Başta Sofrito ve Soundway olmak üzere birçok plak şirketinin görsel kimliğinin oluşmasında önemli rol üstlenen Lewis Heriz’le albüm kapakları üzerine zihin açıcı bir sohbet.
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Sofrito, Soundway, Stones Throw ve Now Again gibi köklü plak şirketlerinin etkileyici kapak görsellerini hazırlayan İngiliz sanatçı ve tasarımcı Lewis Heriz, kariyeri boyunca konser afişlerinden kitap kapaklarına uzanan birçok farklı formatta etkileyici ve özgün çalışmaya imza attı. Plak ve müzik kültürüyle küçük yaşlarda tanışan Heriz, sesler ve görseller arasında kurabildiği etkileyici bağ ile birçok farklı estetikten beslenen albüm kapaklarıyla tanınıyor.
Lewis Heriz’le büyük bir tutkuyla bağlı olduğu albüm kapaklarının ortaya çıkışında rol oynayan faktörleri, müzikle kişisel bir ilişki kurabilmesinin işindeki önemini ve albüm kapakları için hazırlanırken ne gibi araştırmalar yaptığı üzerine zihin açıcı bir sohbet...
ARTIK KARŞIMA ÇIKAN MÜZİKLERE KARŞI DAHA AŞİNA OLDUĞUMU HİSSEDİYORUM. ŞİMDİ EN ÖNEMLİ OLAN, DİNLEDİĞİM MÜZİĞİ DAHA ÖNCE BİLDİKLERİMDEN FARKLI KILAN ŞEYİ BULABİLMEK VE BUNUN TASARIMA BİR ŞEKİLDE YANSIMASINI SAĞLAMAK.
Çizimle ilk tanışman ne zaman ve nasıl olmuştu? Müzik senin için görsel işlerinde her zaman bir tetikleyici miydi?
Aşağı yukarı herkes gibi ben de ilk olarak küçük bir çocukken pastel boyalarla resim yapmaya başladım. Bu benim için yirmili yaşlarıma kadar sabit ve pek de önemli olmayan bir aktivite olarak devam etti. Bulduğum her fırsatta karikatürler ve garip psikedelik karalamalar yapıyordum. Nottingham’da yaşadığım yerde konserler düzenleyen arkadaş ve tanıdıklarımın sürekli benden bir şeyler çizmemi istediğini de bu dönemde fark ettim. Sanki daha ciddiye almam gereken bir şey gibi görünmeye başlamıştı. Müzik o döneme kadarki çalışmalarımda önemli bir tetikleyici değildi ama çizim hakkında daha farklı ve detaylı bir şekilde düşünmem konusunda önemli bir tetikleyici oldu. Birlikte çalıştığım müzikler soyut elektronik müzikten folk & roots’a kadar çeşitlendiği için bana farklı estetik dillerini keşfetme fırsatı verdi. Meşru bir şekilde stillerin etrafında oyun oynamama olanak tanıdı ve renklerin duygusal etkilerini araştırmam konusunda önemli bir sıçrama tahtası oldu.
Müzik tarihi boyunca bazı plak şirketlerinin kendilerinin veya çalıştıkları sanatçıların görsel zevk ve estetikleriyle karakterize edildiğini gördük. Bu anlamda, çalıştığın ikonik plak şirketleri ve kendi çalışmaların arasında ne gibi bağlar görüyorsun?
