Kırılgan mutluluklar dünyasında saflık arayışı: In Hoodies

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Kırılgan mutluluklar dünyasında saflık arayışı: In Hoodies

Röp: Zülâl Kalkandelen, Foto: Koray Turkay
ÖNCEKİ Yeni bir yön, yeni bir bölüm: Son Lux SONRAKİ Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

Müzik hayvanı etiketiyle yayınlanacak ilk In Hoodies albümünden hemen önce...

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Kırılgan mutluluklar dünyasında saflık arayışı:

İlk teklisi “She Got Caught”la Türkiye bağımsız müzik sahnesine yeni bir soluk getirdi In Hoodies. Şarkı sözlerinden ve sesinden yansıyan içtenliği hissettiğim için ayrıntıları öğrenmek, kapüşonun ardındaki müzisyeni daha yakından tanımak istedim. Sonuçta Murat Kılıkçıer’in samimi cevaplarıyla biçimlenen, okuması çok keyifli bir röportaj çıktı ortaya. Gelecek aylarda Müzik Hayvanı etiketiyle ilk albümü yayınlanmadan önce In Hoodies’e kulak verirseniz, ince ve sofistike bir ruhla tanışacaksınız.

Öncelikle yayınladığın ilk tekli için kutluyorum. Seninle bir e-posta aracılığıyla tanıştım. Bursa’da yaşadığını biliyorum. Henüz çok gençsin ama yine de her şeyin bir öncesi var. Bu zamana kadar neler yaptın. Okul hayatın nasıldı, müziğe nasıl yöneldin?

Çok teşekkür ederim. Okul hayatım oldukça sıradandı aslında. Bayağı yalnızdım. O yıllarla ilgili pek çok şeyi kaçırmış gibi hissediyorum hatırladıkça. Birkaç kez okul değiştirdim. Her seferinde zor adapte oluyordum. Kısa bir süre tiyatroyla ilgilendim ama çok travmatik sonlandı benim için. Bursa’da, Anadolu Lisesi’ndeydim lise yıllarında ama maalesef birkaç istisna dışında yoğun yaşadığım arkadaşlıklarım olmadı pek. Hiç çocukluk arkadaşım yok neredeyse. Her geçen gün daha da böyle hissediyorum aslında. Hattâ geçen gün lisede benden bir ön sırada oturan bir sınıf arkadaşıma ulaştım, şarkıları paylaşmak istemiştim. Sürekli konuştuğum hatta üniversitede de birkaç kez görüştüğüm biriydi ama ne anlatsam hatırlayamadı beni, fotoğrafımı gördüğünde bile. Hep kiloluydum o zamanlar, ortaokulda dişlerimde tel vardı, bir de kalın çerçeveli gözlükler… Okul takımı golcüsü, kızların gözdesi ya da herhangi bir fiziksel sebeple popüler olamayacağım belli yani. Kolaylıkla unutulabilecek, pek özelliği olmayan, sıradan bir öğrenciydim işte. Yine o zamanlardan bir başka sınıf arkadaşım “lisede çok mutsuz, hep sıkıntılı” olduğumu  hatırlattı bana. Sonuç olarak o hayalet gibi hissetme duygusu sebepsiz ya da kendi uydurduğum bir şey değil sanıyorum. Hayalet gibi, görünmüyorsun ama bir yandan duvarlara da çarpıyorsun. Bu da başka şeylere yöneltiyor insanı. Odamda geç saatlere kadar tek başıma Discman ile müzik dinleyerek, kitap okuyarak geçti lise. Bir de herkesin içine çekildiği sınav hazırlıklarıyla tabii. Her neyse, sonra ilgisiz bir bölümde üniversite okudum Konya’da. Buralardaki çoğu kişi gibi aslında, yanlış yerleştirme, yerleşme, geç farkına varma, yanlış yönlendirme sonuçları. İki sene civarı hiç gitmedim okula neredeyse, hep evdeydim, yine kitap okudum müzik dinledim, bir de âşık oldum.

Üniversitede ilk gitarı alana kadar dediğim gibi hissettim hep, geç kalmış, dışında veya dışarıda kalmış gibi. Hani herkesin lise arkadaş grupları olur ya, birileri hep gitar çalar, çocukken başlamıştır çalmaya bilmem kaç yaşında. Onlara bakıp “başlamak için çok geç artık” demek işte. Dolayısıyla sürekli müzik dinlesem de, şarkı söyleme, enstrüman çalma anlamında müziğe yönelme üniversitede oldu. Dediğim gibi, hep istiyordum, özeniyordum ama geç kalmış hissediyordum. Sonra bir gün TV’de Richard Ashcroft’un “Song For the Lovers” solo performansını izledim. Üniversite birinci sınıf yazıydı. Çok etkilendim ve daha fazla dayanamayıp gitar için para istedim annemden. Öyle başladı; diğer şeylerden sıkılarak ve dinlediğim, izlediğim sanatçılara hayran olarak... Gitarı aldığım gibi de müzik yapan tanıdığım herkese grup kuralım demeye başladım zaten, çalmayı bilmesem de. Sonunda birimiz hariç nerdeyse kimsenin enstrüman çalmayı bilmediği bir grup kurduk. Hızla bir şeyler öğrendim ben de. İkinci sınıf sonunda üniversite yönetimiyle konuştum ve okul çatısında bir konser verdik. Bunları böyle anlatmamım sebebi, bir seviyede hâlâ kendime acımam ya da acındırma ihtiyacı hissetmem değil. Tek sebebi, belki bu röportajı kendini umutsuz ve geç kalmış hisseden biri okursa, onun için biraz umut olur belki diye düşünmem. Daha sonra basit akorları birkaç kişiye sorarak, sevdiğim müzisyenlerin performans videolarını izleyerek öğrenmeye çalıştım. Hâlâ temelde aynı sevideyim zaten. Arada müzik teknolojileri / kayıt üzerine bir programa katıldım ama orada da teknik konulara hiç yatkın olmadığımı anladım. Üniversite bittiğinde babamla çalışmaya başladım, ilk kendim şarkı yapmaya başladığım zamanlar da o günler. Genelde gece evde tek başımayken ya da hafta sonları her vakit bulduğumda şarkı yapıyordum sürekli.

