Orgullo*, Orgulho**: Latin Amerika LGBTİ+ Sineması

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Orgullo*, Orgulho**: Latin Amerika LGBTİ+ Sineması

Yazı: Emre Eminoğlu – İllüstrasyon: Gizem Gündüz
ÖNCEKİ Bir komün hayali üzerine soluksuz bir konuşma: Wild Wild Country SONRAKİ Daha iyi yarınları umut etmeye devam: “Mr. Gay Syria”

Gökkuşağı renklerinin yaz güneşiyle parladığı günlerin yaklaşmış olması, son yıllarda yükselişe geçmiş olan Latin Amerika LGBTİ+ sinemasının güncel örneklerini hatırlamak için iyi bir fırsat. Hele ki Şili yapımı bir LGBTİ+ filmi, Una mujer fantástica / A Fantastic Woman En İyi Yabancı Dilde Film Oscar ödülüne yeni uzanmışken…

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

İspanyolca “Onur”.
** Portekizce “Onur”.

Güney ve Orta Amerika, bugün neredeyse tamamı aynı dili paylaşan onlarca ülkeden oluşmasına rağmen kültürel bir çeşitlilik ve zenginliği üzerinde taşıyor olmasıyla, muazzam coğrafyası ve köklü tarihiyle dünya sinemasına en ilginç arka planlardan birini sağlıyor. Ortak dil, oyuncular ve yönetmenlerin farklı ülke sinemaları arasında geçiş yapmasını, iş birliklerini ve ortak yapımları kolaylaştırıyor. Diğer yandan tematik olarak da bir birlik sağlanıyor: Çok aynı ama çok farklı olan insanların yaşadığı yabancılaşmalar, aynı coğrafyada sınırların aşıldığı yol hikâyeleri, çalkantılı ve karanlık bir politik geçmişin izlerini taşıyan dönem filmleri ve kıtanın neredeyse tamamında önemli bir toplumsal mesele olan sınıf farklılıkları, sınıf çatışmaları… Artık her yıl, özellikle Arjantin, Brezilya, Meksika ve Şili’den birden fazla filmin adını sayabiliyor, dünyadaki belli başlı film festivallerinde Latin Amerika sinemasının son örneklerini ilgiyle takip ediyor, yeni yönetmenlerle tanışıyoruz. Bu dört ülkenin yanında, belki de adını ilk kez duyduğumuz bir ülkede yapılmış bir filme âşık olabiliyoruz.

Hak ve özgürlükler konusunda dünyada olumlu gelişmelerin ya da olumsuz gelişmelere sesini çıkaranların sayısı arttıkça LGBTİ+ bireylere odaklanan filmlerin sayısı ya da bunlar dışındaki filmlerde LGBTİ+ bireylerin görünürlüğü de artmaya devam ediyor. Geçtiğimiz yıl Avrupa sinemasının en çok ödül kazanan filmlerinden biri olan Robin Campillo imzalı Fransız filmi 120 battements par minute / 120 BPM  (2017), 1990’larda çoğunluğu eşcinsel erkeklerden oluşan ACT UP Paris aktivistlerine odaklandı, bu yıl liseli eşcinsel bir gencin açılma hikâyesi olan Love, Simon (Greg Berlanti, 2018) anaakım bir gençlik filmi olarak ABD’de 2400’den fazla salonda izleyiciyle buluştu. LGBTİ+ anlatılarının Latin Amerika sinemasındaki yeri yadsınamaz ve Latin Amerikalı LGBTİ+ filmlerin elde ettiği başarıların da Avrupa ve ABD’den aşağı kalır yanı yok.

Son yıllarda LGBTİ+ sinemasının Latin Amerika’daki örneklerinden bahsetmeden önce bu geniş coğrafyadaki hak ve özgürlüklerden biraz bahsetmek, LGBTİ+ bireylerin yaşadıkları hakkında biraz bilgi edinmek şart: Uluslararası LGBTİ+ Derneği’nin (ILGA) Mayıs 2017 “Suçlama, Koruma ve Tanıma” verilerine göre Karayipler’deki dokuz ada devleti ve Güney Amerika’daki Guyana dışında Latin Amerika’da eşcinsel birliktelik suç sayılmıyor, sayılan on devlette ise son üç yılda bu suçlama nedeniyle herhangi bir hapis cezası uygulanmamış. Brezilya, dünyada sözde dönüştürme terapisinin yasak olduğu üç ülkeden biri. Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine yönelik ayrımcılığa dayanan suçlar Bolivya, Ekvador ve Meksika’da anayasal haklarla engellenirken Ekvador, 1998’de tüm dünyada bu güvenceyi sağlayan ilk birkaç ülkeden biri olmuş. Arjantin, Brezilya, Kolombiya, Meksika ve Uruguay dünyada LGBTİ+ bireylerin evlilik ve birlikte evlat edinme hakkına sahip olduğu yirmi dört ülke, Ekvador ve Şili ise sivil birliktelik hakkı tanınan yirmi sekiz ülke arasında yer alıyor. Fakat ne yazık ki LGBTİ+ bireylere dünyanın birçok bölgesine göre daha fazla hak tanıyan Latin Amerika ülkelerinde LGBTİ+ bireylere, özellikle de trans bireylere yönelik şiddet zirvede. Transgender Europe’un (TGEU) 2016 verilerine göre, 2008-2016 yılları arasında en fazla trans cinayetinin işlendiği ilk beş ülke; Brezilya (868), Meksika (257), [ABD (146)], Kolombiya (109) ve Venezuela (108).

