Can Bonomo yazdı: The Shins

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Can Bonomo yazdı: The Shins

İllüstrasyon: Ethem Onur Bilgiç
ÖNCEKİ Mabbas (Zorlu PSM) sordu: Elektronik müzik kimin içindir? SONRAKİ Steve Gullick seçti, Gaye Su Akyol yazdı: Karen Dalton

“The Shins’e vurulma sebebim kesinlikle erken albümlerindeki kırık şiirlerdir...”
Can Bonomo

Image

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

“En sevdiğim grup nasıl yerini The Kinks’ten The Shins’e bıraktı...”

2007 yılında bir arkadaşıma doğum günü sürprizi yapmak üzere İstanbul’dan Ankara’ya doğru yola çıkıyorum. Kulağımda o dönem program yaptığım radyonun bana yılbaşında hediye ettiği iPod shuffle var. Timbaland, Kanye West ve Rihanna gibi isimlerin müzik piyasasını domine ettiği bir dönem. Radyoda sürekli onları çaldığımız gibi radyodan çıktığımız zaman da her an, her yerde onları dinlemek durumundayız. RnB dönemsel çıkışlarından birini yaşıyor. Linkin Park, The White Stripes ve Foo Fighters dışında ana akımda adından söz ettiren rock grupları yok. Bu elbette popüler ötesi müzik yapan ve “sıfır risk” protokolüyle hareket eden radyo ve televizyonların dayatması. Yani yadsınamayacak bir rock hareketi yok değil. Sadece “trend” değiller. Senenin sonlarına doğru In Rainbows (Radiohead) ve Magic (Bruce Springsteen) albümleri çıktıktan sonra herkes “Biz zaten Rock müzikten başka bir şey dinlemeyiz.” diyecek. Yine aynı dönemde Gogol Bordello, Spoon ve Against Me! de yeni albümlerini çıkaracaklar. İstanbul’da Daft Punk, Deerhoof ve Blind Guardian konserleri gerçekleşecek. Yaşamak tekrar yürürlüğe girecek. Otogarda 50 Cent çalıyor. 21 yaşındayım ve bu müziği gerçekten anlamıyorum.

iPod shuffle’ımı otogara gelmeden önce radyonun prodüksiyon odalarındaki bilgisayarlardan birine takıyorum. Aslında herhangi birine değil. Benim sevdiğim müzikleri Gökçe dinliyor. Tam bir “The Doors” fanatiği. MSN’de “Mr. Mojo Risin” takma adını kullanıyor. Hayatımız boyunca MSN’den yazışıp bir takım Rap şarkıların Dub Mix’lerini dinlemek durumunda kalacağımızı düşündüğüm zamanlar. Çok şükür bunların hiçbiri gerçekleşmedi. iPod Shuffle sanıyorum içine 200 şarkı kadar alabiliyordu. Ben yalnızca iki tane albüm yüklüyorum. Biri çok uzun süre önce ya Roll, ya Basatap, ya da Bant dergisinden öğrendiğim ve epeyce ertelediğim The Shins’in Oh, inverted world albümü, bir diğeri de “ne olur ne olmaz” diyerek The Doors’un Morrison Hotel’i. Koltuğuma oturuyorum. Saat 2:00’ye geliyor ve yolculuk başlıyor.

Albüm “Caring is Creepy” ile başlıyor. Grubun genel tonunu seviyorum. Grubun ilk albümü, 2004 yapımı bir sinema filmi olan Garden State ile duyulmuş ve çok sevilmiş. “New Slang”i dinlediğimde “Bu şarkıyı daha önce duymuştum” hissiyatını yaşamama rağmen “Caring is Creepy” aynı şeyi hissettirmiyor. O an otobüsün camına yaslanmış kendi filmimi çekiyor olmamla ilgili bir durum olabilir bu. “Far above our heads are the icy heights. That contain all reason”. Adam kafasında bir hikâye kuruyor. Bu hikâyeyi anlatırken tuhaf cümleler, metaforlar ve kulağa hoş gelen kelimeler kullanıyor. Hiçbir şarkıyı tam olarak anlamak mümkün değil. Belki de gerek yok. Bazı şarkıları sadece kendi anlamış olmak istiyor. “Hold your glass up, hold it in. Never betray the way you've always known it is.” Toplumsal dayatmalara kulak asma mı diyor? Hayata karşı diyonizyak bir tutum sergile? Duygularına sahip çık, kararlarının arkasında dur? Bunların hiçbirini demiyor ama hepsini de diyor aslında. James Mercer bu sözleri yazdığında henüz 20’li yaşlarında. Amerikan ordusunda nükleer silah uzmanı olarak çalışan bir babanın oğlu. Bu bilgi bana çok değerli geliyor. Kendisine “böyle bir babanın oğlu olmak nasıl bir duygu?” diye sorulduğu zaman James, “Babamın işi gereği sürekli yalan söylemesi gerekiyordu. Onunla ilgili neyin doğru, neyin yanlış olduğunu hâlâ tam olarak kestiremiyorum.” diyor. Yıllar sonra çıkaracağı Heartworms isimli albümünde bu metaforik ve rastlansal lirik yazımından çıkıp daha realist ve nostaljik bir tutumla “Mildenhall”u yazacak: “At fifteen we had to leave the States again. Dad was stationed at an RAF base they called Mildenhall.” Babasının işi hasebiyle sürekli veda etmek durumunda kalmış. Derdi bu. “Until it melted away in the Suffolk rain. Well god damn, you miss the USA.” Bunlar da çok değerli tabii ki, lakin The Shins’e vurulma sebebim kesinlikle erken albümlerindeki kırık şiirlerdir.