Bir plak şirketinin stili veya estetiğinin, kendi sınırlarını tanımlayabilecek kadar işe sahip olduğu zaman ortaya çıktığını düşünüyorum. Her bir yayının görünüşünün, müziğin çeşitliliğiyle doğru orantılı olarak değişken olması ya da en azından değişmesine müsaade edilmesi gerekir. Peki böyle olunca tutarlılığı nasıl sağlayacaksın? Bence konu eninde sonunda, zaman içinde değişen kapak tasarımcılarından ziyade sanat yönetmeninde bitiyor. Eğer kendi vizyonları konusunda açık olabilirlerse, kapaklar ne kadar farklı gözükürse gözüksün katalogları kendi stilinde bütünlüklü gözükür. Şahsen bir albüm kapağı üzerine çalışırken, kendimi plak şirketinin vizyonunu yaratan kişi olarak görmüyorum. En azından kendimi öyle düşünmemeye çalışıyorum çünkü bu süreçte egonuzu fazla zorlarsanız ortaya daha fazla anlaşmazlık çıkarmanız olası. Belki spesifik bir yayını ben yönetebilirim ama genelde plak şirketinin patronuna veya sanat yönetmenine kalmış bir durum. Örneğin Soundway’i ele alırsak, Miles Cleret ilk baştan beri bu vizyona sahipti. Ben, ilk günden beri tüm kataloglarını toplayan sadık bir koleksiyoncu olarak, dört yıl kadar sonrasında onlara katıldım. Soundway, o zaman halihazırda güzel kapak tasarımlarıyla tanınıyordu. İlk birkaç yıl Miles’la epey yakın çalışarak plak şirketinin estetiğini kademe kademe ileri taşıdık ve bu da her albümde sürekli geliştiğimizi hissetsek de bir tutarlılık olmasını sağladı. Miles bana bir kısıtlama olmadan yalnız şekilde çalışma şansı verecek kadar rahat hissettiği noktada, her ne kadar tüm albümlerin kapaklarını ben yapmıyor olsam da kendimi plak şirketinin estetiğinin bir parçası olarak hissettim. En azından o güne dek hiç hissetmediğim kadar fazla... Plak şirketinin başındaki kişiyi son sözü söyleyen yönetmen olarak gördüğüm için, yaratım sürecine dahil oluş biçimimden daha emin oluyordum. Böylece benim ayrılışımın ardından da bütünlük kendini koruyabiliyor.
Sofrito’daysa Hugo ve Frankie her zaman ne yönde işler olacağına dair etkili oluyor ama benim stilim ilk günden beri estetiğin oluşması konusunda belirleyici oldu ve bundan fazlasıyla gurur duyuyorum. Bir kulüp gecesi olarak başladığı ilk zamanlarda onlar için yaptığım ve fazlasıyla yaratıcı özgürlüğe sahip olduğum posterler, Sofrito’nun görünüşünün temellerini oluşturuyor. Bu anlamda, Sofrito benim portfolyomda eşsiz bir yere sahip.
Sanatının 1960’lar ve 1970’lerden albümlerin yeni basımlarının ruhunu yansıtmakta bu denli etkili olmasının ana sebep ve motivasyonlarının neler olduğunu düşünüyorsun?
Dürüst olmak gerekirse tam anlamıyla emin değilim. Belli bir oranda albüm ve kitap kapaklarıyla birlikte o dönemin alet ve edevatlarıyla iç içe büyümüş olmam ve o kültürü kendi görsel lisanımın içinde özümsemiş olmamın rolü olduğunu düşünüyorum. Ne zaman 20. yüzyılın ortalarından bir albüm kapağının tasarımını yansıtacak bir iş yapmam gerekse, orijinal tasarımcının ne yapmak istediğini anlayabiliyorum ve onu kendi konseptime uyarlayarak kolay bir şekilde yansıtabiliyorum. Çalışmak, kopyalamak ve üzerine eklemenin bir karışımı. Her zaman basit bir şekilde kopyalamaktan fazlasını yapmaya çalışıyorum, çünkü öyle yaparsan “retro” bir stil haline geliyor. Bu dolandırıcılık. Ben yaptığım işin retro olmasını istemiyorum. Bir şekilde taze olabilirken aynı zamanda klasik de hissettirebilmesini istiyorum. Sanırım her zaman bir geleneğe bağlı kalarak çalışmayı ve onunla bir diyalog kurabilmeye çalışıyorum. Genelde gizemli bir denge kurma eylemi oluyor.
