“Olabildiği kadar herkese seslenen yerlerde olmak”: MİRGÜN CABAS ve ÖZGÜR MUMCU

Bu yazıyı paylaş
İçerik

“Olabildiği kadar herkese seslenen yerlerde olmak”: MİRGÜN CABAS ve ÖZGÜR MUMCU

Röportaj: Özgür Mumcu – İllüstrasyon: Ethem Onur Bilgiç - Deşifre: Selin Örnek
ÖNCEKİ Çatışma ve politikanın ötesinde bir savaş deneyimine dair: MOLLY CRABAPPLE ve MARWAN HISHAM SONRAKİ A’dan Z’ye: Robert Plant

Geçtiğimiz Ekim ayından beri düzenlediğimiz Yüz Yüze serisi kapsamında gazeteci, yazar Özgür Mumcu, her ay Bant Mag. Havuz/Bina’da farklı disiplinden bir konuk ağırlıyor ve karşılıklı rahat ve keyifli bir muhabbet döndürülüyor. Mumcu’nun 3 Mart tarihindeki konuğu gazeteci, yazar ve televizyoncu Mirgün Cabas oldu. Bugüne kadar çok sayıda nitelikli işin altına imzasını atmış olan Cabas, ülkenin yeni bir seçime doğru ilerlemekte olduğu bugünlerde seçim yayınlarının unutulmaz sunucusu olarak da elbette kendisini hatırlatmakta. Gazeteciliğe ilk adım attığı yıllardan başlayarak merak uyandırıcı kariyerinin çarpıcı detaylarının ve unutulmaz hikâyelerin üzerinden geçen sohbet, Türkiye’de anaakım medyanın yolculuğu adına da oldukça hafıza tazeleyici.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Özgür: Mirgün, sen İzmirlisin aslında…
Mirgün: Evet.

Özgür: Sonradan Ankara'ya gidiyorsun, Ankara İletişim Fakültesi'nden mezun o

luyorsun. Gazeteci olmak hep aklında olan bir şey miydi? Nasıl gerçekleşti hikâye?
Mirgün: İletişim Fakültesi’ne girmek benim şu hayatta yapabileceğim tek şeydi. Başka alternatifim yoktu, seçeneksizlikten girdim. Çünkü ben hiç hesap kitap bilmeyen, fen bilimlerinden anlamayan bir insanım. Okuldayken de böyleydim ve yapabileceğim tek şey birazcık Türkçe'ye ve sosyal bölümüne abanmak ve o puanlar sayesinde kapağı bir üniversiteye atmaktı. Sosyalim fena değildi ama Türkçem daha da iyiydi. Seçenekler arasında en cazip olan da İletişim Fakültesi bölümleriydi: gazetecilik, halkla ilişkiler, radyo televizyon. İlk tercihlerimden biriydi Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi.

Özgür: Okuldayken mi karar verdin gazeteci olmaya?
Mirgün: Aslında benim niyetim hiç gazetecilik falan yapmak değildi. Benim babam İzmir'de esnaf. Yani sanatçı esnaf; zanaatkar, kuyumcu. Çok iyi mücevher tasarımları yapan bir adam. Ben de çocukluğumda yaz tatillerinde onun işine biraz bulaşmıştım. O küçük kafamla diyordum ki “Ne güzel işte, okurum üniversiteyi sonra döner burada baba işini yaparım”. Tabii üniversiteye gidince tam öyle olmuyor. Hele bir de İzmir'den Ankara'ya gidince başka bir şey yaşamaya başlıyorsun. Ama ben hâlâ “Ne yapsam? Gazetecilik yapılır mı? Halkla ilişkilerci mi olsam? Reklamcı mı olsam?” derken bir gün bir ders sırasında bir profesörüm, Korkmaz Alemdar, “Aranızda gazetecilik stajı yapmak isteyen kimse var mı?” diye sordu. Niyeyse bir şey dürttü ve kaldırdım elimi. Öyle başladı. Milliyet’in Ankara bürosunda Derya Sazak’a gönderdi beni. O dönemde Ankara Haber Müdürü’ydü.“Kimsin? Necisin? Ne yapmak istiyorsun?” gibi sorular sordu. Ben de hepsine en olmayacak cevapları verdim. Ona rağmen “İyi. Gel başla.” dedi. Sonra ben orada çaylak, genç ve hakikaten ne istediğini bilmeyen bir çocuk olarak üç buçuk yıl çalıştım. Herhalde dünya tarihinin en kötü stajyer gazete muhabiriydim.

“Özellikle siyasi muhabirlik cevvallik isteyen bir iş. Yürürken bir milletvekilinin koluna girip ‘E abi, ne oluyor?’ diye adamı konuşturman gerekiyor. O girişkenlik bende yoktu o zamanlar. Hâlâ da insanlarla pek öyle ilişki kuramıyorum bir taraftan da.” Mirgün Cabas

Özgür: Seni hangi alanlara vermişlerdi?
Mirgün: İlk olarak çalışma hayatı muhabirinin yanına verdiler ve hayatımda gittiğim ilk basın toplantısı bir sendika basın toplantısıydı. Sonra Çalışma Bakanlığı falan derken beni hızlı bir şekilde sol partilere verdiler. SHP'yi izlemeye başladım, Erdal İnönü'yü. Sonra CHP açıldı, SHP bölündü, Deniz Baykal’ın partisi... Sonra ben CHP muhabiri oldum ve bir anda kendimi otobüslerde buldum! Seçim otobüslerinde binlerce kilometre gidiyoruz, habire gidiyoruz ve artık nerede olduğunu şaşırıyorsun. Otobüste birtakım milletvekilleri, genel başkanlar, Erdal İnönü’ler, Deniz Baykal’lar... Bir yandan da Türkiye’yi tanıyorum; gitmediğim vilayeti kalmadı o dönemde Türkiye’nin.

Özgür: Çok seçim olan bir dönem o zaman.
Mirgün: Evet. Bir de CHP yeni kurulmuştu ve kendilerini anlatmak, tanıtmak için acayip seyahat ediyorlardı. Sonra ben bu sol partileri izlerken şans gerçekten orada yüzüme güldü. Dedim ya, dünyanın en kötü stajyer gazete muhabiriydim.

Özgür: Niye kötü olduğunu düşünüyordun?
Mirgün: Bilmiyorum. Belki biraz ısrar etseydim iyi bir gazete muhabiri de olabilirdim ama... Gazetecilik, muhabirlik, özellikle de siyasi muhabirlik cevvallik isteyen bir iş. Yürürken bir milletvekilinin koluna girip “Ee abi, ne oluyor?” diye adamı konuşturman gerekiyor. O girişkenlik bende yoktu o zamanlar. Hâlâ da insanlarla pek öyle ilişki kuramıyorum bir taraftan da.

Özgür: O zaman devamında niye meclis muhabiri oldun?
Mirgün: Şöyle oldu: Oradan televizyona geçtim. Televizyonda pek öyle bir cevvallik gerekmiyor. Gazetecilikte senden beklenen birinci şey rutin haberi yapmak ama aslında senden özel haber ve kulis haberi bekliyorlar. Televizyonda ise senden beklenen birincil şey takip ettiğin şeyi iyi anlatman ve ekranda onu doğru ifade etmen. Eğer üzerine kulis alabiliyorsan çok ekstra bir şey. O pastanın çileği.

Özgür: Bu arada somut anlamıyla “kulis haberinden” bahsediyoruz çünkü iktidarın da muhalefetin de mecliste kulisleri var. Oralara hakikaten girebiliyor mu peki gazeteciler?
Mirgün: Girebiliyor. Eğer meclise akrediteysen veya yeteri kadar tecrüben varsa, basın kartın varsa parlamento muhabiri olabiliyorsun. Parlamento muhabirliği Ankara’da o zaman (belki hâlâ öyle) en seçkin, hatta seçkinci gazetecilik derneğiydi. Örneğin beş yıllık sarı basın kartın yoksa parlamento muhabiri olunamıyor. Benim avantajım televizyonlarda çok az sayıda tecrübeli ve o kadar eski basın kartına sahip muhabir olduğu için istisna yapmalarıydı. Televizyonlardan gelen her muhabiri parlamento muhabiri olarak akredite ediyorlardı.

