Barış Bıçakçı seçti: Şair Didem Gülçin Erdem ile röportaj

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Barış Bıçakçı seçti: Şair Didem Gülçin Erdem ile röportaj

Röportaj: Ekin Sanaç – İllüstrasyon: Gökçe İrten
ÖNCEKİ Meriç Öner (SALT) seçti: Büyükşehirde dondurmanın hâli SONRAKİ Pelin Esmer seçti: Amerikalı düşünür Emerson üzerine bir yazı

“2019’un mart ayında çıkan Boşluklara Doğru İlerleyelim şiir kitabıyla severek boğuştuğum şair Didem Gülçin Erdem ile bir söyleşi yapmanızı rica edeceğim.”

Barış Bıçakçı

Image

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

“Şiirin itirazı kendinden menkul”: Didem Gülçin Erdem

Son romanı Tarihî Kırıntılar’ı 2019 Mart’ında yayımlayan Barış Bıçakçı, bizi bu sayıda ele almamız için aynı günlerde çıkmış bir başka kitaba yönlendirdi: Perdesiz ve Olmayanım İçinizde’nin ardından üçüncü şiir çalışması Boşluklara Doğru İlerleyelim’i Edebi Şeyler etiketiyle paylaşan ödüllü şair Didem Gülçin Erdem ile son kitabını, kelimelerle arasında kurduğu ilişkinin katmanlarını, “genç şair” olarak anılmakla ilgili hissiyatını ve ilhamlarını kurcaladık. 

Sözcüklerle yakın bir ilişkin olduğunu ne zaman keşfettin?

Sözcüklerle yakın bir ilişkim var mı, hâlâ emin değilim bundan. Onlar benim için değil; bana rağmen varlar. Ama ben, bu mesafeden söz ederken dahi onlardan yardım istemek durumundayım. Bir keşiften ziyade bir tabi olma hâli bu durumda benimki. Bir sembolik form olarak dilin, ontolojik sorulara karşılık güçlü yanıtları olduğunu fark etmekle başlıyor bu tabiiyet sanırım. Israrla yazmayı sürdürmemin sebebi, bu sorunun yanıtını benim de merak ediyor olmam: Sözcüklerle bir ilişkim, üstelik yakın bir ilişkim var mı? 

Hatırladığın ilk şiir anın nedir?

Okuma-yazma öğrendiğim yazdı. Neden bilmem, babama babalar günü için bir şiir yazıp hediye etmek istemiştim. Şiir dediysem, cümlelerin alt alta genellikle yarım uyakla sıralandığı herhangi bir metni şiir sandığım bir tarihten söz ediyorum. Sarı saman kâğıdına yeşil kuru kalemle yazılmış bir şiirdi…  Öğütlemelerle dolu, “arkadaş” redifi ile kurulan bir şiir… Babamdan rol çalmak istemişim anlaşılan. 

İlk yazma deneyimlerine döndüğünde, şiirin senin üzerindeki çekim gücünü nasıl tanımlıyorsun? Şiir durduk yere yazılmaz diye bildik hep.

Şiir durduk yere yazılmaz elbette. Ama tüm sanat pratikleri için geçerlidir bu. Bir şeyin sizi harekete geçirmesi gerekiyor mutlaka. Sahici bir meseleye sahip olmanız gerekiyor harekete ikna olmak için de… Benimki, pek anlaşılmadığına kanaat getiren bir çocuk olarak başka türlü bir yol deneme heyecanı idi başlangıçta. Kendi dilini kurabilme heves ve heyecanı görkemli gelmişti bana. Sonra sözcüklerin karanlığıma iyi geldiğini fark ettim, kaldım orada.

Kelimeler dışında seni yazmaya motive eden ne gibi üretimler var? Perdesiz kitabının adının Erkan Oğur’dan geldiğini biliyoruz. Şiirlerinde müziğin yeri aşikâr, bu yönde referanslar da oluyor. Müzikle şiirin arasında nasıl bir iletişim ve etkileşim söz konusu?