Tüm bu bilgiler üzerine düşündükten sonra Latin Amerika LGBTİ+ sinemasında cinsel kimliğini kabullenmede ya da kabul ettirmede zorlanan karakterler kadar kendini kabul etmiş ve ettirmiş karakterlerin merkezde olduğu janr filmlerine de rastlamak şaşırtıcı değil. Aynı şekilde trans bireylerin Avrupa ve Amerikan sinemasına göre daha görünür olması ve başta yaşam hakkı olmak üzere hak ve özgürlükler konusunda aktivist alt metne sahip filmlerin çoğunlukla trans bireylerle ilgili olması da öyle… Brezilya’dan Arjantin’e, Paraguay’dan Küba’ya uzanan ve bu yazıda adı geçen filmlerden bir kısmı (ister Gökkuşağı, ister Nerdesin Aşkım?, adı her ne olursa olsun) geçtiğimiz yıllarda bir şekilde İstanbul’daki film festivallerinin LGBTİ+ anlatılarından oluşan bölümlerinde kendilerine yer bulmuştu. Bir kısmı ise geçtiğimiz haftalarda takip ettiğimiz 34. Chicago Latino Film Festival’da tanıştığımız taptaze yapımlar…

Sebastian Lelio’nun bu yıl ülkesi Şili’ye En İyi Yabancı Dilde Film Oscar’ını kazandıran filmi Una mujer fantástica / A Fantastic (2017), aynı zamanda trans bir oyuncunun canlandırdığı ve trans bir bireye odaklanan Oscar ödüllü ilk film olarak tarihe geçti. Filmin başrol oyuncusu Daniela Vega ise bir Oscar töreninde sahneye çıkarak sunum yapan ilk açık trans birey oldu. Film, sevdiği adamın yasını da sevdiği adamın ailesinin yaptığı haksızlıklara karşı olan öfkesini de içinde yaşamak zorunda bırakılan bir kadının güçlü kalma savaşını anlatıyor. Daniela Vega’nın canlandırdığı Marina gözyaşlarına boğulurken de haksızlık edenleri ayakları altında ezerken de muhteşem bir kadın olduğunu unutturmuyor. Yas tutma hakkının elinden alınmasına karşı sesini yükseltiyor, nefessiz de bırakılsa, daha yüksek sesle bağırıyor. (Üstelik hatırlarsanız, bu film bizi sadece Şili’deki değil ülkemizin saygın yazarlarının kalemindeki önyargı, nefret ve transfobiden de haberdar etme gücüne sahip.)

Image

Akademi Ödülleri dışında Latin Amerika LGBTİ+ sineması son yıllarda belli başlı film festivallerinde de oldukça görünür. Desde allá / From Afar (2015), 2015 Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünün sahibi olmuştu. Venezuelalı yönetmen Lorenzo Vigas’ın ilk uzun metrajlı filmi, ülkenin başkenti Caracas’ın sokaklarındaki toplumsal karmaşayı filmin arka planına yerleştiriyor; eşcinsellik, gizlilik, çeteler ve şiddet gibi temaları harmanlıyor. Filmde Şilili oyuncu Alfredo Castro’nun canlandırdığı Armando, aynı zamanda seks işçisi olan çete üyesi genç bir erkekle cinsel gerilimin sınıflararası gerilime karıştığı bir ilişki içerisinde. Bu yıl Berlin Film Festivali’nde iki Gümüş Ayı kazanan Las herederas / The Heiresses (Marcelo Martinessi, 2018) ise fona Paraguay’daki toplumsal ve özellikle ekonomik sorunları koyarken merkezine 50’li yaşlardaki lezbiyen bir çifti yerleştiriyor. Chela ve Chiquita borçları nedeniyle varlıklı ailelerinden miras kalan değerli eşyaları birer birer satarken, Chiquita hapis cezasına çarptırılıyor ve Chela tüm sıkıntılarına rağmen hem ekonomik hem duygusal hem de fiziksel özgürlüğüne kavuşuyor, değişim geçiriyor. Berlin’de En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanan Ana Brun’un güçlü performansını 37. İstanbul Film Festivali’nde kaçırdıysanız, filmi 31 Ağustos’ta Başka Sinema salonlarında izleyebileceksiniz.