ZAMANDA YOLCULUK YAPABİLMEK, ALBÜMÜN KAYDEDİLDİĞİ YER VE ZAMANA GİDEBİLMEK, KAYITLAR ARASINDA YENEN YEMEKLERİ KOKLAYABİLMEK, DUVARLARA DOKUNMAK YA DA ENSTRÜMANLARI İNCELEYEBİLMEK HARİKA OLURDU. AMA BUNUN YERİNE YAPABİLDİĞİM EN İYİ ŞEY GOOGLE’A YA DA ŞANSLIYSAM HAYATTA OLAN MÜZİSYENLER YA DA ALBÜMÜ YAYINLAYAN KİŞİLERİN ELLERİNDEKİ FOTOĞRAF VE KOLEKSİYONA BAŞVURMAK.
Her seferinde değiştiğinden eminim ama ortalama olarak, bir kapak için çalışmaya başlamadan önce albümü dinleyerek ne kadar vakit geçiriyorsun? Bir albüme kapak yapabilmek için şarkılarla bir tür bağ kurman gerekiyor mu?
Evet, kesinlikle müzikle bir bağ kurmam gerekli; içine geçebilmeliyim. Her seferinde öncesinde olması gerekmiyor ama kesinlikle çalışmanın ilk aşamalarında bunun gerçekleşmesi lazım. Eskiden olduğuna nazaran daha az ön dinleme yapıyorum. Artık karşıma çıkan müziklere karşı daha aşina olduğumu hissediyorum. Şimdi en önemli olan, dinlediğim müziği daha önce bildiklerimden farklı kılan şeyi bulabilmek ve bunun tasarıma bir şekilde yansımasını sağlamak. Tam anlamıyla onlara dönüşmeden müzisyen ve müziklerin alanına girmeye çalışıyorum; bas yürüyüşlerini, üflemeliler ve yaylılar arasındaki etkileşimleri biliyor ve bir sonraki şarkı başlamadan o şarkıyı doğru tonda söyleyebiliyor oluyorum. Tek dileğim tüm dilleri konuşabilmek!
Projesine göre, daha soyut bir yaklaşımla çalışıyor ve müziği dinlerken bir yandan şekiller ve renkler yaparak nasıl iletişim kurduklarına bakıyorum. Diğer projelerde ilk başta yazarak fazlasıyla zaman harcıyorum ve sonrasında da yazdığım şeyden eskiz konseptler çıkarıyorum. Konsept belirlenip onaylandıktan sonra da tam olarak kapağın nasıl gözükeceğini düşünmeye başlıyorum. Her aşamada müziğin içinde var olduğu evrene açılan bir pencere yaratma görevine odaklanıyorum. Bu yüzden de çalışırken yalnızca kapağını yaptığım albümü dinliyorum. Ses ve görselin bir tür diyalog kurduğunu hissetmeye başladıktan sonra da tamamen o doğrultuda çalışmaya devam ediyorum. Eğer bu diyalog kurulmamışsa da durmam gerektiği yeri biliyorum...
Bir kapak için çalışırken, albümdeki müzik dışında ne gibi detaylarıyla ilgileniyorsun? Özellikle yeniden basılmış albümler için çalışırken kaçınılmaz olduğunu düşündüğün araştırmalar neler?
Yeniden basılmış albümler (ya da spesifik olarak yeniden basılmış toplama albümler demeliyiz. Zira yeniden basılan stüdyo albümleri genelde orijinal kapağıyla yayınlanıyor) fazlasıyla özel bir meydan okuma. Zamanda yolculuk yapabilmek, albümün kaydedildiği yer ve zamana gidebilmek, kayıtlar arasında yenen yemekleri koklayabilmek, duvarlara dokunmak ya da enstrümanları inceleyebilmek harika olurdu. Ama bunun yerine yapabildiğim en iyi şey Google’a ya da şanslıysam hayatta olan müzisyenler ya da albümü yayınlayan kişilerin ellerindeki fotoğraf ve koleksiyonlara başvurmak. Genelde korkunç derecede üçüncü kişi olduğunuz bir süreç ama internet sayesinde zaman yolculuğu simülasyonu yaratmaya bizden önceki tüm jenerasyonlara göre daha yakınız. Herhangi bir şey yön verici olabilir ama yeterince araştırmadan tatmin olmuyorum ve o aşamada bile orijinal prodüksiyonun bir parçası olmadığımı kabul etmem gerekiyor. Sınırları belli ve epey farklı bir iş yapıyorum: Bu müziğin orijinal olarak satıldığından daha kalabalık bir kitleye ulaştırılmasını genişletmeye yardım ediyorum. Genelde ne beklemesi gerektiği konusunda en ufak bir fikri bile olmayan dinleyicilerden oluşan bir kitle. Bu çağdaş müzikler için tasarım yapan insanların normal olarak düşünmesi gereken bir detay değil.