Dilin kendi ritmini, müziğini önemsiyorum. Kulak için yazılan bir şiirden söz etmiyorum elbette bunu söylerken. Bugünün şiiri atonal bir müziğe yaslanıyor. Post modern öznenin duyuş alanı da atonal bir zemin zira… 

Müzik eşliğinde yazar ve de yaşarım ben. Dönem dönem müzik konusundaki tercihlerim, eğilimlerim değişse de, müziğin yaşantımdaki varlığı eksilmez. Perdesiz’in yazıldığı süreç, hayatta ve yazında başka olanakların, farklı tonların peşine düştüğüm, ihtimalleri önemsediğim bir dönemdi. Kendi dilimi kurmakla ilgili bir derdim vardı ve de. Böylesi bir dilin ancak perdelerin kalkmasıyla mümkün olabileceğini keşfetmiştim. Erkan Oğur’a verdiğim selam da, Oğur müziğinin bu keşifteki payıyla ilişkili. 

Boşluklara Doğru İlerleyelim ise daha progresif. Kestirmeyi sevmeyen, yerinde saymayan, yeknesaklığa itirazı olan bir ritim üzerine kurulu. Şiirin tonu üzerine kafa yormak bu yüzden önemli bence. Salt müzikle olan ilişkisi üzerinden değil; ifade biçim ve türlerinin geçişkenliği, kokunun sese dönüşmesi, sözün dokunulabilir bir şey haline gelmesi… Ezcümle, sinestezik bir kavrayıştan yanayım sanat bahsinde. Bu sebeple, mümkün oldukça iç içe geçen, diğer sanat türlerine de selam eden işleri seviyorum. Duyu organlarının salt işlevlerini yerine getirdiği gerçek zeminin adı dünya zaten. Sanat, mademki yaşanana ikame iddiasında, fazlasını vaat etmeli.

Üretimlerinde sana rehberlik eden ve/veya ilham veren kişi ya da topluluklar var mı?

“Rehberlik eden” yerine “ilham veren” kısmını tercih edebilirim. İkinci Yeni, kadim ve doğurgan bir toprak... Çokları gibi benim şiirim üzerinde de İkinci Yeni şairlerinin ve onların teşebbüs ettiği yeni olanakların emeği yadsınamaz. Bilhassa şiire henüz başladığım dönemde… 2000’lerin başında Heves Dergisi etrafında toplanan ve birçok farklı isimle anılan ama benim Hevesçiler demekte beis görmediğim şairleri de ilham bahsi söz konusuysa anmak durumundayım… 

Image

Boşluklara Doğru İlerleyelim, adının da önerdiği gibi okuyucunun zihnindeki çatlaklarından derindeki boşluklarına sızıyor. Bireysel ve toplumsal hep iç içe. Sen bireysel/toplumsal arasındaki etkileşimi nasıl tanımlıyorsun? Şiirlerinde okuyucunun ilişki kuracağı ortak paydalar kendiliğinden mi ortaya çıkıyor?

Carol Hanish’in şu isimde bir kitabı var: “Kişisel olan politiktir.” Vergi ödeyen herhangi biri tarafından kurulan şiirin kişisel alanda kalması söz konusu olamaz. Mutlaka oradan taşacak, başkalarına, ötekine değecektir. Ben de diğerleriyle aynı sistemin artığı, ötelediği, yok saydığıyım. Herkes kadar öfkeli ve herkes gibi itiraz sahibiyim bu sebeple. Ortaklaşmanın kendiliğindenliği, dert ve meselenin ortaklığından ileri geliyor. Aynı yahut benzer yerlerden yara aldığınız için sözünüzü de oradan kuruyorsunuz. Orası da yüzeyde bir yer değil zaten. Dipte, derinde oluyor ne oluyorsa genellikle. Bu da ötekine değmeyi, başkası ile teması mümkün kılıyor. Söz biraz da bunun için var. 

Sürekli “genç şair” olarak anılmak konusunda ne düşünüyorsun? Bu tanımlamanın sinirini bozduğu oluyor mu?

“Genç şair”, muğlak bir sıfat tamlaması… Rahatsızlığım daha ziyade bu muğlaklıkla ilgili aslında. Yaşça mı genç, şiire mi yeni başlamış, şiiri mi genç? Yahut henüz “olmamış”, olgunlaşmamış şiire genç şiir, bunu yazan kişiye mi “genç şair” denir? Yeni olanı, günceli takip ettiği ve ritmini buradan kurduğu için mi “genç” yoksa? Bir çeşit had bildirme teşebbüsü gibi geliyor bana bu tip adlandırmalar. Rimbaud’yu nereye koyacağız örneğin? Genç ölen, genç bir şiir yazan, genç şair diye mi anmalıyız onu? Sıkıntılı kavramsallaştırmalar bunlar. Aynı sorunlu durum ve fazlası  “kadın şair” adlandırmasında da söz konusu.