Özgür: O üç buçuk sene sonunda televizyona geçtin ve o zaman oldun.
Mirgün: Televizyona geçtim ve ondan sonra parlamento muhabiri oldum.

Özgür: Çünkü gazetelerde bir de staja kadro vermezler senelerce.
Mirgün: Vermediler. Ben ilk kadroyu televizyona geçtiğim zaman gördüm. Üç buçuk yılın sonunda doğru dürüst bir maaşım ve bir kadrom oldu.

Özgür: Bu en büyük sorundu, ben de hatırlıyorum. Hâlâ da çok ciddi sorundur.
Mirgün: Sürünmeyi göze alman gerekiyor gazetecilik yapmak için. O yüzden sonraki yıllarda televizyonda yöneticilik yaparken yaşı biraz ileri insanlar “Ya... Ben gazeteciliğe geçsem mi? Kariyer değiştirsem mi?” dedikleri zaman “Bu gençken ancak başlanabilecek bir iş çünkü ciddi bir sürünme süresi var.” diyordum.

Özgür: Tabii muhabirlik harika bir meslek yani; hem kuş kadar maaşı var, herhangi bir güvencesi yok, sürekli risk altındasın ve yüksek bir tempoda çalışıyorsun.
Mirgün: Tamamen öyle. 7/24 hazır ve nazır olman gerekiyor. Televizyon muhabiriyken mesela kız arkadaşımla (o da gazeteciydi) bir yıl dönümü kutluyoruz, yemek yiyoruz falan... Tak! Deprem oldu mesela ya da bir maden göçüğü oldu. Üzerimde abuk sabuk kıyafetlerle ofise gidip kendimi Zonguldak’ın bir köyünde madenin kapısından canlı yayında facia anlatırken falan bulduğum çok olmuştur yani.

Özgür: Televizyona geçişin nasıl oldu peki? Yani yeni kuruluyor tabii o zamanlar, hangisine geçtin?
Mirgün: Yok. O zaman var. ATV var, bir sürü kanal var, tüm kanallar var. ATV’nin haber yöneticisi Ali Kırca: “Haber Dairesi Başkanı”. TRT’den gelme bir gelenek o da. Normalde haber dairesi denilecek büyüklükte bir şey değil ama eski TRT’ci olduğu için onu almış oraya koymuş: “ATV haber dairesi başkanı: Ali Kırca”.

Özgür: On kişiler orada...
Mirgün: Hani bilemedin otuz. Ama TRT haber 350 kişi yani. Neyse, şimdi bu şahane bir güruh, gerçekten de Ankara’nın en iyi televizyon bürosu. Başında Baki abimiz var; Baki Şehirlioğlu. Çok insanın bildiği biri değildir ama TRT’den gelmedir, Ankara büronun başında. O büroda Çiğdem Anat, Gürkan Zengin, Tayfun Taliboğlu, Şirin Payzın, Yavuz Oğhan, ben, Murat Çelik gibi insanlar var. Sonra beni birileri öneriyor, hatta bir tanesi de Çiğdem Anat. Neyse beni çağırdılar görüşmeye, iş teklif ettiler ve ben de kabul ettim. Sonra palas pandıras ATV’ye geçtim. Sudan çıkmış balık gibiyim, acayip korkuyorum bir yandan çünkü çok zor bir iş. Kamera karşısında habire konuşman, kendini anlatman, bir şeyler söylemen gerekiyor.

Özgür: Öyle bir tecrüben de yok o zaman.
Mirgün: Hiç yok. Bunu nasıl yapıyorlar diye uzun uzun baktığım dönemler yani. Sonra bant kayıt, canlı yayın derken yavaş yavaş öğreniyorsun işi.

Özgür: Ne kadar sürdü meclis muhabirliği?
Mirgün: Ben orada iki buçuk yıl falan çalıştım. 1998’in sonuna kadar aşağı yukarı ATV’de çalıştım. Orada meclis muhabirliği yaptım, o iyiydi. Gazete muhabirliğinden farkı şuydu: bir kere hakikaten ortamı iyi gözlemlersen, haberini iyi takip edersen, takır takır anlatırsan, iyi bir muhabir oluyorsun. Bir de üzerine televizyona çıktığın için artık takip ettiğin insanlar da seni bilir hale geliyorlar. O dönemde tabii televizyonda daha az uzmanlık alanı vardı ve bir sürü şeyi takip etmen gerekiyordu. Her şeyi herkes yapıyor. O acayip bir tecrübeydi.

Özgür: Yani mecliste çalışmak için çok verimli bir dönem o dönem aslında. Koalisyon hükûmeti var, her şey karman çorman...
Mirgün: Tam 28 Şubat.

Özgür: Çok güzel bir dönemmiş (!)
Mirgün: 20 yıl oldu. 20 yıl önceki ve yirmi yıla iki gün önceki yayınımı çok iyi hatırlıyorum. Mesela onu anlatayım size. Şimdi 28 Şubat’ın olacağına biz önceden uyandık. Çünkü niye? Ben şöyle hatırlıyorum: Erbakan’a sürekli bir baskı var. Ondan sonra Aydın Menderes (Adnan Menderes’in oğlu) o sırada Refah Partisi’nde milletvekili ve sürekli “Bu MGK’da kötü şeyler olacak.” diyor ve galiba istifa etti partiden. O yüzden de gözler o Milli Güvenlik Kurulu toplantısına çevrildi. Normalde zaten o zamanlar her Milli Güvenlik Kurulu toplantısının öncesinde biz oraya yığınak yapardık, panayır yeri gibi olur cumhurbaşkanlığının önü. O dönemde Erbakan başbakan, Demirel cumhurbaşkanı, Tansu Çiller başbakan yardımcısı. Büyük kıyamet kopacak diye biz büyük bir yığınak yaptık ve beklemeye başladı televizyon kanalları. Sabahtan itibaren bekliyoruz. Öğlen oldu, bir şey olmuyor. Öğleden sonra oldu, bir şey olmuyor. Sonra saatler ilerledi, ben Cumhurbaşkanlığından merkeze geldim, ATV bürosuna. Hâlâ bir şey yok. Son dakika yayın yapacağız bildiri çıktığı anda. Şöyle oldu: Bütün kanallara, gazetelere, ajanslara alfabetik sırayla faks çekmeye başladılar. Biz de Baki Abi’yle birlikte faksın ucunda bekliyoruz! Yani neredeyse faksı çekeceğiz daha çabuk gelsin diye! Ondan sonra hakikaten faks da geldi ve hemen biz baktık, ben onu kendimce bir özetledim, o bir şeylerin altını çizdi, ışıklar yandı, kırmızı ışık yandı ve o sırada ne varsa canlı yayında. O zamanlar haber kanalları bu kadar çok yoktu ve güçlü değildi, ana kanallar da eğlence kanalları da önemli bir şey olduğu zaman yayınlarını kesiyorlardı ve son dakika haberlerini giriyorlardı. Ben şöyle bir cümleyle başladığımı hatırlıyorum yayına: “28 Şubat’ta başlayan toplantı 1 Mart’ta bitti (çünkü gece yarısını geçmişti). Bildiri 1 Mart’ta geldi ve işte bildiride yazılanlar...” Sonrasında bildiriyi canlı yayında okudum. Sonra 28 Şubat oldu, bir sürü rezillik oldu, onları hepimiz biliyoruz. Sonra ben toplam dokuz yıl Ankara’da yaşadıktan sonra Ankara’dan sıkıldım.

