Casper Clausen (Efterklang) seçti: 15 yılın ardından “Crossing The Bridge”e bir bakış

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Casper Clausen (Efterklang) seçti: 15 yılın ardından “Crossing The Bridge”e bir bakış

Hazırlayan: Cem Kayıran – İllüstrasyon: Mert Tugen

ÖNCEKİ Aklımdakiler: Murat Meriç ve “Hayat Dudaklarda Mey” kitabı SONRAKİ Moon Duo seçti: Elektronik müziğin kadın kahramanları dosyası

“2004 hem Bant’ın kurulduğu hem de Efterklang’ın ilk albümünü yayınladığı yıldı. Bu sebeple Bant’ın başladığı zamanlardaki İstanbul müzik sahnesi için, 15 yılın ardından Crossing The Bridge filmine bir bakalım...”

Casper Clausen

Image

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

15 yıl önce, 15 yıl sonra: “Crossing The Bridge: The Sound of İstanbul”

Danimarkalı deneysel pop grubu Efterklang, geride bıraktığımız 15 yılda defalarca İstanbul’da ve dergi sayfalarında konuk ettiğimiz gruplardan biri. Grubun Türkiye müziklerine de merakını halihazırda bildiğimiz üyesi Casper Clausen, özel sayımız için bizi nostaljik bir yönde doğrulttu: Crossing The Bridge belgeseli.

Fatih Akın’ın yönettiği, ikonik endüstriyel rock grubu Einstürzende Neubauten basçısı Alex Hacke’nin anlatıcısı olduğu Crossing The Bridge: The Sound of İstanbul belgeseli, çekildiği 2004 yılında İstanbul’daki müzik sahnesine dair kapsamlı bir anlatı sunuyor. BaBa Zula, Sezen Aksu, Replikas, Ceza, Duman, Orhan Gencebay, Selim Sesler, Müzeyyen Senar, Siyasiyabend, Aynur, 2005’te vizyona giren ve sonrasında birçok dünya festivaline katılan belgeselde şarkıları ve hikâyeleriyle yer alan isimlerden. 

Image

Image

Image

Yalnızca konser salonlarının, ihtişamlı stüdyoların ürünü olan müziğin değil, şehirde hayat bulan hemen hemen tüm alt kültürlerin peşine düşüyor. Bir dönemin resmini çekerken, bu noktaya nasıl gelindiğini de anlatısına katıyor. Birçoklarına ilham kaynağı olan söyleşileri, performansları ve anlarıyla; türlü dertleri ve gerçek hisleri perdeye yansıtıyor. Bant adıyla başlayan dergi serüvenimizin ilk sayısında BaBa ZuLa sahnelerinin çekimini ziyaret etmiş olmamız itibariyle de bizim yolculuğumuzda Crossing The Bridge’in özel bir yer işgal ettiğini belirtmekte fayda var.

Dönemin ruhunu ve filmin neler ifade ettiğini bir kez daha hatırlamak adına belgeselde karşımıza çıkan müzisyenlerden Murat Ertel, Gökçe Akçelik ve Ayben’den hislerini ve düşüncelerini bizlerle paylaşmalarını istedik.

“ÇOK İYİ HATIRLIYORUM, BİR GÜN OTOBÜSTE ORTAKÖY’E DOĞRU GİDERKEN ROLL’DA OKUDUĞUM HABERDE FATİH AKIN’IN İSTANBUL MÜZİĞİYLE İLGİLİ BİR BELGESEL ÇEKECEĞİ GÖRMÜŞTÜM. ÇALIŞACAĞI İSİMLER ARASINDA BABA ZULA’YI DA GÖRÜNCE ÇOK SEVİNMİŞTİM. ROLL’DAN BU HABERİ DUYMAKTAN DOLAYI ÇOK HEYECANLANMIŞTIM.” –Murat Ertel

Image

Fotoğraf: Aylin Güngör

Murat Ertel (BaBa ZuLa)

Filmin yaratılışında kilit rol oynayan isimlerden biri olan Murat Ertel, Crossing The Bridge öncesi dönemden bahsederek hikâyeyi eski Peyote günlerine geri sararak anlatmaya başlatıyor:

“Crossing The Bridge öncesi dönemde Peyote’den bahsetmek gerek. Peyote’nin İmam Adnan Sokak civarında olan bir versiyonu vardı. Orada çalmaya başlamıştık ve hoşumuza gitmişti. Daha sonra kulübün işletmecileri ‘Buranın müzik yönetmenliğini yapsanıza’ demeye başladı. Bizim de BaBa ZuLa’yla ilk konserden itibaren çalan yarı İskoç yarı Kızılderili bir kontra basçımız vardı: William MacBeath. Onun San Francisco’da bir barı vardı ve iyi bir yatırım yapmaya karar verdi. William’ın doğum gününde herkese kapalı bir parti yaptık ve o partide dekordan sevmediğimiz kısımları, kazma kürek vahşi bir şekilde parçaladık. Kırdık döktük o gece, sonra da en baştan yaptık. Sahnenin yerini değiştirdik, Peyote’yi tam istediğimiz bir hale getirdik. Orada çalan gruplara birtakım eklemeler yaptık. Mor ve Ötesi zaten çalıyordu, biz ‘Selim Sesler çalacak’ dedik. Biz çalıyorduk, Replikas çalıyordu, Siyasiyabend çalıyordu. Etnik özelliği olan, coğrafyayla, kültürle bağ kuran birtakım müzisyenleri orada ağırlamaya başladık. Orada çalan insanlara karışmaya başladık. DJ geliyordu, ne çaldığını sorup ona nasıl çalması gerektiğini söylüyordum. Bunlar arasında ‘Parçalarda soprano saksafon olmasın’ gibi bir notum vardı, çocuk da ‘Peki’ demişti. Çaldığı bir parçada soprano saksafon solosu vardı, gidip çocuğa bana söz verdiğini hatırlattım. ‘Ben nereden bileyim burada soprano saksafon solosu olduğunu’ demişti. Ben de onu ‘Ne biçim DJ’sin sen. Çaldığın parçanın içinde 30 saniye soprano saksafon solosu var, bilmediğin şarkıyı niye çalıyorsun?’ diye azarlamıştım. Bu kadar karışıyorduk çalan müziğe, böyle komik hikâyeler de oluyordu.”

BaBa ZuLa’nın kırıp dökerek yeniden inşa ettiği Peyote, yönetmen Fatih Akın’ın filmde yer verdiği müzisyenlerin büyük kısmıyla tanıştığı mekân olmuş:

“Sonra öğrendik ki Fatih Akın gelip bizi izleyenler arasındaymış, Peyote’ye takılıyormuş. O filmde Peyote’de çalan isimleri kullandı; filmdeki ağırlıklarını hissedebilirsiniz. O günlerde Brenna’yla Selim Sesler’i biz tanıştırmıştık. Andon’da çalıyorduk Zen olarak. ‘Üst katta birisi çok güzel çalıyor, tanışın’ demişti oranın yöneticisi Şule Ateş. Baktık bir adam fasıl yapıyor, Selim Sesler’miş meğerse. Zen’le çalmaya başladı. BaBa ZuLa oldu, onla da çalmaya başladı. Brenna MacCrimmon bizim konserlere gelip kaset kaydediyor, sonra da bize hediye ediyordu. ‘Ay ne kadar iyi bir insan, biz kaydetmiyoruz konserleri, o kaydediyor’ dedik, arkadaş olduk, bizle şarkı söylemeye başladı. Derken, o Selim Sesler’le tanışmış oldu ve bir ilişki kuruldu. Brenna aldı Selim Sesler’i Kanada’ya turnelere götürdü. Fatih Akın’ın Duvara Karşı filminde Selim Sesler’in bir şarkısı kullanıldı. Selim Abi’ye bu şarkıyı Brenna’yla değil başka biriyle yaptığı için kızmıştım. Aldattı bence Brenna’yı orada.”

“Fatih kendisi seçiyordu belgeseldeki müzisyenleri. Herkesten albümler topluyordu, bize de sordu. Biz de ona türlü kasetler, albümler veriyorduk. Çok net hatırlıyorum, Fairuz Derinbulut’u vermiştim ve ‘Bak bu grup filmde olmalı’ demiştim. Sonra onları seçmedi. Jenerikte öyle bir geçirdi ismini ama yer vermedi. Sonra da Brenna’nın o filmde olması gerektiğine dair onu ittirdiğimi de hatırlıyorum. Başka da hiçbir konuda ısrar etmedim, sevdiğim şeyleri önerdim. Yüzlerce albüm dinliyordu, onların arasında ben de 10-15 albüm katmışımdır. ‘Keşan ne alaka? Bu İstanbul filmi’ dediğimi hatırlıyorum ama çok heyecanlanmıştı Roman müziğinin izini Selim Sesler üzerinden sürme fikrinden.”