Image

Sözcüklere verdiğin önemi ilk olarak senden aldığım e-postada fark etmiştim. O Türkçe yazılmıştı ama şarkı sözlerin İngilizce. Bu noktada sormak istediğim iki soru var. Birisi, şarkı sözü yazmaya olan ilgin ne zaman başladı? Diğeri de, İngilizce yazmayı tercih etmenin belli bir nedeni var mı?

Şarkı sözü konusu müzikten önce başladı aslında. Kendimi bildim bileli bir şeyler yazıyordum. Küçüklüğümden beri not alırım hep; kelimeler, cümleler, bazen bir paragraflık minik hikâyeler. Basit çizimler yapıyordum bir yandan. İngilizce şarkı sözü yazmak kesinlikle bir tavır, amaçlı bir tercih değil benim için. Şarkı söz konusu olduğunda ilk melodi mırıldanmaya başladığım andan bugüne kadar hep İngilizce geldi içimden. Birkaç kere Türkçe yazmaya çalıştım ama çok zorlama oldu, güzel de gelmedi kulağıma. Küçüklüğümden beri İngiliz müziği veya temelde İngilizce sözlü müzik dinlemek kaynaklı herhâlde ya da melodilerle birlikte gelen seslerin bilinç düzeyine pek uğramaksızın öyle birleşmesiyle ilgili. Daha rahat hissediyorum İngilizce şarkı söylerken kısacası. Keşke Türkçe dahil pek çok dilde şarkı yapabilsem.

“It’s my eyes your tears / It’s your eyes my tears” (Benim gözlerim senin gözyaşların / Senin gözlerin benim gözyaşlarım) şeklinde bir dize var “Healing” adlı şarkıda. İki kişi arasındaki bütünlüğe dair basit gibi görünen ama çarpıcı bir anlatım. Aşka dair yoğun duygular var şarkı sözlerinde. Genel olarak nasıl yazıyorsun şarkı sözlerini? Zamana yayarak üzerinde epey vakit harcadığın bir çalışmanın ürünü mü, yoksa şarkı özelinde bir anda aklında beliren sözler mi?

Sanırım ikisi de var. Bazen şarkının büyük bölümü mırıldanırken çıkmış oluyor, ben fark etmiyorum bile söylediğim şeyleri, sadece seslere odaklanmaya çalışıyorum. Eskiden kayıt cihazına kaydediyordum, bir süredir telefona kaydediyorum. Geri dönüp dinlediğimde seslerin, mırıldanmaların arasında kelimeler ve istem dışı oluşmuş anlamlar, çoğu zaman tesadüfî gelebilecek, metafora dönüşen şanslı kazalar oluyor. Bunun tuhaf ya da mistik bir şey gibi algılanmasını istemem ama bana göre şarkı yapmakla ilgili büyülü bir şey var. Eğer benim gibi nota bilmeyen, müzik, armoni bilgisi, müziğe matematiksel yaklaşma şansı olmadan şarkı yapıyorsanız, ortaya çıkan şey doğanızla, çevreyle, yaşadıklarınız ve gözlemlediklerinizle bağlantılandığınız tam açıklayamadığım bir dışavurum oluyor sanıyorum. Her seferinde sıfırdan başladığım bir süreç bu, çünkü uyumlu/uyumsuz sesleri aradığımı, yani bir sonraki adımı bilmiyorum. Bu limitleri yaratıcılığı ateşleyen bir şeye çevirebilmek önemli. Bazen tamamen belirsiz ya da anlamsız gelen bir şey söylemiş oluyorum ve günlerce bir şey düşünüyorum o anlatım için. Sürekli şarkı yaptığım için yarım bırakıp yeni bir şeye başlıyorum genelde. Bazen geri dönüp aylar sonra buluyorum o eksik sözleri. Nadiren de olsa hiç melodi olmadan yazdığım sonradan  müzik eklediğim şarkılar da var. O sözler, genelde uzun bir süre bir yerde bekliyor; sonra doğru anla rezone olduklarında bir şarkı ortaya çıkabiliyor. Yani belirli bir formül yok; kimi zaman bir anda, kimi zaman çok uzun düşünülerek ortaya çıkıyor sözler.

“Healing”deki o söz, anlıktı. Aslında birkaç değişiklik dışında tüm şarkı anlıktı. Sürekli hip hop, rap dinlediğim bir dönemdi. Öylesine yaptığım tek notanın tekrar ettiği bir döngü üzerine biraz rap dörtlüklerini andıran serbest stil kafiyeler söylüyordum. Sanırım 20 dakika civarı bir kayıttı. Ama neden ve şekilde ortaya çıkıyor tam anlatamıyorum. Muhtemelen hep içimde dönen düşünceleri, melodi ve ritimle özgür kalabildiği anda ifade edebiliyorum. Dediğiniz gibi hem iki kişi arasında, hem de bazen toplumla kişi arasında hissettiğim bir şey; ‘‘senin gözlerin benim gözyaşlarım; benim gözlerim senin gözyaşların.”

Kaçırılmış çocukluğun izinde...