Özgür: Faal muhabirdin yani on sene yaklaşık.
Mirgün: Üç yılı öğrencilikle geçti ama altı yıl sahadaydım, her yerde muhabirlik yaptım. Sonra ben bir İstanbul’a gideyim dedim. Hiçbir planım ya da bağlantım yoktu. ATV’dekiler dediler ki “İyi, gel burada çalışırsın”. Ama benim içimden hiç ATV’de çalışmak gelmiyordu. Buraya geldiğimde CNN Türk kuruluyordu ve o zaman CNN Türk değildi adı; ETC, EcoTV gibi tuhaf bir adı vardı. Birand kuruyor. Ondan sonra Çiğdem Anat ATV’den ayrılmış ve NTV’ye gelmiş. Birand da onun eski hocası ve Birand Çiğdem’e diyor ki bu kanala gel. O da olur diyor, sonra bana da gel diyor ve beni Birand’la görüştürüyor. Birand “Gelir misin?” dedi “Gelirim.” dedim. ATV’ye ben haber kanalına gidiyorum dediğimde Ayşenur Aslan’la Ali Kırca bana dediler ki gidemezsin. Niye? Çünkü bir tarafta Doğan Grubu bir tarafta Sabah Grubu. Onların arasında bir anlaşma var. İkisi ortak bir reklam şirketi kurmuşlar, reklam alma şirketi. İki grubun da bütün yayın organlarına Bimaş denilen o şirket reklam topluyor. Peki bunun gazetecilikle ne alakası var? Şimdi bunlar orada ortak olunca bir sürü alanda daha ortak oluyorlar ve birbirlerinden insan alıp personel maliyetlerini yükseltmemek için centilmenlik anlaşması koymuşlar oraya: birbirimizin çalışanlarını almayacağız diye. Kabak Mirgün Cabas’ın başına patladı mı patladı.

Özgür: Zaten iki tane grup var o zaman. En büyük iki grup bu. Uzanlar yeni yeni başlıyorlar tabii.
Mirgün: Evet. Ondan sonra ben giderim dedim. Çünkü biz el sıkıştıktan sonra Birand, Ertuğrul Özkök’e götür dedi. Ertuğrul Özkök de o zaman Milliyet’in yayın yönetmeni. Yani Doğan Grubu’nun en tepesindeki adam. “Ben Zafer’le yemek yiyeceğim (Zafer Mutlu, öbür grubun yönetici pozisyonundaki adamı), ben çözerim sizin işinizi” dedi. İyi dedim. Sonra aradan üç beş gün geçti, ses soluk yok. Ardından telefon geldi senin iş olmadı diye. Hadi ya, nasıl olmadı? Birand bana bir tane mektup yazdı sonra ertesi gün. Hayatta belge falan saklayan biri değilimdir ama Birand’ın o el yazısıyla yazdığı mektup duruyor, böyle kargacık burgacık bir yazıyla yazmış: “Mirgün şu an acayip sinirliyim, ben bu işi beceremedim ama eminim biz bir gün bir yerde birlikte bir şey yapacağız. Sevgiler, Mehmet Ali”. Sevgiler Mehmet Ali de ben ne yapacağım yani? İstanbul’a gelmişim, bir de kız arkadaşım var benim peşime takılıp gelmiş neye güvendiyse. Çiğdem’in evinde kalıyorum.

Özgür: Sen hafif hafif kuyumculuk işini düşünmeye başlamışsındır.
Mirgün: Evet. Babamı biraz daha sık aramaya başladım. Sonra ATV bana haydi gel geri dedi. Ama benim içimden de gelmiyor hiç, dönemem dedim.

Özgür: Gurur yaptın.
Mirgün: Gurur yaptım. Sonra beni NTV’den aradılar.

Özgür: Nergis Televizyonu’ydu.
Mirgün: Nergis Televizyonu. Cavit Çağlar’ın televizyonuydu. Gittim, Cem Aydın var, kanalın haber koordinatörü, sonra bütün Doğuş Medya Grubu’nun CEO’su olacak... Askerde aslında ama arada kaçıyor geliyor kanalın işlerine bakıyor. Barbaros Bulvarı’nda Plaza Otel’in şimdiki yarısı. Dikine bir bina, televizyonculuk yapmaya en az uygun olan yapı biçimi çünkü ikinci katta haber merkezi var, yedinci katta stüdyo var. Son dakika zor bela uyanıyorum, bir araba geliyor (ben Cihangir’de oturuyorum o sıra) alıyor ve kanala götürüyor. Bir sürü zombi gibi insanın arasında bir şeyler yazıyorum sonra çıkıp sabah onu anlatıyorum. Konuklar geliyor. Sekiz ay o işi yaptım. Güzel de oldu. Baya fark yarattı önceki kuşaklara göre.

“Televizyonculukta yaptığın en iyi şey ne dersen galiba benim için oydu. Çünkü Banu’yla [Güven] acayip bir ikili olduk... Size bizimle editör olarak çalışan üç isim söyleyeyim: Can Kozanoğlu, Kemal Can ve Ruşen Çakır.” Mirgün Cabas

Özgür: Aslında bu daha sonra yaptığın her şeyin temeli gibi bir şeydi, değil mi?
Mirgün: Aynen öyle. O işi belli ki iyi yaptım ve ondan sonra hemen bana gece haberlerini teklif ettiler. Daha doğrusu onlar teklif etmedi, gene ben onu aldım birilerinin elinden.

Özgür: O kaçta başlıyordu?
Mirgün: Bana dediler ki pazar akşamları haftalık bir haber programı yap. Tamam, Banu’yla yapayım dedim. Olur dediler. Biz Banu’yla haftalık program yapıyoruz. Sonra kanal taşındı, bina Maslak’a gitti, gece haberleri boşaldı, ondan sonra Banu kafama girdi ve birlikte gece haberlerini yapmayı teklif etti. Biz bu defa ona başladık, tam ters bir çalışma sistemi ama televizyonculukta yaptığın en iyi şey ne dersen de galiba benim için oydu ve en akıllarda kalan şey o oldu bugüne kadar. Çünkü Banu’yla acayip bir ikili olduk. O dış haberlerden gelen bir muhabirdi, Milliyet’te çalışmıştı daha önce. NTV’de de o işi yapıyordu, ben siyaseti hasbelkader biliyordum. Güçlerimizi birleştirdik ve bugünün koşullarına göre inanılmaz bir editör kadrosuyla çalışmaya başladık. Yani size bizimle editör olarak çalışan üç isim söyleyeyim: Can Kozanoğlu, Kemal Can ve Ruşen Çakır. Bugünün koşullarında o üç editör, iki sunucu, ondan sonra bir konu koordinatörü, üç prodüktör daha falan var. Bugünün haber merkezleri o kadar zaten. Günü götüren haber merkezleri bu kadar insandan oluşuyor.

Özgür: Eskiden hakikaten kadrolar daha genişti galiba değil mi?
Mirgün: Çok genişti. Bir sebeple daha nitelikliydi galiba. Sonra tabii başta ekonomik sebeplerle giderek daraldı. Bir de zaten artık kimse senden o cevvallikte haber de beklemediği için...

Özgür: Aksine, yani.
Mirgün: Ne kadar az o kadar iyi. Neyse biz Banu’yla o işi yaparken deprem oldu. Ondan sonra bedelli askerlik çıktı ve ben hızlıca askerliğimi halledip geldim 28 günde. Haber müdürü oldum kanalın. 30 yaşında ya var ya yoktum. Zaten çok genç bir kanaldı. Haber koordinatörü 33 yaşında falandı. En kıdemli editörler öyle. Öğle haberini sunan, sabah haberini sunan, herkes genç. Çünkü ATV, Kanal D gibi kanallar kurulurken TRT’den ve gazetelerden çok tecrübeli insan almışlardı. Sonra haber kanalları kurulurken daha genç insanlara yöneldiler ve daha genç gazeteciler, daha çekirdekten yetişme televizyoncuları, öğrencileri aldılar. Biraz gözle görünür tecrüben varsa, ekranda iyi bir şeyler yaptıysan, birazcık sorumluluk alıp bir adım öne çıkmaya hazırsan sana o işleri veriyorlardı.