Edebiyat türleri arasında şiirin yeri konusunda sen ne düşünüyorsun?

Şiir, diğer türlerden farklı olarak dünyayı kendi diline çevirme çaba ve teşebbüsü gibi geliyor bana. Nesir türlerinin de kendi dert ve meseleleri var elbette. Ama şiir, bir çeşit kalkışma sanki. İtirazı kendinden menkul… Başta dil ile kavga ediyor. Gündelik dilin sınırlarını aşındırmak, verili olanı alt üst etmek, sunulanla yetinmemek gibi meseleleri var. Çoğaltmak istiyor. Başka türlü olana cesaret ediyor. Anlatmanın değil; söylemenin bir yolu daha ziyade. İşaret etmiyor, sezdirmekle yetiniyor. Buyurgan ve üstten bir tavırla bildirmiyor; birlikte duymayı teklif ediyor. Fazla güzelleme yapmaktan imtina ediyorum fakat şiiri bir edebiyat türü olmaktan ziyade, edebiyata “rağmen” bir tür olarak görüyorum daha çok. 

Geçenlerde şöyle bir cümle okudum ve beni çok etkiledi (Aksu Bora yazmıştı): “İnsan yazarken öğrenmiyor da öğretmek için yazıyorsa kendisine de okuyana da sıkıntı.” Senin yazma deneyiminde öğrenme ve keşfetmenin nasıl bir yeri var?

Öğretmek için yazmak zaten düzyazının işi; şiirin doğrudan böyle bir meselesi olmuyor genellikle. Olması halinde zaten ortaya çıkan şey şiirden ziyade, didaktik bir manzume örneğine tekabül ediyor. Yazma deneyimi, herhangi bir şeyi söylemenin sonsuz farklı yolu olduğunu keşfetme süreci… Bu süreçte, siz olmasanız yan yana gelme olasılığı bulunmayan sözcükleri bir araya getirmek, dilin sınırlarını zorlamak, sözcüklerin daha önce işitmediğiniz anlamlarının peşine düşmek, son derece heyecan verici. Aksi, kurulan metin aracılığı ile parmak sallamak, dikte etmek, biçim vermeye çabalamak çok düzyazı bir aklın ürünü gibi geliyor bana. 

Nasıl bir yazma pratiğin var? “Masamda otururum”, “mutlaka yanımda defter taşırım”, “gelişine akıtırım” gibi ritüellerin var mı?

Genellikle bir durum, bir olay yahut bir karşılaşma sonrasında birkaç dize mırıldanırken buluyorum kendimi. Yanımda hep küçük bir not defteri taşırım, doğru. Ama son birkaç yıldır, bu defteri dizeleri not etmek için kullandığımı pek anımsamıyorum. Çağcıl bir refleksle, akıllı telefonuma kaydediyorum artık aklıma düşenleri. Not düşme anından çok sonra, genellikle de öfkeli bir anımda, yola çıkmamı sağlayacak bu dizeleri de yanıma alarak bilgisayar başına geçiyorum. Uzun yıllardır kalem kâğıt yerine bilgisayarda yazmayı tercih ediyorum. Tek seferde bitmiyor elbette hiçbir şiir. Defalarca aynı şiir için tekrar tekrar bilgisayar başına geçtiğim oluyor. Çapakları görebilmek için bir süre bekliyorum, daha sonra tekrar dönüyorum yazdığım şiire. Onun da kendi içinde bir matematiği var ve olmalı çünkü. Tek avazda çıkan şeyler bir parça ham oluyor genellikle. 

Bugün sana neler umut veriyor? Umudu nasıl tanımlıyorsun?

Umudun bir çeşit eylemsizlik hali olduğu şerhini düşmekle birlikte, “ortak söz”, “ortak mücadele” deneyimleri beni heyecanlandırıyor. Kaz Dağı ile ilgili yürütülen süreç umut verici sözgelimi. Kadın cinayetlerine ilişkin yükselen-yükseltilen ses de öyle. Kolektif aklın teşebbüs ve çıktılarını önemsiyorum. Aksi halde güç dayanırmışız gibi geliyor. Ne diyordu Jose Marti: “Gerçek insan, başkasının yüzünde patlayan tokadı, kendi suratında duyabilen insandır.”

Image

 

 

 

 

 

ÖNCEKİ Meriç Öner (SALT) seçti: Büyükşehirde dondurmanın hâli SONRAKİ Pelin Esmer seçti: Amerikalı düşünür Emerson üzerine bir yazı
Bu yazıyı paylaş