Gerek ilk teklideki “She Got Caught” ve “My Con”, gerekse benim dinleme olanağı bulduğum henüz yayınlanmayan diğer şarkılarında geçmişe özlem hissi seziliyor. Belki senden çok daha yaşlı birisinden beklenebilir duygular bunlar ama genç bir insandan duymak biraz şaşırtıcı oluyor. “Healing” adlı şarkında “I want to go back to school, back to my room” (Okula dönmek istiyorum, odama dönmek istiyorum) diyorsun. Seni o döneme çeken şey ne? Bugünün yarattığı hayal kırıklığı mı yoksa geçmişin cazibesi mi?

Çok haklısınız; bugünün hayal kırıklığı. Belki biraz her yeni günle, ayrı ayrı yüzleşmeye çalışmak ama başaramamak ve sonunda belki de orada olmayan, hatırladığın gibi olmayan belki bir geçmişi özlemek. Biraz da o yılları istediğim gibi, kendim gibi yaşayamamış olmamın özlemi sanıyorum. Anlayacağınız gibi benim kendimi bulmam… Aslında kendimi bulmaktan çok, kendimi, istediğimi doğrudan ifade etmem ve yaşamam çok zaman aldı, çok geç oldu. Bunun da etkisi vardır sanıyorum; kaçırılmış çocukluk ve ilk gençlik duygusu. Zaten pek çoğumuz için artık büyümüş olmamız gereken bu yaşlar, çocuklukta kırılan ilkokul/ortaokul/lise kemiklerimizi iyileştirmeye çalışmakla geçmiyor mu? Belki de hep yazılıp çizilen kronik depresif bireyin bugünü yaşamayı başaramayıp, kaybettiği günlere özlemidir, bilmiyorum.

Şarkının sözlerinde geçen o döndüğün oda nasıl bir yer?

Birkaç oda var aslında ama ortak noktaları duvarlarda posterler, yazılar, fotoğraflar.

En sevdiğim odayı iki yıl önce kaybettim aslında. Tüm duvarlar ve tavan hayran olduğum müzisyen ve yazar fotoğraflarıyla, dergi kapaklarıyla, şarkı sözleriyle doluydu. Kitaplar, bir bilgisayar ve enstrümanlar vardı. Fiziksel durum önemli değil de, ileride kaybedeceğini bilmediğin şeylerle, o hâlinle, orada o odada olmak... Büyümek, “artık büyüdün” denmesi çok ani olmuyor mu, çok sarsıcı değil mi? Hayat ya da daha net olursak sosyal çevre o çizgileri çekiyor, kimileri daha kolay uyum sağlarken, kimileri mecburen yetişkinlik çizgisini fiziken geçmiş olsa da ruhu, hayalleri bazen arkada kalıyor.

Yine “Healing”de “fragile happiness” (kırılgan mutluluk) ifadesi geçiyor. Bende epey çok çağrışımı oldu bunun. Mutluluk hep kırılgan nedense... İnsan bir gün bozulacağından korkuyor bir kere. Senin o ifadeyi kullanırken ima ettiğin şey farklı mıydı bilmiyorum ama ne düşündüğünü merak ettim...

Yine çok doğru hissetmişsiniz; zaman geçtikçe gözlemliyorsunuz insanların her güzel şeyi isteyerek ya da istemeden, iyi ya da kötü niyetle, el ele vererek nasıl yok ettiğini. Bu anlamda en bireysel görülen şeyin bile sorumluluğu toplumsal geliyor bana. Tabii ki her kötü şeyden herkes sorumlu değil ama pek çok kötü, yıkıcı ya da olumsuz değerlendirilen şeyden genelde yansıtıldığı gibi bir kişi de sorumlu değil. O yüzden “every suicide is a collective murder” (her intihar toplu bir cinayettir) diyorum. Mutluluk da öyle, elinde tuttuğun bir şeyse kayıp düşebiliyor. New age reçetelerinde genelde kendi mutluluğunu sağlayamama, koruyamama konusunda birey suçlansa da, bu bana biraz içinde bulunduğumuz toplumda mutsuz eden faktör, davranış ve kişilerin masumlaştırılması gibi geliyor.

Mutluluk sarıldığın bir şeyse, mesela daha önce hiç tanımadığın etkenlerin birleşiminin sonucunda canavar gibi bir adam bir anda tamamen başka bir yere, bambaşka bir amaçla koşarken seni görmüyor bile, çarpıp vazo gibi kırılmanıza sebep olabiliyor. Ya da çocuk en sevdiği dondurmasıyla buluşuyor, en mutlu ânı o dondurma elindeyken ama bir kabadayı vurup düşürüyor onu. Zor olan bu kısa süreli ve kırılgan yapının farkındalığı ve gelebilecek yıkıcı dışsal tehdidi hissederek yaşamak. Bunları görmek, yaşamak kısacası, insanlar kalbimi kırıyor. Uzun zamandır her güne “primum non nocere” (önce, zarar verme) diyerek başlasam da, benim de öyle olduğumu, pek çok kişiye ve şeye zarar verdiğimi anlamak da aynı şekilde mahvediyor beni. Sanırım yalnızlık gibi, suçluluk duygusu da içime işlemiş.

Ben özel ilgim nedeniyle şarkı sözlerini fazla analiz ediyor olabilirim. Eğer bu konuda fazla ayrıntıya girmek istemezsen anlarım. Ama merak ettiklerim var...  “She Got Caught”ta yağmurun ya da umutların içinde sıkışıp kalmaktan söz ediyorsun. Bu ifade bana ilginç geldi. Bu şarkıyı yaratan hisler ya da atmosfer hakkında okuyucularla/dinleyicilerle paylaşmak istediğin bir şey var mı?

Benim o duyguları, sözleri yorumlamam sadece bir kişinin görüşü olur sadece, nasıl anlaşılması gerektiği hakkında bir kılavuz olması imkânsız; çünkü üretilen şeyin kaynağına ne kadar yakın olsanız da bu tür dışavurumlarda bilincin çok dışında etkenler var. Doğrudan bir amaçla üretilen şeylerde durum farklıdır belki, benim için öyle değil.