Latin Amerika sinemasında LGBTİ+ başkahramanların janr filmlerinde de önemli bir yeri olduğunu söylemiştik. 37. İstanbul Film Festivali programının yarışma filmlerinden As Boas Maneiras / Good Manners (Marco Dutra & Juliana Rojas, 2018) bunların başında geliyor. Bu yalnızca bir janr filmi değil, janrlar-üstü, janrlar-arası, janr-akışkan… nasıl bir terim uydurmak isterseniz uydurabileceğiniz bir film. Filmin ilk yarısında, Ana (Marjori Estiano) ile hamileliği sırasında ve doğumdan sonra yanında çalışacak Clara’yı (Isabél Zuaa) tanıyoruz. İşçi-işveren ilişkisinin arkadaşlığa, arkadaşlık ilişkisinin aşk ilişkisine dönüştüğü dakikalar boyunca kimi zaman Brezilya’daki toplumsal düzene ilişkin eleştiriler, kimi zaman başarılı bir cinsel gerilimin takip ettiği tutkulu sahneler izliyoruz. Film, ikinci yarısında ise fantastik ve müzikal gibi birbirine çok uzak iki janrın birbirine karıştığı karanlık bir masala dönüşüyor! São Paulo’nun farklı yüzlerini gösteren, karakterleri değişip dönüşürken kendisi de bundan pay alan, tuhaf, anlatılmaz-yaşanır bir film.

Image

Image

Image

Bolivya’dan Las malcogidas (Denise Arancibia Flores, 2017), As Boas Maneiras’ın aksine tek bir janra, ana-akım komediye bağlı kalsa da karakterlerinin çeşitliliği ve ana-akım komedilere göre fazla derine gömülmüş mesajlarıyla dikkat çekiyor. Politik doğruculuktan bilinçli olarak uzak durması ve bu özelliğini bir mizah ögesi olarak kullanması, önyargıları körükleyebilecekken doğru hamlelerle buna engel olabiliyor. 35 yaşındaki, fazla kilolu ve hiç orgazm yaşamamış Carmen, cinsiyet değiştirme operasyonu için para biriktiren ve kısa bir süre önce adını Karmen olarak değiştiren kardeşi Honorio ve hayatı boyunca uyguladığı zayıflama yöntemleri nedeniyle sağlığı bozulmuş büyükanneleri aynı evde yaşıyor. Özellikle aile içinde bedenci ve homofobik cümleleri mizah unsuru olarak kullanan film, diğer yandan bunların kabul edilemez olduğunu senaryosuna doğal bir şekilde yedirdiği olaylar ve yan karakterlerle söylüyor.

Venezuela’dan Bárbara (2017) ise tam anlamıyla bir queer-western. Yaşlandığı için yıllardır çalıştığı kulüpten kovulan Barbara, eski sevgilisi olan kulüp sahibinden yüklü miktarda para çalarak, sınırı geçmek üzere uzak bir kasabaya kaçıyor. Venezuela kırsalında peşine düşen adamları atlatmaya çalışırken yolları başka bir kaçakla, genç ve maço çiftçi Sixto'yla kesişiyor. Yönetmen John Petrizzelli, çorak topraklardaki eğlenceli bir kovalamacayı ve arıza yan karakterlerle dolu bir yol filmini, karikatürize edilmeye yatkın ana karakterlerini derinleştirmeyi ihmal etmeyerek ciddiye alınabilir kılıyor. Üstelik Latin Amerika edebiyatından ve bu coğrafyanın tüm sanatsal üretiminde izleri görünebilen mitlerden ya da öteki dünyadan bahsetmeyi de ihmal etmiyor.