Onların sadece yapabildikleri en iyi kapağı yapıp grupla veya plak şirketiyle nasıl gözükeceği konusunda anlaşmaları gerekiyor. Büyük kısmı ölmüş olduğu için orijinal müzisyenlerle konuşamıyorum ve bir toplama için çalışırken de yüzlerce müzisyen arasında bir ortaklık bulmaya çalışıyorum. Yani doğru şekilde temsil edebilme meselesi görevin en temel noktası ve baş etmesi oldukça zor. Klişelere veya mecazlara hiç güvenmemelisiniz; aksi takdirde müzisyenleri yanlış yansıtırsınız. Günümüzden herhangi bir grup için albüm kapağı yapar gibi saygılı ve heyecanlı bir şekilde yaklaşmalısınız ve bir yandan da yeni dinleyicilerin bunu nasıl algılayacağını sürekli olarak düşünmelisiniz. Bu bir tür tasarlanmış sinestezi. Yoldan geçen herhangi birinin kapağı gördüğünde zihninde müziğin çalmasını sağlamaya çalışıyorsunuz. Nihayetinde onların albümü ellerine alıp düşünmelerini ve bir şans vermelerini istiyorsunuz. Bir kapağı bu noktaya getirebilmek epey dikkatli oluşturulmuş bir yapıyı ve içinde sizin için bile gizemli olan bir şeylerin saklanıyor olduğu umudunu gerektiriyor. Oraya ulaşabilmek için önce kaybolmam gerekiyor; Londra’da bir odada oturup duramam. Kulağa korkunç geldiğini biliyorum ama müzik eninde sonunda bir ulaşım biçimi haline geliyor.
DrumTalk’un The Airbourne EP’sini ve Soundway’in The Sound Of Siam derlemesini yan yana koyunca, kapakları iki farklı sanatçının işiymiş gibi görünüyor. Bir albüm kapağı için yaratım sürecinde senin perspektifini ortaya çıkan ana unsurlar neler oluyor?
Bunu söylemene çok sevindim! Çünkü ikisi de kesin olarak birbirlerinden farklı albümler. Zaten farklı görünmeleri gerekiyor. İnsanlar albüm kapaklarıma bakıp belli bir tarzım olduğunu söylediğinde gerçekten hayal kırıklığına uğruyorum. Albümle bir ilişki kurabildiğimi gösterebilen kapaklar yapmak istiyorum; amacım bir Lewis Heriz kapağı yapmak değil. İyi bir kapak yapabilmek, müzikle en iyi şekilde iletişim kurabilen bir kapak yapabilmektir. Önceden de söylediğim gibi, kendi perspektifimi ortaya yığmak istemiyorum. Zaten kendini farkında olmadan bıraktığın izlerle ortaya çıkarıyorsun, yani sadece albümü en iyi şekilde yansıtmaya konsantre olman gerekiyor.
İLK BAŞLARDA BİR PLAĞI ÇALMAYA BAŞLAYIP ONU DİNLERKEN DÖNÜŞÜNÜ İZLER VE BİR KEDİNİN ÇAMAŞIR MAKİNESİ KARŞISINDA HİPNOTİZE OLMASI GİBİ ONA KİTLENİRDİM. DÖRT SAAT BOYUNCA, TEK KELİMEYLE BÜYÜLENEREK PLAK ÜSTÜNE PLAK DİNLERDİM. TEDDY BEAR’S PICNIC VE DISNEY MÜZİKLERİ, THE BEATLES VE THE BEACH BOYS GİBİ KLASİKLERİN YANI SIRA BONZO DOG BAND, IVOR CUTLER, TALKING HEADS, IAN DURY VE BOL MİKTARDA BLUES...