Dolayısıyla şarkıyı yaratan hisler neydi tam olarak bilmiyorum, ama sağlık sorunlarıyla uğraştığım bir dönemdi, parkta tek başımaydım, sürekli ölümden korkuyordum.

Hâlâ o ilk kayıt bende olduğu için biliyorum, ilk sözler bir anda çıkmıştı ama sonlara doğru gelen sözler ilk kayıtta yok. Onları uzun süre o duyguları düşünerek ortaya çıkarabildim. Ait olmadığın bir yerde olma duygusu, sanki ait olduğumuz bir şey varmış gibi... Sunulan şeylerin asıl ihtiyaç duydukların olmaması, kimsenin bilmediği hayaletlerle savaşmak, kendini mutlu etme ihtimali olan şeylerden uzak durmak, korkmak onlardan, yağmur altında kalmak, ama hâlâ yeni günü sevmeye çalışmak; burada, buna mecbur kalmak ve buna ilişkin sorular. Tüm bu sorular ve özellikle sonunda görebildiğim tek çare, yine cevapsız sorularla böyle: “If you don’t build yourself a place, you’ll be exposed to theirs. Ask god is there a place, I can be myself with no guiltiness”. (Kendine bir yer inşa etmezsen onlarınkine maruz kalacaksın. Tanrıya sor, ‘kendim olabileceğim bir yer var mı... suçluluk duymaksızın’.) Umarım anlatabilmişimdir. Sözlerin tekrarı olsa da…

Kapüşon simgesiyle sade ve yargısız çocuk zihnine geri dönüş

Ethem Onur Bilgiç’in “She Got Caught” için yaptığı tasarımlar ve video, şarkılara çok yakışmış. Ön kapakta henüz doğmayan bir sabahın ya da kentin üzerine çöken bir gecenin karanlığında gizemli bir yerde ayakta duran iki kapüşonlu insan var; arka kapağa baktığımızda ise iki kişiden birisi gitmiş, kapüşonlu genç yalnız kalmış. Sadi Güran’ın imzasını taşıyan posterde de yine kapüşonlu bir insan var. CD ile birlikte dağıtılan ve farklı illüstratörlerin işleri ve fotoğraflardan oluşan kitapçıkta da yine kapüşonlu karakterler var. Eğer In Hoodies’i tanıtmak için yazdığın yazı da bunlarla birlikte gelmeseydi, onlarca soru sorulabilirdi ama kapüşon konusunu mükemmel bir şekilde açıklamışsın o yazında. Şiddetin hüküm sürdüğü, toleransın giderek azaldığı, her günün bir diğerine benzediği modern dünyadan bir tür kaçış yolu olmuş senin için. Bu aşamada sormak istediğim şu: Bu “bugünden kurtulmalıyım ki geçmişin saflığına dönebileyim” demenin bir yolu mu?

Çocuk olma, zihin durumu anlamında geçmişin saflığı olabilir. Öğretilmiş korkuyu, dışlanmayı, suçlanmayı henüz tanımama hali. Hani Salinger’ın Teddy hikâyesindeki “bir çocuğa filin adının bile fil olduğunu, filin büyük olduğunu, bir hortumu olduğunu bile  öğretmezdim” yaklaşımındaki saflık gibi. Her şeye dokunup, tadıp, gözlemleyip kendin anlamak, anlamlandırmak. İsim dahil hiçbir etiket olmadan. O yüzden “unlearn” (öğrendiklerini unutmak) kelimesini çok seviyorum. Sanırım yıllardır da bunu yapmaya çalışmakla geçiyor zamanım, “unschooling” (eğitimi unutmak) denen şey sanırım. Nasıl anlatabilirim bilmiyorum, unutmak da değil tam. Bana kötü, çirkin, günah dedikleri şeyin kötü olduğunu öğrenmekten vazgeçmek, bilmeyi bırakmak, geriye doğru öğrenmek gibi. Öğrendiğim umutsuzluğu atmak üzerimden. Normal/anormal, iyi/kötü, güzel/çirkin gibi tanımların olmadığı temiz, sade ve yargısız çocuk zihin hâlini yaşamak, baştan ve tamamen kendi deneyimimle yaşayarak ve kendi duygularımla hissederek öğrenmek.

Ethem Onur’un hem kliple yaptıkları hem kapak görseli bence de harika. İnanılmaz bir sanatçı duyarlılığıyla hissetti şarkıyı ve videodaki “ara dünyayı” yarattı. Deniz Tarsus’ta aynı yaklaşım ve duyarlılıkla emek verdi. Sadi Güran’ın elinden çıkma harika maskeler ve kendisinin görseldeki genel ton, atmosfer ve duygu hakkındaki yönlendirmesi de her şeyi bir araya getirdi. Z-Axis’ten tanıyacağınız Barış’ın varlığı ve emeği, özellikle Nehir Eroğlu’nun yüzündeki anlatımla her şey doğru yere oturdu. Onlara yeterince teşekkür edebilmemin bir yolu yok. İyi ki varlar.

Önceden belirlenmiş görece fizikî güzelliğe karşı duruş

Enteresan bir şekilde fiziksel açıdan kendini kapatmak, ruhsal anlamda açılmayı engellememiş. Düşününce garip ama hoş bir tezat var. Bunu düşünmüş müydün?