O dönem Türkiye’deki dinleyici profilinin, yaptıkları müziğe, hatta belgeselde yer bulan müziklere karşı pek de ilgili olmadığını söylüyor Murat Ertel ve bu profili şöyle tanımlıyor:

“Coğrafi-kültürel bağ kuran yeni kuşak müziklerden utanılıyordu. ‘Türkçe rock müziği yapılabilir mi?’ gibi paneller yapılıyordu. İnsanlar rock müzik ve buraların müziğini ayrıştırıyordu. Nedense Erkin Koray ve Barış Manço rock sayılmıyordu. Bilmiyorum insanlar ne düşünüyordu. Göbek atmaktan utanç duyuluyordu. Ayrıştırma vardı. Sazdan nefret ediliyordu. Bana büyük eleştiriler geliyordu. Zen’in büyük bir izleyici kitlesini kaybetmesine sebep olmuştu daha fazla saz çalmam. Bazı insanlar konserlerimize gelmemeye başladı. O yıllarda hem Zen hem BaBa ZuLa vardı. Zen’ciler ve BaBa ZuLa’cılar olarak ikiye ayrıldı dinleyiciler. Zen dağıldıktan sonra yepyeni bir BaBa ZuLa kitlesi oldu. Eski Zen dinleyicileri, BaBa ZuLa’nın ticari müzik yaptığı fikrine sahip oldular ama biz kafamızın dikine gidiyorduk. İnsanlara aldırmıyorduk. Tabii o zamanlar Moğollar tekrardan bir araya geldi. Çok alternatif bir hareket gibi duruyordu ama iyi oldu. Pop müziği ya da ana akımı etkileyecek bir hareket gibi değildi. Belli bir çevre, alternatif akımın bir kolu onu sahiplenmişti. Diğer kol acayip batıcıydı. Herkes İngilizleri, Amerikalıları dinliyor, onlar gibi müzik yapmaya çalışıyordu. Sampling yaygınlaşmıştı ama yine batıdan yapılıyordu. Birkaç kişi vardı buralardan sampling yapan. Biz ikisini de yapmıyorduk. Türkiye’den, Orhan Gencebay’dan ya da Zeki Müren’den sample yaparak onlardan daha iyi bir müzik yapmak mümkün değil. Ya da James Brown’dan bir sample kullanarak… İnanmıyorum, görmedim. Biz kendi kendimizden sample alıyorduk. BaBa ZuLa’nın en büyük farkı buydu.”

“ALEX HACKE’YLE DE ELEKTRİĞİMİZ ÇOK İYİ TUTTU. BİZİM BASÇIMIZ YOKTU, ‘SEN ÇALSANA’ DEDİK, O DA ÇALDI. SONRA BİR SÜRÜ DEFA ÇALDIK, KAYITLAR YAPTIK. BERLİN’DE, İSTANBUL’DA, AVRUPA’DA BİR SÜRÜ YERLERDE ÖZEL PROJELERLE KONSERLER VERDİK.” –Murat Ertel

Fatih Akın ve Alexander Hacke’yle iletişimlerinin proje için kritik olduğunu belirten Murat Ertel, ilk toplantılarında yönetmenin hiçbir fikri olmamasına rağmen iyi bir iş çıkacağına inandıklarını anlatıyor:

“Fatih Akın’ın ünü yükselmeye başlamıştı. Ödül alınca iyice patladı. Çok iyi hatırlıyorum, bir gün otobüste Ortaköy’e doğru giderken Roll’da okuduğum haberde Fatih Akın’ın İstanbul müziğiyle ilgili bir belgesel çekeceği görmüştüm. Çalışacağı isimler arasında BaBa ZuLa’yı da görünce çok sevinmiştim. Roll’dan bu haberi duymaktan dolayı çok heyecanlanmıştım. Levent’le ne yapacağımızı düşünmeye başladık, sonra Fatih gelip bizimle bağlantıya geçti. Londra Oteli’nde tanıştık, çok tatlı bir insan ve hemen samimi olduk. 40 yıllık arkadaşımız gibi hissettik ve filmin şahane olacağına inandık. Daha film hakkında hiçbir fikri yoktu! ‘Hiçbir şey bilmiyorum, yalnızca İstanbul müziği hakkında bir belgesel yapmak istiyorum. Einstürzende Neubauten basçısı Alexander Hacke var, o da bir anlatıcı olacak. Film hakkında yalnızca şunu söyleyebilirim, iki sahne var aklımda olan: biri giriş, diğeri de final. Girişte İstanbul’un tepesinden helikopterle bir çekim olacak. Sonunda da sizin ‘Cecom’ isimli bir parçanız var, onla final yapmak istiyorum’ dedi. Sözünü de tuttu. Elektriğimiz tuttu ve hâlâ da tutar.”