Bildiğim kadarıyla aynı zamanda bir plak koleksiyoncususun. Bazen plak alışverişi sırasında yalnızca kapaktan yola çıkarak aldığın şeyler de oluyordur diye tahmin ediyorum. En son böyle bir seçim yaptığında hangi albümü almıştın?
Bu harika bir soru! Yakın zamanda Los Angeles ve San Francisco’ya gittiğimde yanımda pikap olmadığı için aldığım tüm plakları belli bir noktaya kadar kapaklarından dolayı aldım. Böyle aldığım en son albüm Leon’s Creation’ın This Is The Beginning albümü. Grubun kendi görünüş tarzı çok fazla şey anlattığı için kapakta onları görmek genelde yardımcı oluyor. Grubu görerek onların yetenekli ya da iyi olup olmadığını anlayabilirsin... Kıyafetler ve grup üyelerinin bakışları, kozmik afrofütürizmden (Bu referansı belli etmek için en öne bir de Nil’in anahtarı hiyeroglifi eklemişler) 1970’ler başları psikedelik/soul’una dek uzanıyor. Yani içinde ne tür müzik olursa olsun o sularda bir şey olduğunu biliyordum. Ama hepsinden öte, el yazısı olan harflerin çiğliğini beğendim. Grubun üyelerinden biri yapmış gibi görünen herhangi bir kapağa sahip olan albüm dinlemeye değerdir. Neden bilmiyorum ama gerçekten bunun müzisyenler ve kapak arasındaki bağa bir şey eklediğini düşünüyorum. Gerçek bir sanatsal ifadenin varlığını hissetmeme yardımcı oluyor.
Bugüne dek birçok konser afişi, albüm ve kitap kapağı için tasarımlar yaptın. Yakın zamanda Howling Hops birası için de harika bir tasarıma imza attın. İlk kez denemek istediğin herhangi bir format ya da boyut var mı?
Evet, gerçekten daha büyük çalışmak istiyorum. Duvarlar ya da en azından geniş kanvaslar... Bugüne dek henüz bir şansım olmadı çünkü sıkışık bir stüdyoya kapanıp kalmış haldeyim. Ama geniş ölçekte renk ve boşluklarla oynamak konusunda büyük bir arzum var. Büyük işlere baktığınız zaman üzerinizde farklı bir etkileri oluyor; sizi kendilerine hapsediyorlar. Bu sebeple yalnızca küçük ölçekli işlerine bakarak sanatçılar hakkında yargıya varmayı da anlamsız buluyorum. Rothko’nun hiçbir eserinin karşısına geçip durmadınız ama onların saçma olduğunu mu düşünüyorsunuz? Hop. Durun bakalım. Hiçbir şey bilmiyorsunuz. Görüşünü tamamen renk bütünleriyle doldurabilmek gerçek bir zevk olurdu. Umarım yakında olur!
Ailen de müzik ve sanatla yakından ilgilendiği için çocukluk yıllarında etrafında çok sayıda plak varmış. Bu kültürle kurduğun ilk temaslara dair aklında neler var? Dikkatini çeken ilk albüm hangisi olmuştu?
İlk başlarda bir plağı çalmaya başlayıp onu dinlerken dönüşünü izler ve bir kedinin çamaşır makinesi karşısında hipnotize olması gibi ona kitlenirdim. Dört saat boyunca, tek kelimeyle büyülenerek plak üstüne plak dinlerdim. Teddy Bear’s Picnic ve Disney müzikleri, The Beatles ve The Beach Boys gibi klasiklerin yanı sıra Bonzo Dog Band, Ivor Cutler, Talking Heads, Ian Dury ve bol miktarda blues... X-Ray Spex’in pembe “Identity” kırkbeşliği eşliğinde oturma odasında henüz beş-altı yaşlarımdayken zıplayarak dans ettiğimi hatırlıyorum. Poly Styrene’in sesi ve plağın rengi beni çıldırtıyordu. Dikkatimi çeken ilk albüm kapağına gelecek olursak, bu muhtemelen Bonzo’nun Gorilla albümüdür. Beni güldüren herhangi bir şeyi severim. O albümü de epey neşeli buluyorum; sadece ön kapağı da değil ama kapağın içindeki notlar da tamamen muziplikle yazılmış: “Bu albüm muhtemelen harika bir herif olan Kong’a adanmıştır.” Sonra ön kapağa tekrar bakıyorsun ve aslında kapaktakinin goril kostümü giymiş büyük bir adam olduğunu görüyorsun. Çok aptalca. Çocuklar için mükemmel bir şey... Ama başka bir seviyede albüm görseli anarşik ve hicivli gözüküyor; müziğin kendisi gibi. Kapak, müziği yalnız başına duysam anlayamayacağım yaklaşımları benim için anlaşılır kılıyor ve müzikle bir bağ kurabilmemi sağlıyor. Bir kapağın yapması gereken de tam olarak bu ve aynı zamanda sanat okulu mezunları olarak bunu kendileri yapmayı başarmışlar.