Düşünmemiştim ama aslında özgürleştirici bir tarafı var değil mi? İsmim, fotoğrafım, yüzüm her yerde olmayınca kendimi daha rahat ifade ediyorum sanki. Zaten yeterince yüz ve beden var her yerde, istemesek de burnumuza kadar dayanıyorlar. Mükemmel görülen kadın ve erkekler, ana akım tarafından pompalanırken en güzel yol bu gibi geldi benim için. Mutlaka düşünülüyordur; TV’de görülen, ana akım radyoda çalınan her şarkıcının günümüz anlayışında hep güzel yüzlü ve vücutlu olmasında yanlış hissettiren bir şey yok mu? Harika müzik yapan o algıya göre “çirkin” ya da sıradan insanlar olarak sanatçılar nerede? Neden gitgide daha az görülüyorlar. İlginç bir saç kesimi olmadan ve saçma ama büyük şeyler söylemeden ne kadar popüler olunabilir? Kilolu, yamuk burunlu ama başkalarının arıza gibi gördüğü şeyleriyle harika ve eşsiz sanatçılar, sıradan görülen yani günlük gerçek insan görüntüleriyle afişlere, videolara, gazetelere yakışmıyor mu? Herkes nedenini biliyor, ama kimsenin başka müzik aramaya vakti ve imkânı yok herhâlde. Türkiye’de de çok farklı değil aslında durum. 10 tane prototip ve onların türevleri, bir de yurtdışında hip görülen ‘‘tutar bu’’ denen grup ve sanatçıların türevleri dönüp duruyor. Gösterilen ve sunulan hattâ kimi zaman dayatılan müzik ve genel anlamda sanat, başka çabalar içinde yorgun düşen çoğumuz için yeterli geliyor sanırım. Önlerine konan bu içeriksiz müziğin tatsızlığını fark edenler, özellikle gençler başka şeyler arayıp buluyorlar ve böylelikle yeraltı ya da indie müzik paylaşılmaya devam ediyor.

Her neyse, ben de bildiğiniz gibi sokakta maskeyle yürümüyorum, sahnede de doğrudan öyle bir durum yok. Yayınladığımız şarkılar için promo çekimleri, basın kiti, uzaklara baktığım anlamlı ve derin görünmesi gereken fotoğraflar yok, sadece o kadar. inhoodies.com’da, instagram’da aklımı kaybetmiş gibi sürekli kendi fotoğraflarımı paylaşmaktansa, illüstrasyon, çizim, eskiz ya da başka kareleri, beğendiğim başka şarkıları paylaşmak istiyorum. Bu öyle büyük bir tavır, gizlilik ihtiyacı da değil aslında. Bu tür paylaşımların kendi yüzünü her yerde görme isteği, kendine hayranlık, sürekli izlenme ve beğenilme, sürekli bir alkış ve hayatının her ânında seyirci ihtiyacı duyma gibi hastalıklı bir şeye dönüşmesini istemiyorum sadece. Kendim için yaptığım bir şey bu. Ayrıca müziğin insanlara bu şekilde iletildiği, önceden belirlenmiş görece fiziki güzelliğin önde olup müziğin sadece o yapay vücutta bir aksesuara dönüştüğü bir kültür bize dayatılırken, kapüşonun içinde olma duygusu daha güzel ve samimi geliyor.

Şarkılarını Londra’da yetenekli prodüktör Chris Potter’la kaydetmen iyi bir başlangıç olmuş. Ayrıca kayıtlar sırasında sana Ali Berk Aslan, Tim Wills, Martyn Campbell, Si Connelly, Mike Sidell ve Ben Trigg eşlik etmiş. Nasıl başladı ve nasıl gelişti bütün bu süreç?

Burada şarkı gönderdiğim kimseden yanıt alamamıştım. (Hâlâ birilerinin e-posta kutularının “gereksiz” ya da “silinmiş” klasöründe duruyordur o şarkılar herhâlde.) Bir hayli hevesim kırıldı ve uzun süre bir şey yapamadım. Kısaca anlatmak gerekirse, bir süre sonra biraz da Gezi’den aldığım güçle enerjimi toplayıp Chris Potter’la çalışan menajerlik firmasına bir şarkıyı mail atmamla başladı her şey. Onlar daha fazla şarkı istediler ve gönderdiğim 20 civarı şarkıyı Chris’e ilettiler. Daha sonra Skype üzerinden konuşarak tanıştık, kaydedeceğimiz şarkılara karar verdik. Ben asla böyle bir şeyi karşılayabileceğimi düşünmüyordum, en fazla bir şarkıyı finanse edebiliriz diyordum. Aslında büyük bir prodüksiyon içinde yer almak hiç aklımda yoktu. Neden o maili attım hâlâ tam bilmiyorum ama sonuçta Chris’in ve Londra ekibinin çok büyük desteği oldu. Ben karar verdiğimiz şarkıları Protools’da kaydederek düzenlemeler yaptım, Aliberk’le çalıştık ve beraber bir şekilde gittik.

Çalacak müzisyenler hakkında da önceden birkaç yazışma oldu ve yine Chris’in yönlendirmesiyle bir araya geldi tüm o insanlar. Hiç kimse enstrümanını çalıp giden bir stüdyo müzisyeni gibi yaklaşmadı, herkes elinden gelen her şeyi ortaya koydu. Hepsiyle çok yakın olduk, birlikte çok güzel zaman geçirdik. Yola çıkmadan önce pek çok kişi söyledikleriyle kaygı vermişti aslında, tanınmamış biri olduğum için Chris’in diğer büyük gruplara yaklaştığı gibi yaklaşmayacağını filan söylemişlerdi. Kesinlikle öyle olmadı. Buluştuğumuzda ilk söylediği şey, “İkimizin de gurur duyacağı bir şey çıkarmalıyız ortaya” oldu.  Diğer yandan elime gitarı almama sebep olan şarkıyı kaydeden prodüktörle beraber olmak başlı başına inanılmazdı. Her ne kadar kayıtlar ciddiyetle geçse de her arada hayranlığımı saklayamayıp hemen yine onun yanında çocuk gibi oluyordum, “Hadi Chris, Mick Jagger sahnedeki gibi mi, Paul McCartney nasıl beste yapıyor, ‘Bittersweet Symphony’ kaydı nasıl yapıldı?” gibi sorular soruyordum. Harika zamanlardı!