“Alex Hacke’yle de elektriğimiz çok iyi tuttu. Bizim basçımız yoktu, ‘Sen çalsana’ dedik, o da çaldı. Sonra bir sürü defa çaldık, kayıtlar yaptık. Berlin’de, İstanbul’da, Avrupa’da bir sürü yerlerde özel projelerle konserler verdik. Bu keyifli ilişki de Crossing the Bridge filminin setinde başladı.”

Boğazda 24 saatlik BaBa ZuLa çekimi:

“Fatih herkese filmi nerde çekmesi gerektiğini soruyordu. Herkes de farklı fikirler atıyordu. Sezen Aksu, ‘Gelin yalımda çekim yapalım’ demişti. Siyasiyabend sokakta çekmek istedi, herkes farklı yerlere davet ediyordu. Benim de aklıma İstanbul hakkında bir belgesel olduğu için, İstanbul’u İstanbul yapan en temel şey olan boğazda dolaşma fikri geldi. 24 saat tekne kiralayıp 24 saat çalalım demiştik. Çok keyifli oldu. ‘Teknede dansöz olsun’ falan denildi. Nesrin Topkapı fikri atıldı, onunla konuştuk. Sanırım bir şeylerden şüphelendi. ‘Ne teknesi, nerden inilecek, binilecek?’ gibi sorular sordu, aklına kötü bir şeyler geldi ve daveti kabul etmedi. Fatih Akın’ın ödüllü bir yönetmen olduğundan bahsetsek de ikna olmadı. Başka bir dansöz vardı teknede. Ama pek de iyi değildi, onunla da bazı sahneler çekmiştik ama olmadığı sahnelerde kendimizi daha rahat hissettik.” 

Image

Fotoğraf: Aylin Güngör

“Fatih belgeseli ilk yaptığında BaBa ZuLa belgeseli gibi bir şeydi, çok ağırlığımız vardı. Sonra bundan vazgeçti. Diğer müzisyenlerle de çok fazla çekim yapmıştı. Şimdi otursa televizyon dizisi haline bile getirebilir. Öyle bir fikir bile vardı, beş-altı bölümlük bir dizi gibi… Herhalde finansman ve diğer işler dolayısıyla vazgeçti. Sonunda BaBa ZuLa sahnelerini azalttı ama filmde iki şarkısı olan tek grup biz olduk.”

“Çekimlerde sabaha karşı, devamlı çalınıyor, yeniliyor, içiliyor. Herkes çökmeye, yavaş yavaş uyumaya başladı. Daha ‘Cecom’u çekmemişiz. Levent’e ‘Biz nöbet tutalım, ekibi kaldıralım’ dedim. Sabah 6 civarı, güneş daha ortalarda yok ama hava kuşluk vaktine girince herkesi kaldırdık. ‘Güneş doğacak, hazırlanın’ dedik ve güneş doğarken o parçayı çektik. Çok sihirli bir andı ve film de öyle bitti, harika bir final oldu.”

“YURT DIŞI KONSERLERİMİZİN AFİŞLERİNDE DEFALARCA ‘CROSSING THE BRIDGE’DEN TANIDIĞINIZ REPLİKAS’ GİBİ İBARELER GÖRDÜM. FİLM BEKLEDİĞİMDEN DAHA ETKİLİ OLMUŞTU AÇIKÇASI AVRUPA’DA ” –Gökçe Akçelik

Image

Gökçe Akçelik (Replikas)