“Ben ilk televizyona senin programında çıktım. Banu Güven’le beraber arada tartışma programları da yapıyordunuz çünkü.” Özgür Mumcu

Özgür: Bugünden bakınca tuhaf geliyor mu? Mesela Milliyet’in başına geçtiğinde Abdi İpekçi 28 yaşındaymış.
Mirgün: Tabii. Neyse ben o işi bir iki yıl yaptım, sonra bıraktım. Tekrar döndüm gece haberlerini Banu’yla birlikte yapmaya devam ettim. O da muhteşem bir zaman yani. Biz o zamanlar çok şikayet ediyorduk bize haber yaptırmıyorlar diye. Ama aslında baya bir şeyler yapıyormuşuz her şeye rağmen ve hatta biraz da şımarıklık ediyormuşuz.

Özgür: Ben tam oradan hareketle bir şey anlatacağım. Ben ilk televizyona senin programında çıktım. Banu Güven’le beraber arada tartışma programları da yapıyordunuz çünkü.
Mirgün: Genç Türkiye’ye çıktın galiba.

Özgür: Mesele RTÜK meselesi. O zamanlar da mesele. Açık Radyo’da Bukowski’nin bir şiiri okunmuş sabah 11 saatlerinde. Şimdi RTÜK de daha yeni kurulmuş, daha ne yapacağını tam bilmiyor ve bir ceza vermiş Açık Radyo’ya. Küfür kıyamet bir metin bu muhtemelen, bildiğimiz Bukowski metni. Bir grup insanı da çağırmışlar, o konu tartışılıyor. RTÜK başkanı geliyor bu arada: Nuri Kayış.
Mirgün: DSP’li bir adamdı.

Özgür: Ya BirGün’ün Ankara temsilcisi falan oldu adam. Ne kadar üzerine gittiğimizi söyledi. İfade özgürlüğünün sınırlarını konuşmak üzere galiba Vedat Özdemiroğlu, Serdar Akar, birtakım sanatçılar, çizerler vardı. Genç dediler diye de iki üniversite öğrencisi diye Mehmet’le ben de bir şekilde oradayım.
Mirgün: Bizim de çağırdığımız kadroya bak!

Özgür: Hatta bir tane küçük sigara odanız vardı. Orada sigara içerken Nuri Kayış geldi. Çok da kibar, beyefendi bir adamdı. Bir kere çıkmış programa o kadar insanla tartışmaya geliyor... Adam gelince Vedat Özdemiroğlu “Hop! Müdür geliyor.” deyip sigarasını attı. Orada adam dedi ki “Sabah o saatte olması bizim için bir sorun. Şimdi benim için normalde sorun değil.” Hani biz de biliyoruz Bukowski demeye getirdi. Saat 12’yi mi ne 20 geçmişti. Şu anda bir sorun yok dedi. Biz adama kızıyorduk hâlâ. 12’den sonra okumasını işgüzarlık olarak değerlendiriyordum içimden. Tabii ki çok zor bir dönemdi ama böyle bir program yaşanabiliyordu. Adam saatlerce dinledi bizi, doğru düzgün cevap vermeye çalıştı.
Mirgün: Çıkmış bir kere her şeyden önce. Şimdi biz Banu’yla gece haberleri yapıyoruz, AKP’nin iktidar döneminin ikinci yılı herhalde. Dönemin maliye bakanı, rahmetli Kemal Unakıtan hakkında “2B orman arazisinde evi var” gibi bir haber çıktı. Biz adamı aradık ve basın müşavirine bakanla konuşmak istediğimize dair haber bıraktık. Adam bize telefonla bağlandı, biz soruyu sorduk, o cevapladı, sorduk, sonra o bana biraz sataştı kendi üslubunca. Sonra da “Haydi eyvallah” deyip kapattık. Ertesi gün de patron “Ya, ne yapıyorsunuz siz? Benim başımı belaya mı sokacaksınız? Bu adamları çıkarıyorsunuz böyle abuk sabuk sorular soruyorsunuz!” dedi.

Özgür: Programa bakanı çağırıp sizin kaçak inşaatınız var mı diye soruyorsunuz yani.
Mirgün: Hikâye bu. Bir: Bunu haber yapabiliyorsun. İki: Bunu bakana sormayı hayal edebiliyorsun. Sonra hayal gerçek oluyor, adama soruyorsun bunu. Adam da yayına çıkayım diyor ve çıkıyor. Yani sen adama bunu soruyorsun, adam sana cevap veriyor ve itiş kakış oluyor, kapatıyor ve ertesi gün ne şirkete müfettiş gönderiliyor ne bir vergi cezası ne de tehdit geliyor. Hiçbir şey olmuyor yani. Sonra her şey tabii ışık hızıyla değişti. Bütün zemin ayağımızın altından kaydı. Ama böyle dönemlerden geçerek geldik buraya bir yandan da. Biz hakikaten o zaman iyiymişiz yani. Beğenmediğimiz bir sürü şey vardı; Kürtlerle ilgili yayın yapacağız, Kürt yok yayında ya. Gıyabında adamların yayın yapıyoruz, bir tane Allah için çıkmaz mı? Çıkaramıyorsun.

Özgür: 1990’larda öyleymiş.
Mirgün: Çünkü çıkardığın zaman da jenerik görünüyor, stüdyo görünüyor, bir komutan arıyor, Ankara Temsilcisine “Siz ne yapıyorsunuz?” falan diyor. Daha ilk reklam arası olmadan Ankara Temsilcisi yayın yönetmenini arıyor...

Özgür: O zaman Kürtleri temsilen liberal mi koyuyordunuz?
Aynen öyle. Kürtleri temsilen liberal birini oturtuyordum. Hasan Cemal falan geliyordu. Abuk sabuk bir durum ya. Tamam, kes, yirmi yıl önce. Bugüne kes, kaç tane Kürt çıkarılabiliyor televizyonlara? Zaten adamların yarısı hapiste, öbür yarısı vebalı muamelesi görüyor, gene çıkaramıyorsun, gene çıkaramıyorsun. Ne değişti? Olan Kemal Unakıtan’a oldu. O zaman askerlerle cebelleşiyorduk, şimdi, işte başkalarıyla cebelleşiyoruz.

Özgür: Yani senin NTV’de bu haber merkezinde başlama tarihin de bir enteresan değil mi?
Mirgün: Tabii, 1998 Eylül.

Özgür: 11 Eylül yani.
Mirgün: Hayır o 2001 Eylül’ünde bizim Can Kozanoğlu’yla çalışmaya başladığımızdaki.

Özgür: Ha, onunla beraber çalışmaya başlıyorsunuz ve beraber program yaptınız daha sonra.
Mirgün: Evet. Can o zaman benim acayip beğendiğim ve hayran olduğum bir yazar. Herhalde senin de öyle. Çok iz bırakan kitaplar yazdı. Bu kitapları sosyolog gazeteci olarak yazmakla birlikte fiilen editörlük yapıyor. Gazetecilik yapıyoruz, TRT’de kitap programı sunuyor...

Özgür: Tabii canım, çok popülerdi “Cilalı İmaj Devri”.
Mirgün: Çok. “Cilalı İmaj Devri”, “Pop Çağı Ateşi”ni yazmış ve o sıra CNN Türk’te çalışmaya başlayacak. Önce kapalı devre çalışıyorlar iki yıl. Sonra oradan ayrıldı ve ben acaba bizimle çalışır mı dedim. Çalışırım dedi ve geldi. Hakikaten hayatım boyunca vesile olduğum en büyük transferdir ve benim sunacağım programın, yeni başlayacağım programın editörlüğünü yapacak. O sırada ben haber müdürüyüm, büyük bir haber merkezi var, benim bir masam var büyükçe, sağımda da 6-7 tane televizyon monitörü var. Oradan bütün kanalları görüyorum; yerli haber kanalları, yabancı haber kanalları, ajans görüntüleri geçiyor, Can da benim solumda oturuyor. Biz konuşurken “Bir şey oluyor.” dedik. “Aa uçak çarpıyor.” Nasıl ya? Sonra bir tane daha çarptı. Biz Can’la birlikte konuşurken bu olay patlak verdi.