Brezilya sinemasına geri dönecek olursak, yılın önemli belgesellerinden Obscuro Barroco (2018), Fransa’da yaşayan Yunan asıllı yönetmen Evangelia Kranioti’nin Rio’da çektiği bir film ve karnavalıyla dünya gündeminden düşmeyen kentteki eğlence ve gece hayatının farklı bir boyutuna çeviriyor kamerasını: Trans cinayetlerinin zirvede olduğu Brezilya’da, Brezilyalı trans ikonlarının ve drag queen’lerin yer altına itilen dünyasına, gece kulüplerine ama aynı zamanda yaşam haklarını savunmak için sokakları doldurdukları protestolara… Şiirin kendisinin şiirsel bir görsellikle buluştuğu bu belgeselde bir yanda şiddet, bir yanda karnaval var. Berenice Procura / Berenice (Allan Fiterman, 2017) da tam bu dünyanın bir parçası olan kurmaca bir karakterin, genç yaşta öldürülen güzel ve yetenekli bir trans kadının cinayeti etrafında dönen bir polisiye. Taksi şoförü Berenice, popülist ve homofobik haber muhabiri eşi ve kendi cinsel kimliğini yeni yeni keşfetmekte olan oğlunun yolları bu cinayetle kesişiyor, cinayet soruşturması yer altı kulüplerinden plajlara, mezarlıklardan gecekondu mahallelerine uzanıyor ve ortaya izleyicinin önyargılarını yıkan sürprizleriyle hem hareketli bir polisiye hem de belki de belgeselden daha gerçekçi bir Brezilya toplumsal portresi çıkıyor.

Image

Image

Toplumun çok daha varlıklı ve eğitimli bir kesiminde dahi eşcinselliğin “anormal” görünmesine ise Querida Mamãe / Dear Mom (2018) ile tanık olabiliyoruz. Jeremias Moreira Filho'nun filmi Maria Adelaida Amaral'ın aynı adlı başarılı tiyatro oyunundan uyarlanmış. Film, 40’lı yaşlarında evli ve çocuklu bir doktor olan Helô’nun önce aldatıldığını, ardından kadınlardan (da) hoşlandığını fark ederek eşini terk etmesiyle başlıyor ve annesiyle olan çalkantılı ilişkisine odaklanıyor. Kimi zaman ağır yüzleşmeler ve uzun diyaloglarla Güz Sonatı-vari sahnelerle etkileyiciliği artan film, aynı zamanda LGBTİ+ bireylerin her yaşta aile fertlerinin önyargısına karşı kendilerini ve özgürlüklerini savunmak zorunda kalabildiklerini gösteriyor.

Dünya sinemasında interseks bireylere odaklanan filmlerin sayısı, hele ki aradığımız uzun metrajlı kurmaca bir filmse, bir hayli az. Bu az sayıdaki film arasında öne çıkanlardan ikisiyse Latin Amerika sinemasından, üstelik ikisi de Arjantin’den: Lucía Puenzo’nun XXY (2007) ve Julia Solomonoff’un El último verano de la Boyita (2009) filmleri, ergenlik dönemine girdiklerinde aileleri ve toplum tarafından bir seçim yapmaya, karar vermeye zorlanan ya da bir seçim yapmaları, karar vermeleri beklenen interseks bireylerin yer aldığı büyüme hikâyeleri. İlkinin Alex’i de, ikincisinin Mario’su da hayatlarının ilk on beş yılında cinsel kimliklerini ve bedenlerini ailelerinin kararıyla saklamak zorunda bırakılmış. Toplumsal cinsiyet normlarına göre Alex bir kız çocuğu, Mario ise bir erkek çocuğu olarak yetiştirilmiş; her ikisi de bedenlerinden utanmaya itilmiş.

Bu iki filmle, tıpkı Türkiye’de ve dünyanın geri kalanında olduğu gibi, doğan çocuğuna bir cinsiyet atamanın Latin Amerika kültürü için de önemli olduğunu görüyoruz. Fakat ergenliğin büyüme sancılarını akranlarından daha şiddetli yaşadığını hissettiğimiz Alex ve Mario’nun hikâyeleri aslında karar verme ya da karar vermeme özgürlüğünün bireyin kendisine bırakılması gerektiğinin toplumsal değerlerden çok daha önemli olduğunu destekliyor.