Murat Ertel’in bahsettiği gibi, dönemin Peyote sahnesi belgeselin çıkışına ilham vermiş mekânlardan biri. O yıllarda Peyote’de düzenli olarak çalan gruplardan biri olan Replikas da film için bestelediği “Şahar Dağı” şarkısıyla Crossing The Bridge’e dahil olmuştu. Grubun Avaz isimli üçüncü albümüyle aşağı yukarı aynı zamanda yayınlanan belgesel, Replikas’ın Avrupa’daki tanınırlığının artmasına sebep olmuş. Solist ve gitarist Gökçe Akçelik anlatıyor:

“Fatih Akın’la tanışmamız, Duvara Karşı filmiyle dünyaca bilinen bir yönetmen olmasından az öncesine denk düşüyor. Kendisi ise, Önder Çakar ile beraber daha önce Peyote’de Replikas’la tanışmış meğer. Filmin seyrini de o zaman izlediği müzisyenler oluşturmuş aslında. Zen – Replikas – Selim Sesler gibi ilk bakışta bağlantılı görünmeyen ‘müzik mihraklarının’ aslında birbirini beslediğini görüp, bunun üzerine bir film yapmak istemiş.” 

“Bize konudan ilk bahsettiğinde, Crossing the Bridge’in bildiğimiz kurgusu belli olmamıştı. Bu yüzden ‘soundtrack’ gibi bir işe soyunmamız gerekebileceği düşüncesiyle bir parça yapmaya başlamıştık. Filmde kullandığımız parça da o aslında. O filme özel olarak parça yapan tek grup/müzisyen olduk sanırım, o da hoş bir ayrıntı oldu.”

“Daha sonra yurt dışı konserlerimizin afişlerinde defalarca ‘Crossing the Bridge’den tanıdığınız Replikas’ gibi ibareler gördüm. Film beklediğimden daha etkili olmuştu açıkçası Avrupa’da.”

“FİLMİN YAPILDIĞI DÖNEM TÜRKİYE’DE MÜZİĞİN TAM ANLAMIYLA GEÇİŞ DÖNEMLERİNDENDİ. CEZA RAP İLE BAŞARI SAĞLAYAN İLK VE TEK İSİM OLDU.” -Ayben

Image

Ayben

Bugün yerli müzik sahnesinden bahsederken rap kültürünün ne denli yaygınlaştığını görüyoruz. Fakat 2004 için durum böyle değildi. Ceza ile Kadıköy sokaklarında başlayan Türkçe rap arayışıyla Bakırköy underground sahnesine de yolunu düşüren Fatih Akın’ın belgeseliyle hayatımıza giren Ayben, bugün “şahlanmış” olan Türkçe rap sahnesinin hâlâ kadın kahramanı. Ayben, filmin kendisi için ne ifade ettiğini şu sözlerle anlatıyor:

Crossing The Bridge, bu zamana kadar yapılmış en başarılı müzik belgesellerinden biri. Hatta birçokları için yol gösterici niteliğinde. Ben belgeselde yolculuğu anlatılan müzisyenlerden biri olarak yer almadım. Ceza’nın ailesinden biri olarak oradaydım. Hatta ne yapıldığı hakkında herhangi bir fikrim bile yoktu.” 

“Alexander Hacke çok değerli bir müzik insanı. Fatih Akın ise başarısını tüm dünyaya kanıtlamış kıymetli bir yönetmen. Geriye dönüp baktığımda, bu isimlerle bir arada olma fırsatını yakaladığım için kendimi inanılmaz şanslı hissediyorum. Bu doğrultuda film bana, müzikten önce hem Türkiye’de hem Almanya’da halen süren büyük dostlukları da beraberinde getirdi.”

“Filmin yapıldığı dönem ise Türkiye’de müziğin tam anlamıyla geçiş dönemlerindendi. Ceza rap ile başarı sağlayan ilk ve tek isim oldu. Şu an yaşanan bu yükselişin temellerini atan; Fatih Akın'ı Kadıköy’e kadar getiren kişi oldu.”

Image

Casper Clausen’in önerisiyle Crossing The Bridge’e bir kez daha dönüp bakarken, yalnızca filmin yayınlandığı dönemle sınırlı kalmak istemedik. “Bir dönemi belgelemiş bu filmin ardından geçen 15 yılda yerli müzik sahnesi ne yönde değişti, önemli dönüm noktaları neler oldu?” sorusunu müzik yazarları Barış Akpolat, Sinem Vural ve uzun yıllardır müzik sektöründe çalışan Işıl Kılkış’a yönelttik.  Hem akılda kalan albümler hem de sektördeki başlıca değişimler için sözü üçlüye bırakalım:

Sinem Vural: “Yeni, her an ulaşılabilir ve kalıcı isimler.”