“Bursa’da alternatif müzik dünyası varsa gençlerin kalplerindedir”

Bursa’da alternatif müzik dünyası nasıl? Orada konserlerin oluyor mu?

Açıkçası Bursa’da alternatif bir müzik dünyası var mı bilmiyorum. Burada In Hoodies” adıyla hiç konserim olmadı. Daha önce birkaç yerle konuştum performans için ama ilgi göstermediler ya da sadece cover çalabilirsiniz dediler. Aslında ilettiğim şarkıları da dinlediklerini sanmıyorum, sadece isme bakılıyor gibi hissettim. Daha geçen gün Nilüfer Müzik Festivali diye bir organizasyon oldu, iletişime geçmeye çalıştım ve burada doğmuş büyümüş birisi olarak parçası olmamı isterler diye düşündüm ama uygun görmediler ya da dediğim gibi, görmediler sadece. 

Genel olarak burada müziği düşündüğümüzde, ben pek gitmesem de aslında birkaç sene öncesine kadar pek çok stüdyo vardı, bağımsız ve kendi şarkılarını yapan grupları çıkaran sahneler vardı. Bildiğim kadarıyla hepsi kapandı, yerlerinde dönerciler ya da isteseniz de kaçamayacağınız şarkıcılara yer veren sahneler var. Ancak ben müziğin asla eksildiğine inanmıyorum. Mutlaka pek çok genç evlerinde tek başına ya da arkadaşlarıyla birlikte harika şeyler üretiyorlardır. Buralarda bir alternatif müzik dünyası varsa, gençlerin kalplerindedir. Umarım onlar da daha çok insanla paylaşabilirler yaptıklarını.

Bazı müzisyenler sahneye çıkana kadar kendilerini gergin hissedebiliyor. Mark Lanegan’ın sahneye çıkmadan önceki son adımla çıktıktan sonraki ilk adım arasındaki hissiyatından söz ettiği bir röportajı okumuştum. Çıkana kadar hoşlanmadığı bu düşünce, sahneye varınca sona eriyormuş. Senin sahne hakkındaki hissiyatın ne?

İnsanlarla birebir iletişimde pek rahat değilim. Kendimi en çok yaşıyor hissettiğim, en çok iyileştiğimi duyumsadığım anlar şarkı yaptığım anlar. Sahne de bunun doğrudan iletişimini sağlıyor, tarif edemeyeceğim bir şey. Böyle söyleyince belki değersiz gelecektir ama keşke her yerde herkese çalabilsem, daha çok iyileşsem, daha çok ifade edebilsem kendimi!

Morrissey, “mikrofon benim mezar taşım” diyor. Ama onun ölüm, mezarlık gibi konulardaki düşüncelerini bilenler, bunun anlamının sadece çıplak gerçeğin son söz olarak dile getirilmesiyle ilgili olduğunu bilir. Senin için mikrofonun anlamı ne? Onun için bir metafor kullansan ne derdin?

Pinard Horn, kalp atışı dinleyen stetoskop, geçmiş yaraları gösteren X-ray cihazı, hareket eden paratoner, maske düşürücü, benlik temizleyici, hayal makinesi, kâbus bobini, ruh megafonu, duygu radarı, etrafımdaki / teneffüs ettiğim / içinde yaşadığım havayı en çok etkileyebildiğim, dışarıyla en çok bağlantılanabildiğim aracı, iletken.

Image

Müthiş oldu bu simgeler! Hepsi içteki görülmeyeni dışa aktaran aletler, ruh megafonu deyimini çok beğendim. Peki diyelim ki pek de hoşlanmadığın bir bardasın ve barda istediğini seçip çalabileceğin bir müzik kutusu var. Atmosferi bir anda değiştirip bulunduğun yerden hoşlanmak için ne çalardın? Bu soruyla bir anlamda olmazsa olmazlarını soruyorum tabii.

Genellemek yanlış olacak ama istisnalar dışında pek dışarda eğlenemiyorum ben, barlarda olmuyorum pek. O yüzden bu duygularla seçilmiş şarkılar olurdu. Üç şarkı geldi aklıma şu an.

Warren Zevon – “My Shit’s Fucked Up”  

George M. Cohan – “Life’s a Funny Proposition”

David Bowie – “Quicksand”

Ama o barda değil de tek başıma kapandığım bir evdeki olmazsa olmazlarım sorulursa, ilk sevdiğim gruplara dönerdim. Bir çantaya Beatles, Kinks, Rolling Stones, Bowie, Tom Waits, Bob Dylan, Smiths koyardım. Daha çok yer varsa valizde REM, Oasis, Blur, Nirvana, Radiohead, Stone Roses, Strokes, Arcade Fire ve Verve plakları sıkıştırırdım. Saf mısın, bir MP3 player alsana yanına demeyin ama… Bir tane şarkı hakkım olacaksa, ki tek şarkı varsa bayağı acımasız ve acıklı bir senaryo oluyor; “How to Disapper Completely” (Nasıl Tamamen Kaybolunur) diyelim.

İstanbul’da ilk konserini geçtiğimiz günlerde Kemer Country’de gerçekleştirilen XOXO The Mag Festivali’nde verdin. Bir açık hava konseri olarak nasıldı?

Çok güzeldi. XOXO The Mag çok destek oldu bana. Matt Loftin’le beraber olduğumuz kısa bir performanstı. “My Con” hariç yeni şarkılar çaldık.

