ay geçirdim, çoğunluğu doğuda tek başıma gezinerek geçti. Bu her zaman minnettar olduğum bir deneyim.
Suriyeli mültecilerle ilgili çalışmalara 2013 yılında başladım. Önce Lübnan’daki kampları daha sonra ise Irak Kürt bölgelerini ve Reyhanlı’yı, Suriye’deki Azaz ve Bab al Salam kamplarını dolaştım. Son üç yıldır Türkiye’deki okullarda Suriyeli çocuklar için duvar resimleri yapıyorum. Bu ilgi önceleri Suriye’deki erken devrim dönemine bir hayranlıkla başladı ancak bu savaş korkunç bir şekilde günbegün devam ettikçe bizim jenerasyonumuzun en büyük ahlaki lekesi olduğuna ikna oldum. Suriye hakkında iş üretmenin (bu alanda iş üreten pek çok diğer insana da yaptığını bildiğim gibi) bana gelecek hakkında çok daha karanlık bir öngörü verdiğini söyleyebilirim.
Sanat üretimim hakkında ise... Türkiye’de on sekiz yaşında çizim defterimi deli gibi doldurarak geçirdiğim üç ay, illüstratif gazetecilik alanında kullandığım hızlı ve keskin stilin temelini oluşturuyor diyebilirim.
Suriye sınırlarının yakınlarında bir yerlerde Türk polisiyle ufak bir maceran olduğunu duyduk. Eğer başını tekrar belaya sokmayacaksa, bu hikâyeyi bizimle paylaşır mısın?
Bu Amerikan naifliğine ve kültürel iletişimsizliğe dair biraz utanç verici bir hikâye. Bahsettiğim 2002 yazında bir ara Urfa’daydım ve âdetim olduğu üzere aklı havada bir şekilde etrafta dolaşıyordum. Birkaç ayı bir gramer kitabıyla beraber geçirdiğimden kendimi Türkçe konuştuğuma ikna etmiştim. Oysa konuştuğum Türkçe sadece deli gözükmeme ve başımı belaya sokmaya yarıyordu. Neticede, 2002 Urfa’sında tek başına gezinen Amerikalı genç kız bölgede ne işi olduğu sorusuyla aklı karışan bir jandarma tarafından sorgulanmak için karakola götürüldü. Karakolda çay ve flört eşliğinde anlamadığım ve cevap verecek kadar Türkçe bilmediğim sorular soruldu. Neler döndüğünü anlamadığım için ağlamaya başladım, utanan jandarma beni bulduğu yere geri bıraktı ve kaldığım yerin resepsiyonundaki adam da hikâyemi kahkahalarla dinledi.
Savaşın kadınlar üzerinde çok farklı biçimlerde etkileri oluyor. Dünya, Yezidi kadınların IŞİD tarafından topluca kaçırılıp köleleştirilmesini izledi. Savaş bölgelerinde çalışan bir sanatçı olarak kadınların kurtuluşuna dair umudu nerelerde buluyorsun?
Oh Tanrım... Bölgedeki kadınlar bu konu hakkında benden çok daha iyi konuşacaklardır diye düşünüyorum... Bölgede yaşayan, çalışan ve mücadele eden o kadar çok muhteşem ve cesur kadın var ki... Sadece Halep’te portrelenen kadın isyancılar ya da YPG savaşçıları değil, zalim mülteci kamplarında çocuklarını besleyen kadınlar, varil bombalarına rağmen Halep’i terk etmeyen Zeina Erhaim gibi gazeteciler, hakikate olan bağlılığı sebebiyle kaçırılan ya da işkence edilen ya da öldürülen Razan Zeitounah gibi aktivistler...
“Çoğu toplumun kadınlara söylediği yalanlardan biri, eğer ‘iyi’ kadınlar olurlarsa tecavüz TEHLİKESİNDEN uzak kalacakları...”
Şiddet her kadının günlük yaşantısının bir parçası. Toplumun algısı ve yaklaşımı açısından, seks işçileri ve “profesyonel çıplak kadınlara” karşı uygulanan şiddet ve ayrımcılığın ne açılardan farklı olduğunu düşünüyorsun?
Çoğu toplumun kadınlara söylediği yalanlardan biri, eğer “iyi” kadınlar olurlarsa tecavüz tehlikesinden uzak kalacakları... “İyi” kavramını ise farklı sınırlamalar getirerek açıklarlar. Bu sınırlamalar, içki içmemek, dışarı çıkmamak, ilişki yaşamamak, istediklerini giymemek, queer olmamak, seks yapmamak ya da çalışmamak olabilir. Yasak. Yasak. Yasak... Bu denklemi öteki tarafına çevirdiğinizde bazı kadınlar, özellikle seks işçileri, ama onların yanı sıra da “kötü” olan herkes, şiddet için kabul edilebilir birer hedef haline gelir. Seks işçilerine yönelik şiddet Amerika’da ve diğer birçok ülkede nadiren ciddiye alınır. Bunun sebebi, patriyarka için bir disiplin eylemi işlevi olmasıdır. “Haddini aşan” kadınların bir şekilde hak ettiği bir şey gibi algılanır. Seks işçilerine saygı duymak, onları dinlemek ve onlarla dayanışmak kendini ciddiye alan tüm feminist pratiklerin temelinde yer almalıdır.
Annotated Muses isimli solo sergin 10 Eylül’de Postmasters Gallery’de açılıyor. Bu seride ilham verici kadınları portrelediğini ve ardından o kadınlara kendi tuvallerinin üzerine notlar yazdırdığını görüyoruz. Annotated Muses’ı ortaya çıkaran bu fikir çerçevesinde kadınları portreleri üzerine alacakları notlar konusunda nasıl yönlendirdin? Onlara nasıl bir konuşma yaptın?
Onlara canları ne isterse onu yapmalarını söyledim. Yazın. Çizin. Dört farklı dilde felsefi alıntılar yapın. Beğenmediğiniz yerleri silin. Ne isterseniz... Onlara fırça ve boyaları uzattım. İsterlerse onları kullanmakla ilgili teknik destek verebileceğimi söyledim. Ama benim için asıl önemli olan çizecekleri, yazacakları her şeyin doğru olacağı konusunda emin olmalarını sağlamaktı çünkü her şey onların kafasından, onların ellerinden çıkmış olacaktı.