“Popüler müziğin dışındaki türlerin öncülüğünü sağlayanlardan BaBa ZuLa, Duman, Ceza gibileri Crossing the Bridge’de yer alırken 15 yıl sonrayı, yani bugünün müzik piyasasını hayal edemezlerdi herhalde. Popüler müzik dışındaki her tür geçtiğimiz 15 yıl içerisinde hem yeni lider adayları kazandı hem de alt türleriyle çeşitlilik arz ederek ana akımı alt edecek kadar üretime sahne oldu. O dönemki rock ve rap müziğin temel taşlarından saydığımız albümler Mor ve Ötesi - Dünya Yalan Söylüyor, Duman - Seni Kendime Sakladım, Hayko Cepkin - Sakin Olmam Lazım ve Ceza - Rapstar şimdiye ilham oldu.”

“İnternetin hayatımızda aktif rol oynaması, müziğin cep telefonlarıyla dinlenmesi; yeni, her an ulaşılabilir ve kalıcı isimler ortaya çıkardı. Rock, alternatif rock, alternatif pop, elektronik başta olmak üzere bir sürü alt türde de ana akım medyanın gözüne girmeyi başaracak üretimler oldu. Hedonutopia, Jakuzi, Yüzyüzeyken Konuşuruz, Büyük Ev Ablukada, She Past Away, The Away Days, Mabel Matiz, Ceylan Ertem, Yasemin Mori, Kalben geçtiğimiz 15 yıllık dönemde ilk aklıma gelen kazanımlar.”

“Bu süre zarfında en çok takılıp kaldığım albümler arasında Dandadadan - Sen Bana Birini Android, Gaye Su Akyol - Develerle Yaşıyorum, Ah!Kozmos - Bastards, Sakin - Hayat, Kes - Kamlama, Can Güngör - Silik Düşler, Ayyuka - Sömestr, Yasemin Mori - Finnari Kakaraska, Athena - Pis, Melis Danişmend - Daha Az Renk, Korhan Futacı ve Kara Orkestra - Pavurya, Gevende - Sen Balık Değilsin Ki, Replikas - Biz Burada Yok İken, Ars Longa - Günler, Kalben - Kalben, Hedonutopia - Yakamoz Sandalı, Barış Demirel aka Barıştık mı? - Fail Play, Palmiyeler - Akdeniz ve Büyük Ev Ablukada - Fırtınayt’ı sayabilirim. Son beş yıllık dönemde ise albümden single dönemine, yetenekli yorumcu ve müzisyen dönemine geçtik. 2019’u kapatırken dinlemeye doyamadığım son üç yerli albüm ise şöyle: Jakuzi - Hata Payı, Paz - Can, Haşmet Asilkan - Bundan Sonraki Günlerimiz Hatırlamakla Geçecek."

Işıl Kılkış: “Gezi ve akabinde yaşadığımız dönemlere inat, daha güçlü ve çeşitli bir sahne.”

“Yerli müzik sahnesi, geçmişten gelen sağlam mirasın da etkisiyle, son dönemde özellikle Gezi ve akabinde yaşadığımız dönemlere inat, daha güçlü, renkli ve çeşitli bir forma girdi. Özellikle son iki yılda da büyük bir momentum aldı diyebilirim. Gaye Su Akyol’un yurt dışı başarısı Türkçe sözlü müziğin dışarıda bir potansiyeli olduğunu gösterdi. Son dönemde hip hop’taki birçok yeni sanatçı ve çeşitlilik de ayrıca önemli bir gözlem.”

“Geride kalan 15 yıla dönüp baktığımda aklıma gelen ilk albümler Gaye Su Akyol - İstikrarlı Hayal Hakikattir ve Ezhel - Müpthezel.”

Barış Akpolat: “Sözlerdeki samimiyet, konulardaki sosyo-politik ve ekonomik bakış açısı sayesinde bunca insan artık neyi tercih ettiğini açık açık belirtiyor.”