Synth ve akustik gitarın çarpıcı ya da keskin değil fakat ayaklarınızla ritim tutmak isteyeceğiniz bir notasyonda yürüdüğü tam bir yol şarkısı başlıyor: “One by one All day” 

You were no ordinary drain on her defenses
And she was no ordinary girl
Oh, inverted world
If every moment of our lives
Were cradled softly
In the hands of a strange and gentle child
I'd not roll my eyes so

Image

Albümün adı bu şarkının içerisinde geçiyor. Bunu çok akıllıca buluyorum. Daha sonra kendi albümlerimde denedim aynısını. İçime sinmedi. “Albüme adını veren şarkı” muhabbeti içimi sıkıyor ara ara. Bir önceki albümümüze “Kainat Sustu” ismini vermem öyle bir dönemime denk gelmişti. Ayn Rand’ın “Atlas Silkindi”sinden yola çıkmıştım. Aslında albümün adını “Makine Dairesi” koymak istiyordum. Beraber çaldığım ekibin whatsapp grubunun adıydı. Müzik dışındaki işlerimizi de “Kazan Dairesi” grubunda konuşuyorduk. Sadece geyik yapmak için “Hayat Gailesi” adında üçüncü bir grup daha kurmuştum ama o tutunamadı.

Albüm kulağımda ikinci turunu atmaya başlıyor. Morrison Hotel’e hacet kalmadığını anlıyorum. Bu albüm çok güzel bir albüm. Kocaman bir rock’n roll canavarı olma iddiası taşımıyor. Çok samimi ve içten bir albüm. “New Slang”in üzerinden iki kere geçiyorum. “I’m looking in on the good life I might be doomed never to find.” Bilmukabele be James Reis! Ankara’ya vardığımda en sevdiğim grup yerini The Kinks’ten The Shins’e bırakıyor. 1987 doğumluyum. Çabuk etkileniyorum. Arkadaşımın doğum gününü kutluyoruz. Ona yeni tanıştığım grubu dinletiyorum. Haftasonunu Ankara’da geçirmek çok iyi geliyor. Sadece sevdiğim müzikleri dinliyorum. Arkadaşlarım beni sevdikleri Rock Bar’lara götürüyorlar. Deli deli dans ederken aklıma yolda dinlediğim şarkılar geliyor: “And I’d’ve danced like the king of the eyesores” Hiçbir zaman yetenekli ya da estetik bir dansçı olamadım. Bu değişmeyecek, üzerinde durduğum bir mesele de değil. Pazartesi radyoya döneceğim, ruhumu, kulaklarımı, gençliğimi ve sabrımı billboard’lara teslim edeceğim. Dönüş yolunda “Keşke Gökçe’nin bilgisayarından birkaç albüm daha çekseydim” diyorum. Koltuğuma oturuyorum. “Caring is Creepy” başlıyor. Başka bir albüme ihtiyacım yok.

İstanbul’a döner dönmez The Shins’in dinlemediğim albümlerini indiriyorum. Oh, inverted world’ün plağını sipariş ediyorum. 2003 yılında çıkardıkları Chutes too Narrow’a başlamadan önce biraz endişeleniyorum. Beğenmezsem korkunç olur. Albüme bayılıyorum. “So says I” muhteşem bir şarkı. “Young Pilgrims” ve “Saint Simon”ı gitarda çalmayı öğreniyorum. Aslında önce “So says I”ı öğrenmeye çalışıyorum ama onu kesinlikle James Mercer kadar iyi söyleyemediğim ortaya çıkıyor. Grubun henüz, o yılın başında çıkardığı albüm Wincing the Night Away’de favorim “Phantom Limb” oluyor. “Spilt Needles”la kafa kafaya. “Spilt Needles”a bir gece türkçe söz yazdığımı hatırlıyorum. Yazdıklarım arasında çok beğendiğim bir cümleyi yıllar sonra “Kara” isimli bir şarkımda kullandım. The Shins şarkıları bana ilham veriyor, beni yazmaya, düşünmeye, hissetmeye sevk ediyor. Üniversitedeki en yakın arkadaşıma dinletiyorum şarkıları. Aynı anda deneysel bir müzik grubumuz var, adı da Prototrip. Daha yaratıcı olabilirmişiz. Herkes şarkılara bayılıyor. Üniversite yıllarımız The Shins ve James Mercer’ın eski projelerini dinleyerek geçiyor. 2010’da The Shins’in Avrupa turu açıklanıyor. Interrail için para biriktirmeye başlıyoruz. Herkes enstrümanını yanına alıyor. Tren paralarını ödeyeceğiz. Gittiğimiz yerlerde yemek ve içki masraflarını da sokakta çalarak kazandığımız parayla karşılayacağız. Arkadaşlarımdan birinin darbuka çalıyor olması işin rengini çok değiştiriyor. İnsanlara ilgi çekici geliyor sanıyorum. Gerçekten para kazandığımız gibi yıllar sonra hâlâ konuştuğumuz birçok arkadaş ediniyoruz. The Shins’i ilk defa Paris Bataclan’da izliyorum. Aşağı yukarı bütün şarkıları ezberimde. Muhteşem bir konser. Muhteşem bir müzik. İki gün sonra Amsterdam Paradiso’da verdikleri konserin live kaydını alıyorlar. O kayıtları ancak bir sene sonra dinleyebiliyoruz. Kayıtlarda “Australia” şarkısı başlamadan hemen önce benim bağırışım duyuluyor. Muhteşem…

Image

 
 

 

ÖNCEKİ Mabbas (Zorlu PSM) sordu: Elektronik müzik kimin içindir? SONRAKİ Steve Gullick seçti, Gaye Su Akyol yazdı: Karen Dalton
Bu yazıyı paylaş