Londra farklı kültürler ve perspektiflerin bir araya geldiği bir şehir. Dünyanın dört bir yanından müzisyenler ve gruplarla çalışan bir sanatçı olarak, Londra’nın senin sanat yolculuğunda ne gibi bir rolü var?
Londra’da olmasaydım yaptığım işlerin hiçbirini yapmış olamazdım. Buraya taşınmadan önce Hugo Mendez ve Frankie Francis’le Sofrito’nun kuruluş döneminde birlikte çalışıyordum. Sofrito da her zaman fazlasıyla Londra’ya ait olmuştur. Özellikle doğu Londra. Oradaki benzersiz zenginlikteki kültürel karışım olmasaydı, Sofrito asla var olamazdı. Biz de her zaman Sofrito’nun şehrin kulüp sahnesinden, reggae ses sistemleri ve MC’lerinden, Afrika’dan, Karayip’ten ve Latin Amerika’dan buraya gelip konserler veren ve kayıt yapan müzisyenlerden, Hugo’nun dans pisti kültürünün içinde doğurduğu UK Garage sahnesinden ortaya çıktığını söyledik. Başka hiçbir yerde olamazdı. Cafe OTO gibi konser salonları sayesinde Sun Ra Arkestra, Ndagga Rhythm Force, Hailu Mergia ve Idris Ackamoor & The Pyramids’i yakından izleyebilme ve kapakları için araştırma yaparken onlar çalarken fotoğraflarını çekme şansım oldu. The Heliocentrics’in stüdyosu hemen evimin yanında ve markete giderken Family Atlantica üyeleriyle karşılaşabiliyorum. Etrafındaki küresel etkileşimleri düşündüğün zaman sanki birbiriyle bağ kuran yüzlerce köy varmış gibi hissediyorsun. Bir albüm kapağı ya da poster olmayan müzik dışı çalışmalarım için herhangi bir yerde olabilirdim... Ama Londra’nın nüfusu hiçbir zaman ilginç olmaktan vazgeçmiyor. Bu sonsuz çeşitlilik yüzünden otobüs ya da metrodayken insanları çizmeyi çok seviyordum. (Artık her yere bisikletle gittiğim için bunu maalesef sürdüremiyorum.)
Lewis Heriz için sırada ne var? Bize yoldaki projelerinden biraz ipucu verebilir misin?
Müzik tarafında Soundway ve Hugo Mendez’le çalışmaya devam etmemin yanı sıra ağustos ayında beş gün boyunca devam edecek olan Open City Documentary Festival için hazırladığım illüstrasyonların son aşamasındayım. Howling Hops’la ve Dubai’deki sanat merkezinde bulunan bağımsız kahve zinciri Nightlar Coffee ile düzenli olarak çalışmaya devam ediyorum. Artık daha fazla kişisel iş yapabiliyorum ve on yıl kadar önce müzik işlerine başlamadan önce yaptığım gibi yazmaya ve karikatür yapmaya devam etmek istiyorum. Ayrıca yeniden daha fazla serigrafi baskı yapmaya başladım ve fırsatını bulduğum zaman bir yere animasyonu da sıkıştırabilmek istiyorum. Olasılıkların hepsine açık olmayı seviyorum.