Özgür: Kaç saat mesela o zaman ekran başında kaldın? Ben hatırlıyorum senin hemen çıktığını televizyona.
Mirgün: Evet yani çıkıyorsun ve artık damağın, dilin şişene ve boğazın yutkunamayana kadar yayında kalıyorsun. 3 saat, 5 saat, 7 saat... Sonra biri geliyor, bayrak yarışı gibi seni kurtarıyor ve o oturuyor. Bir 7 saat de o kalıyor. Genellikle benden sonra Banu çıkardı kriz anlarında. Ama bu yani suikast olur, deprem olur, bir istifa olur, terör olayı olur falan böyle onlarca yüzlerce olay yaşadık. En zoru da odur. Mesela Hrant Dink suikastı olduğunda bir anda ben ekrana çıktım sunucu olarak. Elimizde bir cümle var sadece: “Hırant Dink’e suikast düzenlendi”. Ama öldü mü ölmedi mi bilinmiyor. Oradaki en zor durum o bir cümleyle yayında kalabilmektir. O arada muhabirin olay yerine yetişmeye çalışır, haber merkezindeki muhabirler emniyeti, polisi, savcıyı, yakınlarını arar ve olay bazında bilgi almaya çalışır. Ajanslar olay yerine gidip oradan ilk görüntüleri geçmeye ve canlı yayına başlamaya çalışırlar, senin zaman kazanman gerekir. Sonra bozuk bir musluktan tıp tıp tıp damlar gibi bilgiler damla damla gelmeye başlar. Sonra da elde yeteri kadar bilgi olur. Haber televizyonculuğundaki bu son dakika yayınları en adrenalinli, en acayip anlardır. Onlardan hakikaten yüzlerce yaptık.

Özgür: Türkiye de bu konuda verimli bir yer.
Mirgün: Evet. Eskiden daha çok oluyordu, şimdi daha az oluyor. Çünkü artık en büyük terör olayı yaşandığı zaman bile sanki maytap patlamış gibi davranman gerektiği için televizyonda coşkulu yayınlar yapamıyorsun.

Özgür: Uzunca bir süre NTV’yle özdeşleştin. Kaç sene çalıştın orada?
Mirgün: Ben Doğuş Grubu’nda 15 yıl çalıştım.

Özgür: NTV dahil buna değil mi?
Mirgün: Evet. 12-13 yılı NTV’de geçti. O arada ben bir sürü şey yaptım...

Image

“Yazı İşleri, bugünden bakınca çok sert bir programdı aslında; çağırdığınız konuklar, işlenen konular… Bugün öyle bir program olmasına imkân ihtimal vermiyorum.” Özgür Mumcu

Özgür: Hakkı Devrim’le program yapıyordun.
Mirgün: Sabah haberini yaptım, gece haberini yaptım, haber müdürlüğü yaptım, akşam 17’de epey bir şey yaptım. Ondan sonra haftalık bir sürü program yaptım. Hakkı Devrim’le bir sohbet programı yaptım, ana haber sundum... Ama en akılda kalan bir tanesi 24 Saat, diğeri de Ruşen Çakır’la yaptığımız Yazı İşleri programıydı.

Özgür: Ben hayatımda ikinci kez de televizyona orada çıkmıştım zaten.
Mirgün: Ben olmasam kamera yüzü göreceğin yok ya. O hakikaten en benimsediğim işlerden bir tanesiydi çünkü gene cemaatin en azgın olduğu zamanların başı, yani tam Ergenekon’un başladığı zamanlar.

Özgür: Bugünden bakınca çok sert bir programdı aslında; çağırdığınız konuklar, işlenen konular… Bugün öyle bir program olmasına imkân ihtimal vermiyorum yani.
Mirgün: Mümkün değil. Yapılması gerektiği gibi yapıyorduk, öyle söyleyeyim. Bugün ne yapamıyorsak o gün yapıyorduk. Bu programın ortaya çıkmasının bir sebebi vardı: bir sürü şey oluyor ve çok taraflı bir durum var, bir tarafta ulusalcılar, bir tarafta liberaller, bir tarafta AKP, bir tarafta da cemaatin artık adı konur hale gelmiş. Ciddi bir bilgi kirliliği var ve hiç kimse resim tamamını göremiyor.

Özgür: Büyük resmi görmek üzere bir araya geldiniz yani.
Mirgün: Evet. Büyük resmi görmek için küçük bir kadro bir araya geldik. Cumhuriyet’i okuduğun zaman bir şey görüyorsun, Hürriyet’i okuduğun zaman başka bir şey, Zaman’ı okuduğun zaman başka bir şey...

Özgür: 2008-2009, değil mi?
Mirgün: Evet, o zamanlar. O yüzden profesyonel bir editöryel süzgeçten geçirecek bir program lazım diye kanal yönetiminde konuşuyorduk. Sonra bize kaldı bu iş.

Özgür: Kaçtaydı, 10’da mıydı program?
Mirgün: 10’da başlıyordu. Bütün gazeteleri okuyorduk bir kere. Hakikaten 15 tane falan gazeteyi her sabah okuyorsun ve sadece haberleri de değil. Karşılaştırmalı okuyorsun. Manşetteki haberleri, kim nasıl hangi kelimelerle, hangi boyutta vermiş, kim görmüş kim görmemiş, hangi açıdan bakmış... Bütün köşe yazılarını da keçi boynuzu çiğner gibi okuyorsun; bir damlacık bal için. Bir cümlelik alıntı yapacaksın, acaba burada ilginç bir şey var mıdır diye abuk sabuk adamların yazılarını okuyorsun arkadaş. Bak şimdi gene aklıma gelince sinirlendim. Abdülkadir Selvi’leri, Hüseyin Gülerce’leri, Gülay Göktürk’leri falan okuduğum zamanlar geldi aklıma... Biz hakikaten Türkiye basınında o gün ne konuşulduysa onun çok iyi bir özetini veriyorduk. Acayip itibarlı bir programdı ve kimi çağırsak gelirdi.

Özgür: Hanefi Avcı sizin programa mı çıkmıştı?
Mirgün: Evet. Sonra “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabı çıktı.

Özgür: Çok büyük olay oldu, belli ki cemaatin hedefi olacak. Sizin programda da kitabın içeriğini iyice anlatmıştı o gün. Hayır adamcağızı hapse attılar ondan sonra da o yüzden soruyorum.
Mirgün: Evet. Bu bizim Ruşen’le hâlâ konuştuğumuz bir konu. Hanefi Avcı bu kitabı yazdı ve kitap odadaki pembe bir fil gibi orada duruyor. Ama kimse de burada böyle bir şey var diyemiyor. Acayip riskli çünkü. Adam cemaate savaş açmış. Cüneyt Özdemir, Hanefi Avcı’yı yayına çıkması için davet ediyor ama sonra kanal izin vermiyor. O arada biz uyandık ve bize gelsin dedik. Gelirim dedi. Ama Doğan Grubu’nun gösterdiği cevvalliği NTV yönetimi göstermedi ya da gösteremedi o dönemde. “Aa Hanefi bir kitap mı yazmış? Gelsin.” dediler. Neyse geldi. Kitap sonra görünür oldu. O pembe fil görünür hale geldi o yayınla. Ruşen’in aklına geldikçe “Ya, biz o yayını yapmasaydık Hanefi Bey’i acaba içeri alırlar mıydı? Belki de almazlardı, adamın başını da yaktık.” der.

“Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopteri düşüyor... Haber geliyor, bende bir cep telefonu var Yazıcıoğlu’na ait ve ben onu aramaya başlıyorum... Çalar gibi oluyor, ben onu üzerine daha da motive oluyorum, arıyorum. Aylar sonra bu olay şöyle dönüyor: ‘Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopteri NTV santrali tarafından helikopter düşmeden 2 saat önce 200 defa aranmış’.” Mirgün Cabas

Özgür: Yine de alırlardı muhtemelen. Senin bir Mehmet Baransu’yla ilgili meşhur helikopter hikayen vardır. Birkaç gün o gazetede sana cevaplar geldi, bilmem ne...
Mirgün: Tabii, benim helikopteri telefon aramalarıyla düşürdüğümü iddia ettiler. Yasemin Çongar yayına bağlanıp “Hani ne malum senin düşürmediğin?” falan dedi. Sonra da “Biz varsayımlar üzerine haber yapmıyoruz Mirgün.” dedi bana. Ahmet Altan artık büyük bir gaf yaptıkları ortaya çıkınca bir özür yazısı yazdı sözde ama o yazının üzerine benim ondan özür dilemem gerekiyordu. 2 sene önce bitti dava.