Şiddete, homofobiye, önyargılara, toplumsal düzene ya da ekonomik zorluklara karşı mücadele veren karakterleriyle bu filmler bir yana, hayat dolu karakterleri ve olay örgüleriyle gülümseten iki filmden bahsedip biraz kendimizi iyi hissedelim: Hoje Eu Quero Voltar Sozinho / The Way He Looks (2014), merkezine eşcinsel, görme engelli, liseli bir genci koyan bir Brezilya filmi. Büyüme sancılarının cinsel kimlikle yüzleşmenin sancılarına karıştığı birçok büyüme hikâyesinin aksine umut dolu olan ve aşkın karında kelebekler uçuşturan etkisini içinde taşıyan bir kendini-iyi-hisset filmi. Yönetmen Daniel Ribeiro, sınıfına yeni gelen bir öğrenciye âşık olan ve fark etmeden en yakın arkadaşının kalbini kıran Leonardo’nun yaşadıklarını karamsarlığa kapılmadan anlatıyor. Geçtiğimiz yılın bol ödüllü Küba filmi Últimos días en La Habana / The Last Days in Havana (2016) ise karamsar ve karanlık temasına rağmen pozitif enerji saçan ana karakteri sayesinde gülümsetiyor. Havana’da hayatını kaybetmek üzere olan HIV pozitif Diego, ölüm döşeğinde bile hayat dolu. Bir yanda istediği hayatı yaşayamadığı için hayata küsmüş yoldaşı, bir yanda istediği hayatı yaşamak için sesini yükseltmeye hazır yeğeni, bir yanda istediği hayatı yaşamak için istemediği bir hayatı yaşamaya mecbur hisseden bir seks işçisi, fakat her yanında gitmek isteği var Diego’nun. Diego, onu canlandıran ve neredeyse tüm film boyunca sabit bir şekilde yatan Jorge Martínez’in vücudunda hayat buluyor. Tüm duygusal yoğunluğuna rağmen mizahı yerinde ve sıkça kullanan, her biri ayrı derinliğe sahip karakterleriyle Küba halkının portresini çizen bir film Fernando Pérez’inki.

Son olarak, günümüz Latin Amerika LGBTİ+ sinemasında önemli bir yeri olduğunu düşündüğümü bir yönetmen için ufak bir parantez açmak gerekiyor. Arjantinli yönetmen Marco Berger, henüz ilk filmi olan Plan B (2009) ile birçok yönden farklı bir LGBTİ+ anlatısına imza atmıştı. Filmde yeni bir erkekle beraber olan eski kız arkadaşı Laura’yı kendine döndürmeyi başaramayan Bruno, b planını uygulamaya koyuyor ve Laura’nın yeni erkek arkadaşı Pablo’yu yalandan ayartmaya, böylece Laura’dan ayrılmasını sağlamaya karar veriyor. Kurmaca bir cinsel gerilim ve türlü yalanlarla başlayan plan, her iki erkeğin de cinsel yönelimini sorguladığı bir romansa dönüşüyor. Sıradan bir romantik komedi hikâyesini görüntü yönetmeni Tomás Pérez Silva’nın belgesel estetiğindeki kamerası ve Berger’in iki karakteri derinlemesine tanıtan, duygularını izleyiciye tamamen aktarabilen senaryosu ve yönetmenliğiyle Plan B, standartların çok üzerinde bir ilk filmdi demek yanlış olmaz. Ausente (2011) ve Hawaii (2013) ile yine karakter odaklı, bol cinsel gerilimli ve biseksüel ya da eşcinsel temalı filmlerle filmografisini genişleten yönetmen, en son Taekwondo (2016) ile sinemasını farklı bir boyuta taşıdı. Tekvando takımından tanıdığı arkadaşı Gérman’ı birçok erkek arkadaşıyla beraber tatil yaptığı yazlık evine davet eden Fernando’nun tüm bu arkadaşlarıyla geçirdiği hafta sonu, Marco Berger’in yönetmenliği ilk kez (belgeselci Martín Farina ile) paylaştığı bir yapım. Bu paylaşımın etkisi, filmin gözlemciliğine, kameranın çevrildiği ince detaylara, odaklandığı bedenlere bir hayli yansıyor. Kimin eşcinsel olup olmadığının bir önemi olmadığı, gençliğin, dostluğun ve eğlencenin ön planda olduğu bir fanusta etrafa sadece cinsel gerilimi hisseden tek bir karakterin gözünden bakma hissi veriyor Taekwondo.

Marco Berger’in sineması, yıllar önce Meksikalı yönetmen Alfonso Cuarón’un yüzyılımız Latin Amerika sinemasının başyapıtlarından Y tu mamá también (2001)’deki hisleri ve sinemacılığı anımsatıyor. Dostluğun ve arkadaşlığın, çoğu zaman akışkan olabilen bir cinsellik ve cinsel gerilimle şekil değiştirmesi ve kimi zaman mutlu sonlara, kimi zaman belirsiz bir geleceğe evrilmesi…

 

 

 

ÖNCEKİ Bir komün hayali üzerine soluksuz bir konuşma: Wild Wild Country SONRAKİ Daha iyi yarınları umut etmeye devam: “Mr. Gay Syria”
Bu yazıyı paylaş