“On beş yıl her sektör için her açıdan çok uzun bir süre. Hele ki teknolojiyle müzik kadar iç içe geçmiş bir sektörden bahsediyorsak ortada çok ciddi değişimler olması da doğaldır. On beş yıllık bu değişim hepimiz için hızlı adapte olunması gereken sonuçlar doğurdu. Gazetecisinden sanatçısına, PR’cılarından menajerine veya bestecisine hatta orkestra müzisyenine kadar hızlı adapte olamayan herkese zor yolu işaret eden yöntemler artık tüm sektörü ele geçirmiş durumda. Bu dijitalleşme tüm sektör oyuncularına yeni kapılar da açtı elbette.”

“Müzisyenler ve DJ’ler açısından ‘sosyal medyada yoksan hiçsin’ dönemi başladı. Bu biraz üzücü olsa da buna karşı olmak maalesef artık tsunaminin önünde şemsiye açmak gibi bir şey. Gazeteciler için durum farklı değil. Genç nesil, müzik yazarlarını ve fikirlerini belirttiği albüm kritiklerini okumuyor, zaten mecra da pek yok. Dinleyici dinamikleri değişti, stream servisinden hızla bakıp kendisi karar veriyor zaten neyi dinleyip neyi dinlemeyeceğine. Genç neslin okumadığı kim, hangi içerikle bu piyasada tutunabilir ki?”

“CD satışları, benzin istasyonlarını saymazsak neredeyse bitti. Çünkü hiçbir müzik formatı satışı, bedava veya ayda 15 liraya sunulan dinleme formatını aşamaz. Artık gençlere CD satamazsınız, plak çok ilgi görse de hâlâ niş bir platform. Streaming servisleri sayesinde eskiden binlerce satan albümler yerini tek gecede milyon gören ‘single’lara bıraktı.” 

“Dijitalleşmenin getirdikleriyle birlikte sayısı milyonları tek gecede bulan izlenme ve dinlenme oranlarına sahip sanatçıların önünü bu saatten sonra anca kendisi kesebilir. Siz söylemeden ‘Abone ol’ butonuna tıklayan gençlerin sayısı o kadar arttı ki sizi bir stalker gibi takip ediyorlar. Konserler hınca hınç doluyor. Bugün cover şarkılarını kanala yükleyerek sektöre adım atan bir sanatçı doğru yönetilirse 4-5 ay içinde Bostancı Gösteri Merkezi’ni doldurabilecek kapasiteye gelebiliyor.” 

“Milyon dinlenme rakamlarının sahibi olduğu gibi ana akım müzik ortamını domine eden hip hop’tan bahsetmezsek her şey eksik kalır. 15 yıl önce kimsenin yüzüne bakmadığı rapçi gençler son beş yıldır arkalarında asker gibi bekleyen dinleyicileriyle ana akımı domine ediyor. Ankara’da bir evin salonunda kaydedilmiş, plak şirketi olmadan yayınlanan bir albüm, arkasında çalışan menajer ve PR’cılar olmadan milyonlar dinleniyor ve New York Times gazetesinde kendine yer bulabiliyorsa herkesin biraz daha dikkatli düşünmesi gerek. Bundan 10 yıl önce burnundan kıl aldırmayan Demet Akalın, daha ilk albümünde Ben Fero’nun klibinde oynadı. Artık herkes ekmek nerede çok iyi biliyor.” 

“Ana akımdaki Türkçe rock, artık anlattıklarının sıradanlaşmasından mı yoksa anlatacak konusu kalmadığından mı bilinmez ama bugün pek de esamesi okunacak cinsten işler üretemiyor. Onun yerinde alternatif kulvarda inanılmaz büyüyen entelektüel ve daha niş kitlelere hitap eden pop rock grupları ve haftada neredeyse 8-9 single yayınlanan bir Türkçe sözlü hip hop ortamı var.” 

“Hip hop’çuların samimiyetine inanıyor halk. Sanatçının kendi hayatından kesitler sunduğu hepimizin yaşama ihtimali olan hikâyelerin paylaşıldığı hip hop’un dinleyiciye yeni bir anlatım sunduğu gerçeği yadsınamaz. Sözlerdeki samimiyet, konulardaki sosyo-politik ve ekonomik bakış açısı sayesinde bunca insan artık neyi tercih ettiğini açık açık belirtiyor. Milyonlarca izlenmeyi başka türlü açıklayabilir miyiz?”

ÖNCEKİ Aklımdakiler: Murat Meriç ve “Hayat Dudaklarda Mey” kitabı SONRAKİ Moon Duo seçti: Elektronik müziğin kadın kahramanları dosyası
Bu yazıyı paylaş