Özgür: Bu inanılır gibi değil. Saatle ilgili bir sorun mu olmuştu?
Mirgün: Şöyle oluyor: Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopteri düşüyor. Ben de o sıralar haber koordinatörüyüm. Haber geliyor, bende bir cep telefonu var Yazıcıoğlu’na ait ve ben onu aramaya başlıyorum. Sürekli çeviriyorum. Çünkü bir kere de arada çalar gibi oluyor.

Özgür: Zaten sen arıyorsun ama hattı düşüremiyorsun...
Mirgün: Düşmüyor ve hiçbir bilgi yok. O yüzden ulaşırsak mesele çözülecek. Böyle bir çalar gibi oluyor, ben onu üzerine daha da motive oluyorum, arıyorum. Aylar sonra bu olay şöyle dönüyor: “Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopteri NTV santrali tarafından helikopter düşmeden 2 saat önce 200 defa aranmış”. 200 defa aramış olabiliriz, doğru. Arayan da benim, o da doğru. Ama biz helikopter düşünce aradık. Sonra Taraf bunu haber yaptı. Biz de yayında Ruşen’le aradığımı söyleyince ertesi gün Taraf “Evet, itiraf ettiler!” diye yazdı. Sonra biz hakikaten dedik ki nasıl olur bu ya? Meğer şöyle olmuş. Biz santral hizmetini bir aracı kurumdan alıyoruz ve meğer santrallerinin yazılımlarını Greenwich zamanına göre kurmuşlar. Arada iki saatlik bir fark var, bu çıktı ortaya ve anlaşıldı. Sonra Ahmet Altan da “Genç arkadaşlar…” falan diye yazılar yazdı. Savcılığa çağırdılar bizi. Ben güle oynaya gittim “Ne salaklar, değil mi?” diye. Bir savcı çıktı karşıma, mezar taşı gibi bir adam. İfade verdim. Dava açıldı, ağır ceza mahkemesi, DGM, Maraş’ta bir dava ve 5 yıl boyunca acayip bir dosya. Hatta ben o kitabı yazdım ama içine bir röportaj koymam gerektiği için ve o röportajı bana kimse vermediği için kitap bilgisayarımda duruyor şu an. O helikopterin düşürülmesine dair galiba yaklaşık 18 tane ayrı iddia var. Bu iddialardan aklımda kaldığı kadarını söyleyeyim. Şimdi bir kere telefonla aranmak suretiyle helikopterin içindeki çip aktive edilerek NTV tarafından düşürüldüğü iddiası var.

Özgür: 18’de biri mi sadece bu?
Mirgün: 18’de bir. Efendime söyleyeyim, helikopterin son kalktığı yerde helikopterdekilere kumanya olarak verilen dönerin zehirli olduğu iddiası var. Helikopterin içindeki yangın söndürme tüpünün helikopterdekilerden biri tarafından kullanılmak suretiyle tüpün içindeki karbon monoksit gazının insanları zehirlediği ve bunun bir intihar suikasti olduğu iddiası var. Türk Hava Kuvvetleri jetlerinin orada türbülans yaratıp bilerek helikopteri düşürdüğü iddiası var. Efendim Barnabas İncil’i varmış ve bu İncil Müslümanlığın geleceğini müjdelermiş ve dolayısıyla bu Hristiyanlığın sonu anlamına geliyormuş, bu İncil zamanında Antakya’da bulunmuş. Genelkurmayda bir kozmik kasada saklanıyormuş. Muhsin Yazıcıoğlu bu İncil’i görmüş ve Ankara Bahçelievler’deki bir pastanede bir sinemacıyla buluşup bunu anlatmış. Bunun filmini yapacağız demiş ve bunu haber alan Vatikan...

Özgür: Nerelerde çıktı bu? Bu sonuncusunu duymamıştım. Şu ana kadar olanları duymuştum ama Barnabas’ı duymamıştım.
Mirgün: Bunların hepsi gazetelerde, televizyonlarda çıktı. Bunun gibi daha on tane falan var. Gerçekten ipten kazıktan kurtulma iddialar. Devlet bunların hepsini tek tek soruşturdu, çürüttü ve sonunda takipsizlikle sonuçlandırdı. Sonra işte bu karar bana da geldi. Ben de uzun uzadıya yazdım ama içerisine Yazıcıoğlu ailesi tarafından ya da BBP tarafından bir röportaj koymak gerektiğini düşündük. Ama kimse yanaşmadı. O röportaj yapılamadığı için o kitap yazılmış vaziyette kenarda duruyor.

Özgür: Belki zamanla olur.
Mirgün: Belki, bir ihtimal var. Bu meselenin FETÖ’yle bağlantılı olarak tekrar açılma ihtimali var hakikaten. Çünkü kaza olduktan sonra olay yerinde bir askeri helikopter düştü. Kurtarma çalışmalarına katılan bir askeri helikopter onun çok yakınında bir yerde dağa çarptı ve düştü. Sonra o helikopterin kaza kırım çalışması raporunu hazırlamak üzere oraya giden askeri teknisyen ekipten biri Yazıcıoğlu’nun helikopterini kurcalarken görüldü. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı döneminde bir rapor hazırlandı. O raporda o şeyi kurcalayan askerlerden ikisi galiba şüpheli bulunarak tutuklandı. Biri altı ay öbürü bir ay mı ne hapis yattı, sonra salıverildiler. 2016, 15 Temmuz’a geliyoruz. Salıverilen adamlardan biri Cumhurbaşkanı Erdoğan’a suikast düzenlemek üzere Marmaris’e uçan helikopterlerden birinin içinden çıktı.

Özgür: O zaman senin bu kitabı bekletmende bir fayda var belki de...
Mirgün: Bir fayda varmış. Yani hakikaten dava tekrar açılır, oraya bağlanırsa falan...

Özgür: Bu yayınlayamadığın bir kitap, bir de yayınladığın bir kitap var. Ne kadar oldu? Kaç ay oldu?
Mirgün: 8 ay oldu. “2001: Eski Türkiye’nin Son Yılı”.

Özgür: Bir yılda 365 gün var, kitap 506 sayfa falan. Hani gün be gün yaşamışsın.
Mirgün: Ben aslında “2001, ne güzel bir yılmışsın sen.” falan diyordum. Sonra 2001’e bir girdim... Ben hakikaten 2001’in nasıl bir yıl olduğunu tamamen unutmuşum yani. “Biz bu yılı sahiden yaşadık mı?” diyordum. Üzerinden atlayıp geçmişiz gibi yani.

Özgür: Bunların hepsi aynı senede nasıl olabiliyor değil mi?
Mirgün: İnanılmaz bir şey. Bir kere, bu MGK’da anayasanın havada uçtuğu kriz var, ekonomik kriz var, Kemal Derviş geliyor, bankalar krizi var, büyük yolsuzluk operasyonları var, AKP kuruluyor, 11 Eylül var, Gaffar Okkan suikastı var, Uzanların yolsuzluk operasyonları var...

Özgür: Mafya var.
Mirgün: Acayip bir mafya senesi. Mafya her şeyi yönetiyor. UFO’ya taş atmışlar Uşak’ta bizim köylüler, Fatih Terim Milan’ı çalıştırıyor, Reha Muhtar diye bir fenomen var hayatımızda... 30 başlıkta o yılı anlattım. Eski Türkiye’nin son yılı deme sebebim de şu: 2001’de AKP kuruluyor, 2002’de seçimler oluyor ve bizim AKP olmadan yaşadığımız son yıl. O yüzden de öyle bir ad koyduk ona. Mesut Yılmaz’la konuştum, Dinç Bilgin’le konuştum... O dönemin ya kahramanı ya tanığı olmuş insanlarla konuştum.