Gelecek aylarda albümün çıkışıyla birlikte seni İstanbul’da ve diğer illerde canlı dinleme olanağı bulabilecek miyiz? Yurtdışında konser verme ya da genç yeteneklerin keşfedildiği festivallere katılma gibi bir girişimin olacak mı? Çünkü ben, yaptığın müziğin yurtdışında da dikkat çekebileceğini düşünüyorum.

Çok teşekkür ederim, umarım imkân bulabilirim. Her şey yolunda giderse Londra’da birkaç yerde performans şansı olacak sanıyorum ama hepsinden önemlisi öncelikle burada insanlara ulaşabilmek benim için. Dediğim gibi her yerde herkese çalmak istiyorum. Önümüzde belirli olan konserler 25 Ekim Byzantion Festival kapsamında Dorock  XL,  kasımda muhtemelen Karga’da Bağımsız Festival ve 19 Aralık İKSV Salon.

Anlamsız ayrıştırmalardan kurtulup barış için buluşmak

Bağımsız bir müzisyen olarak yola çıktın. Şu anda Müzik Hayvanı aracılığıyla dinleyicilere müziğini ulaştırıyorsun. Müzik sektörünün büyük çalkantılar geçirdiği, bağımsız müzisyenlerin hakkını neredeyse hiç alamadığı bu dünyada gelecekle ilgili düşüncelerin nasıl?

Bunları yorumlamak bana düşmeyecektir ama biraz haddimi aşayım öfkeli olduğum bu konuda. Aslında sorun müzik sektörü sorununun da çok ötesinde bir yaşam, bir atmosfer sorunu artık. Her gün insanlar ölüyor, acı, kavga, nefret, dışlama ve her tür negatif enerji dışında kalabilen çok az alan var ve biz bu alanı genişletebilmek, biraz ışık, biraz renk, biraz anlayış alanı yaratabilmek için bir şeyler paylaşmaya çalışıyoruz.

Düşünsenize yıllarca uğraşıyor ve ilk kez bir şarkı yayınlıyorsunuz ve o hafta Suruç katliamı yaşanıyor. Mutlu hissetmek mümkün mü? Ya da başka bir gün yeni müzik paylaşmak istiyorsunuz, şarkıları Soundcloud’a yüklemeye çalışıyorsunuz bambaşka bir sebeple erişim engellenmiş. İngiltere’den şarkılara ilişkin güzel bir review geliyor, paylaşmak istiyorum “yasaklı değil ancak bant aralığı daraltılmış” diyorlar, yine ilgisiz siyasi bir bloklama nedeniyle Twitter ve Facebook’ a giremiyorsunuz. Paylaşsanız da eleştiriliyor. Neredeyse toz kadar umut alanı kalmasın istiyorlar sanki. Böyle günlerde müzik paylaşmak sanki ayıpmış gibi algılanıyor. Hâlbuki bu günlerde yapılan haksızlıkları paylaşır ve onlara karşı çıkarken, diğer yandan da daha çok daha çok müzik, daha çok sanat paylaşılması gerekmiyor mu?

Bağımsız müzisyenler hakkını alamıyor haklısınız. Tabii ki insanı üzüyor ama en büyük karşılık az önce bahsettiğim, o tanışma olmaksızın doğrudan iletişim. Bağımsız müzisyenler de maddi karşılık alamayabilirler, ben de almayayım. Dünyada ve bu ülkedeki haksızlıkların yanında hiçbir şey bu. Zaten bağımsız kalmak isteyerek başlayan bir müzisyen maddi gerekçelerle bırakmaz şarkı yapmayı ve paylaşmayı. “Müziğim başka bir yere varabilir düşüncesi” ve popüler olma amacıyla işe başlayan, görünürde bağımsız, görünürde indie olan sentetik gruplar ve müzisyenler de bir şekilde varıyorlar oraya, istedikleri yerlere. Onlar da o noktalarda mutlu olsunlar. Ben elimden geldiğince müzik yapmaya devam ederim. Böyle bir endüstri içinde ne kadar dayanabilirsem o kadar kalırım. Burada dayanmaktan kastettiğim yaşıyor ve sağlıklı olmak. Öyle oldukça mutlaka insanlarla paylaşmaya çalışırım. Yeter ki gerçek kalsın sanatçılar, samimi kalsınlar.

Finansın müzik sektörüne bu kadar hâkim olduğu bir ortam umudumuzu kırmamalı. Evet, plak firmaları aynı zamanda radyo sahipleri, radyolarla dergiler aynı gruplara ait ve hepsinin bir sürü gazetesi var. Konser mekânları ve organizatörler de bu sponsorlarla yaşayabiliyor. Bunların hepsi ortada. Sanatçıyı çıkaran finans grubu, zaten önceden karar verildiği şekilde yükseltebiliyor, doğrudan sahibi olduğu ya da bağlantılı olduğu mecralarda. Sonra aynı mecraların başka kolları yine kendi pompaladıkları bu tuhaf figürlere ödüller veriyor. Ama şu var ki müzik, şarkılar, melodiler bedeni olan varlıklar gibi değil, müzik umut gibi bir şey, bir enerji,  kolay kolay yok edilemiyor. Eğer bir şekilde beslenebilirse en zor anda bile ölümden dönebiliyor. “Rock’n’roll asla ölmeyecek” sözüne tüm kalbimle inanıyorum. İnsanlar yok olup gider ama şarkılar (ağıtlar, türküler adı her neyse artık) hep kalır. Kölelere eziyet edilir, öldürülürler ama kölelik şarkıları, o blues hep yaşar. Bir insandan diğerine aktarılır. Arcade Fire’ın o inanılmaz şarkı sözü aklıma geldi “Silahlar askerlerin göremediğini öldüremez”. Müziğin de bugün pek çok zaman olduğu gibi sesi kısılıyor, bazı kanalları kapatılıyor ama hep çalmaya devam ediyor. Hep kendini yeniliyor. İngiliz hükümetinin rock’n’roll yasağı sonrası korsan radyolar gibi. Fahrenheit 451 gibi.