Özgür: O röportajlar da bana bir hayli ilginç geldi, özellikle Mesut Yılmaz’la ilgili bölümü okuduğum zaman. Ben o zamanlar üniversite öğrencisiyim, benim mezun olduğum sene. Ben Mesut Yılmaz’ı genelde kendi düşüncelerimin uzağında bir insan olarak görüyordum. Adamın yaptıklarına baktım, röportajda söylediklerine baktım, hiç de fena adam değilmiş...
Mirgün: Aynen öyle. Biz Can’la da aynı şeyleri konuştuk. Adama haksızlık etmişiz, yani neredeyse bizim kumaşımızdan bir adammış. En azından oturup karşılıklı konuşabileceğin biri yani baktığın zaman. Biz baya 4 saat falan oturduk o röportajı yaptığım gün.

Özgür: Bir de senin motosiklet dünyan var... NTV, normal tartışma programlarının olduğu, siyasi konular üzerine ağırlıklı giden bir kanal. Bir günde bu değişiyor.
Mirgün: Bir gecede değişti. O zaman Ruşen’le yaptığımız Yazı İşleri’ni bırakmıştım, Ruşen tek başına devam ediyordu. Ben de saat 17’de yine bir program yapıyordum ve Hakkı Bey’le bir tane haftalık söyleşi programı yapıyordum. Sonra sanırım 2008’de bir gün, genel seçimlere 10 gün kala NTV şöyle bir karar aldı: “Arkadaşlar, biz bütün programları yayından kaldırdık. Bir tek bülten yapacağız”. Hepsi kalktı, sadece bülten ve lifestyle programları kaldı. Bir Can Dündar’ın yaptığı ana haber kaldı, onu bülten diye kaldırmadılar. Zaten seçimler oldu, hemen arkasından o da bitti. O ara işte bu isimlerin hepsi kanaldan kayboldu, gönderildi, yapacak bir şey yok falan. Bir tek bana dediler ki sen gitme bir dur. “Sen dergi çıkarır mısın?” dediler.

“Kanalı da hafif trollemişsin aslında. Lifestyle gibi gösterip gidip IŞİD militanlarıyla falan söyleşi yaptın ‘Antakya’ya da gelmişken!’ deyip.” Özgür Mumcu

Özgür: GQ çıkardın değil mi? Bir de motosiklet programı yaptın galiba.
Mirgün: Evet. Bana önce GQ’yu teklif ettiler. Vogue’u çıkarıyorlardı, Vogue’dan sonra bunun erkek dergisini de getirmek istiyoruz dediler. Ben de o dergiyi okuyorum ve çok seviyorum. “Sen bunu çıkarır mısın?” dediler, yaparım dedim. Sonra ben o dergiyi beklerken “Ya, ben NTV’ye bir seyahat programı yapsam motosikletle?” dedim. İyi dediler. Bir haftada o programı yola çıkmaya hazır hale getirdim, prodüksiyon ekibi, eldeki iki tane daha motorcu, motorları bulduk, rota çizdik. Van’a uçtuk, Van’dan başlayıp Kuzey Karadeniz, sonra bir ara verdik, Trakya, Çanakkale, sekiz on bölümlük bir şey yaptık.

Özgür: Kanalı da hafif trollemişsin aslında. Lifestyle gibi gösterip gidip IŞİD militanlarıyla falan söyleşi yaptın “Antakya’ya da gelmişken!” deyip.
Mirgün: Tam trolleme oldu. İkinci senede Erdoğan’ın “ucube” dediği heykelin heykeltıraşıyla görüşüyorum, gidiyorum HES’lerle ilgili yayın yapıyorum, Karadeniz’deki berbat yapılaşmayı konu ediyorum. İkinci sene Antakya’dan Suriyelilerin göç ettiği kamptan başladık programa... Orada o zaman “sakallılar” diyorlardı daha. IŞİD’in adı konulmamıştı daha. O kampın etrafında dolaştık, kampa girdik çıktık ve halkta acayip bir tedirginlik var. Çünkü oradaki halk Alevi ya da Nusayri, o adamlar da Esad yönetimine karşı savaşıyorlar. Oradaki halk doğal olarak mezhep bağından ötürü Esad sempatizanı ya da sınırın öbür tarafındaki insanlarla akrabalığı var ve bunlardan hiç hoşlanmıyor. Hiç unutmuyorum. Bir tanesinin cenaze töreni vardı, adam hakikaten öbür tarafta vurulmuş, cenazesini de bu tarafa getirmişler ve mezarlığa gömüyorlar. Oraya gittik, inanılmaz bir görüntü, çektik ve programa koyduk, yayınladık. Cenazeyi aldılar, mezarlığın içinde dört döndürdüler, dualar, sloganlarla gömdüler.

Özgür: Seyahat programıyla başlayıp Suriye’de cihatçının cenaze törenine girdik. Dergi de herhalde alışmadığın bir şey değil mi? O da zor geldi muhtemelen çünkü televizyon çok hızlı bir şey ya...
Mirgün: Aslında onun tadını çıkardım resmen. Çünkü o tamamen yeni bir çevreydi benim için. Dergiyi ciddi bir yazılı içerik dergisi olarak da tasarladım. İçerisinde ciddi siyasal, sosyal, kültürel içeriğin olduğu bir şey olarak tasarladım.

Özgür: Yani ilk eski Playboy’lar öyledir Türkiye’ye geldiğinde. Atilla İlhan’ın bilim kurgu hikayeleri vardır içinde, yani aralarında yazıları o şekilde koymuşlardır.
Mirgün: O resimlerine bakmadığımız, yazılarını okuduğumuz Playboy’lardan bahsediyorsun. Ben de aslında tam öyle bir dergi yaptım. 18 sayı yayın yönetmenliğini yaptım.

Özgür: Bir de daha elinde bir seneye yakın bir köşe yazarlığı tecrübesi var, değil mi?
Mirgün: Milliyet’te, evet. Bir sene falan herhalde. Şimdi o da ilginç. Demin anlattığım gibi iletişim fakültesinde ben öğrenciyken o profesör, onun da hocasıymış, beni Derya Sazak’a göndermişti.

Özgür: Korkmaz Alemdar’ı diyorsun.
Mirgün: Evet. Derya Sazak, Milliyet’in yayın yönetmenliğini yapmıştı ve kötü, başarısız bir dönemdi ama sonra tam Gezi’den önceki yıl gazeteyi Demirören satın aldıktan sonra tekrar onu Milliyet’in yayın yönetmeni yaptılar. O da yayın yönetmeni olunca “Sen bizim gazeteye köşe yazarlığı yapar mısın?” dedi. Sonra ben çok da zevkle, eğlenerek yazdım. Sonra Gezi oldu, hayatımda tanıdığım ilk gazeteci olan Derya Sazak gazeteden kavga dövüş gönderildi, istifa etmek zorunda kaldı ve onun yerini hayatımda tanıdığım ikinci gazeteci olan Fikret Bila adlı. Fikret Bila’nın da yaptığı ilk iş bana haber vermeden benim köşemi kaldırmak oldu. Ben yazıyı gönderdim, benim çalıştığım yazı işleri müdürü, “Abi, senin haberin yok mu? Senin köşe kalktı” dedi.

Özgür: Sonra bir ara işte Artı Bir’de, ben de...
Mirgün: Sonra senin de olduğun, evet, müthiş bir Artı Bir tecrübemiz var, o da 17-25 Aralığa denk geliyor.

Özgür: Siz daha çok çalışıyordunuz. Benim orada haftada iki saatlik bir programım vardı, siz günde iki saat.
Mirgün: Evet, 2 saat, 7’den 9’a. Benden önce Can Dündar bülten yapıyor, ben de 7’den 9’a mı, 8’den 10’a mı ne 2 saat, benim “Her Şey” formatını orada yapıyorum. 6 ay sürdü galiba. O da işte 17-25 Aralık ve biz her gün tape heyecanıyla, geceden sabaha kadar ne tape düşecek diye bekliyoruz, sonra sabahtan akşama kadar o tapelerle ilgili yayın yapıyoruz.

Özgür: Bir de kanalın parası yok. Seçim sonuçları açıklanacak, tabii Mirgün Cabas bir klasik biliyorsunuz bu konularda, seçim olduğu zaman Mirgün Cabas sunuyor. Fakat, teknolojik imkânı yok kanalın. Bir tane harita var, dokunmatik ekran ama o program satın alınamamış çok pahalı olduğu için. Hangi şehir nerede yazmıyor üzerinde. “Bilecik” diyor mesela, Mirgün haritada Bilecik bulmak zorunda.
Mirgün: Şimdi ben ilk o türden bir yayını NTV’de yaptım. “Akıllı ekran” diye o zaman onu ekrana getirmişlerdi. Gerçekten büyük bir ekran var, dokunmatik ve böyle bir sürü fasilitesi var; işte oraya dokunursan bir şey oluyor, buraya dokunursan bir şey oluyor, buraya dokunursan başka bir data çıkıyor falan… Ben de onu iyi çalışmıştım, çok da seviyorum zaten öyle teknolojik gadget’ları, şahane bir yayın oldu. Sonra bir seçim sonra ben NTV’de değil bu defa Artı Bir’de mendil kadar bir ekran önündeyim. Biz önce “Seçim yayını yapalım mı?” diye girdik. Yaparız yapamayız derken haydi yapalım diye gözümüzü kararttık. O programı satın alacak para yok, içeriden birileri dedi ki biz bunu yazarız. Neyse, o program yazılıyor.

Özgür: Bir de bu herkese mantıklı geldi, o acayip.
Mirgün: Gerçekten yemin ediyorum, abartmıyorum. Yayına çıkacağız. Yazılım var, ben kameranın karşısında ve o monitörün başında duruyorum. “Tamam, giriyoruz!” dedi “10… 5… 3… 2…” Bir yandan ekranda hâlâ Windows’un bilgi pencereleri açık, error pencereleri. Ben 10’dan geriye sayarken o pencereleri kapatıyorum. Sonra Türkiye haritası geldi. Şehirlerin isimleri yok üzerinde. Ben de nereden bileyim? Hanginiz biliyor Kastamonu’nun nerede olduğunu? Kastamonulu değilseniz yani…

Özgür: Bir de o anda koydular.
Mirgün: Kastamonu, pardon buradan Bilecik çıktı! Niğde diyorsun, Aksaray çıkıyor falan...

Özgür: Ama acayip öğrendin o gün sen.
Mirgün: Acayip bir şeydi yani.

Özgür: Parti logoları üst üste biniyor, arada DSP çıkıyor birinci parti falan.
Mirgün: Ama müthiş bir şeydi. Hakikaten iman gücüyle yaptığımız bir bülten... Olaylar öyle gelişti. Sonra CNN Türk.

Özgür: Bir sene mi sürdü?
Mirgün: Bir yıl, bir buçuk yıl galiba.

“Ama ben hakikaten ‘ana akım’ dediğimiz yerde kalmak istiyorum. Olabildiği kadar herkese seslenen yerlerde olmak istiyorum... O yüzden mesleğimi kaybettim.” Mirgün Cabas

Özgür: Sonunda kavuştun CNN Türk’e.
Mirgün: Sonunda, evet. O zamanki kadrodan hiç kimse kalmamıştı artık, bu macerayı hatırlayan hiç kimse yoktu. Ama bir buçuk sene CNN Türk’te “Her Şey” programını yaptım. Tuhaftır o bir buçuk yıllık süre zarfında izleyiciye en çok ulaşan yayın o oldu o formatta ve o isimle yaptığım. Hâlâ oradan hatırlıyor insanlar, NTV’den bilmeyenler oradan biliyor.

Özgür: Peki yani hem sen zaman içinde daha çok olgunlaştırmışsın bu meseleyi, bir de fazla yayın da kalmamıştı.
Mirgün: Galiba onun da etkisi var.

Özgür: İki-üç yayın kalmıştı zaten. Hani biraz da olsa, muhalif de değil yani, haber verebilecek… Peki bir röportajında “Ben işimden oldum ama mesleğimden olmadım” diyorsun.
Mirgün: Aslında ben tam tersini diyorum; ben sadece işimden olmadım, mesleğimden de oldum diyorum. Çünkü işsiz kalmak ne demektir? Buradan kovulursun, ya da ayrılırsın, gidersin aynı işi başka bir yerde yaparsın. Ama benim gidip işimi yapabileceğim başka bir televizyon kanalı kalmadı. Tabii ufak kanallar falan var. Ama ben hakikaten “ana akım” dediğimiz yerde kalmak istiyorum. Olabildiği kadar herkese seslenen yerlerde olmak istiyorum, o yüzden çok fazla o tür kanallarda olmak istemedim bugüne kadar. Bugün “televizyonculuk yapacağım, daha az maaşa da razıyım” desem bile çalışabileceğim bir yer yok. Onun üzerine aslında tabii bir kapı kapanırken bir sürü başka kapı açılıyor, hele bir de bu işi bu kadar sene yaptıysan, bir de gazetecilik gibi versatil bir şey yaptıysan, bir de benim gibi hakikaten böyle çok uçlu; popüler bilime de kültür sanata da yaşam biçimine de seyahate de merak sararak ve hepsinin altını doldurarak bir şey yaptıysan yapabileceğin şeylerin sayısı artıyor. Ama program bittikten sonra benim yaptığım ilk şey şu kitabı yazmak oldu. O büyük bir fırsat oldu ve onu yaptığım için çok mutluyum. Şimdi mesela içerik üretmeye devam ediyorum ama pek kimse görmüyor bunu çünkü spesifik alanlara yapıyorum. Web’e içerik yapıyorum, bir tane yeni açılacak olan bir sağlık portalı var onun mesela şu an içeriğini kurguluyorum, yani bir editör ekibi kurdum onu yapıyorum. Çeşitli eğitimler yapıyorum, konferanslar veriyorum, moderasyon yapıyorum. Cumhuriyet Pazar’a yazı yazmaya başladım. Böyle 6-7 tane kalemde iş yapıyorum ve doğrusunu istersen çok daha mutluyum. Şundan mutluyum: Bir işi, yani televizyondaki bir işimi yapar gibi görünüp yapamamaktansa, “Ben bu işi yapamıyorum, çünkü yaptırmıyorlar.” demek ve temelli ya da umarım bir süre, kenarda durmak bana daha iyi geliyor. Çünkü yapmaya çalışıp da yapamadığını herkes görmüyor ve insanlar senden haklı olarak bekliyorlar; yani alışıldığı gibi ya da yapman gerektiği gibi bir performans bekliyorlar. Ama sana onu yaptırmadıkları zaman kimse “Vah vah bu çocuğu da CNN’de çok eziyorlar, elini kolunu tutuyorlar.” demiyor yani. “Vay dangalak! sen o herifi niye çıkardın o kanala?” diyorlar. Böyle bir durum var. O yüzden eğer durum değişmezse bu televizyon macerası tamamen bitmiş olabilir... Ya da belki bir süre kendimi nadasa çekmiş gibi de olabilirim, bilmiyorum hangisi.

Özgür: Televizyonun da macerası bitiyor olabilir bu arada. Giderek daha az insan izliyor, artık daha başka mecralar var.
Mirgün: Çok haklısın, öyle şeyler de var. Ama başka alanlarda hâlâ içerik üretmeye devam edebiliyorum. O yüzden de şikayetçi değilim yani, mevcut koşullar içinde memnunum hayatımdan.

ÖNCEKİ Çatışma ve politikanın ötesinde bir savaş deneyimine dair: MOLLY CRABAPPLE ve MARWAN HISHAM SONRAKİ A’dan Z’ye: Robert Plant
Bu yazıyı paylaş