Bağımsız / yarı bağımsız dergiler, bağımsız plak şirketleri, bağımsız bloglar, yeni müziği destekleyen bağımsız konser mekânları… Hepsi, bugün her zamankinden fazla önem taşıyor. Bu yüzden ümitsiz gelecek öngörüsü yapmak anlamsız; çünkü gelecek, bugünkü yaklaşımımız, düşüncemiz ve duygularımızla şekillenecek.

Müzik önümüzdeki yıllarda nasıl paylaşılacak bilmiyorum, belki streaming hükümdarlığı devam eder, belki de eve servis hamburger kutularında barkodlar olur ve cep telefonlarımızla okutup sanayinin bize yemek yerken uygun gördüğü müziği dinleriz. Hattâ aldığımız her ürün bu sanayinin uygun gördüğü müziklerle beraber de gelebilir. Belki vardır, ben biliyorumdur belki. Sınıflarımız, kategorilerimiz ve onların da alt kategorileri olur. Endüstri de daha rahat eder, mesela; 13-15 yaş arası, Ortadoğu ülkesinde yaşayan, A-2 tipi eğitimli kız öğrenci için çalışma sehpası içinde günün popüler seksî boy band’inin son albümü indirilmiş edilmiş hâlde gelir. Buna ilişkin kampanyalar olur. Hattâ aldığımız her ürün tişört, kot, şapka vs. uygun görülen müzikle servis edilebilir, böylelikle yarış içinde geçen modern hayatta insanın müzik arama, seçme zahmetine katlanması gerekmez. Neye inanmamız, neyi ne kadar bilmemiz gerektiğini belirleyen bir düzende hâkim olanlar, neden ne dinlememiz gerektiğini belirlemesin ki? Belki de bir 10 yıl daha tıpkı seçme şansımız olduğu illüzyonuyla farklı görünen TV ve radyo kanallarının tek bir ana damardan dünyaya yaydığı plastik müzikle yaşamaya devam ederiz, bilmiyorum.

Ya da tatsızlık ve ruhsuzluk yeter diyeceğimiz noktaya varmıştır ve sokağa çıkıp yeni müzikler, gruplar sanatçılar ararız. Joe Strummer’ın dediği gibi “Future is Unwritten!” (Gelecek Henüz Yazılmadı). Gerçek bağımsız müzisyenler bağımsız kalsınlar yeter benim için. İnsanlara ulaşmaya güvenmeye devam etsinler, küsmesinler, vazgeçmesinler. “Silahlar onlarda, çoğunluk bizde” desinler. Her şeyi değiştiren insandır. Bu anlamda en başta bağımsız müzik sahnesindeki müzisyenlerin (hattâ tüm bağımsız sanatçıların birbirine destek olması) buradaki grupların da birbirlerine üstten bakmaktan, ana akıma sızmayı amaçlamaktan vazgeçmesi, bir arada ve bağımsız kalması gerekiyor sanırım.

Bunu söyleme ihtiyacı hissediyorum çünkü İstanbul’a gidip geldikçe tanıştığım pek çok müzisyen arasında bu kopukluğu görmek şaşırttı beni. Toplumdaki bölünmeyi ve dışlanmayı eleştirirken sanatçılar arasında da üstü kapalı da olsa böyle bir ayrılığı görmek üzücü. Hâlbuki bu gruplar bir araya gelebilseler son derece güçlenecekler ve ulaşabildikleri insanlar da artacak. Hayal edelim mesela: Hattâ tüm bu gruplar, müzisyenler yan yana gelebilse ve ortak bir turneye çıkılsa. Türkiye’deki tüm bağımsız müzisyenlerin doldurduğu bir ya da iki otobüs. Herkes enstrümanlarını, ekipmanlarını elinde ne varsa paylaşıyor ve  her ilde üç saatlik bir performans gerçekleştiriyorlar. Barış için, Suriyeli çocuklar için ya da sadece “Türkiye’de bağımsız müzik yok mu?” diyenlere cevap vermek için! Bazı yerlerde kayıtlar alınıp bunları bir albümde toplayarak, bağışla pek çok güzel şeye destek de olunabilir. Hattâ ülkemizdeki harika illüstratörler, çizerler, ressamlar, fotoğraf sanatçıları ve bağımsız tasarımcılar da katılsa buraya. Ulaşamadıkları yerlere gelseler bizlerle, sergiler, stantlar açsalar. Bağımsız sinemacılar sadece eldeki imkânlarla gösterimler yapsalar oralarda... Gezi’deki birliği gören bir ülkede bunları gerçekleştirmek zor olmamalı. Sponsorsuz (ya da reklam ve isim kaygısı olmadan sadece destek için yanımızda olacak sponsorlarla), biz insanların bir araya gelmesiyle, sadece insanların katkılarıyla burada yapabileceğimiz en büyük canlı indie/alternatif/ elektronik müzik sahnesini tüm sanat dallarından misafirlerle birlikte kursak.

İyiliğin ve güzelliğin paylaşımı hepimizi birbirimize bağlayan en temel dürtülerden biri. Sokakta acı çeken insanı kaldırmak isteriz, hiçbir şey yapamasak ,doğum sancısı çeken annenin elini tutmak, hasta çocuğun başını sevmek isteriz ve acı çeken birini görünce canımız acır. Ve güzel bir şarkıyı ilk duyduğumuzda, paylaşmak, anlatmak, dinletmek isteriz. İçimizde hâlâ hastalanmamış, bu acımasız karanlıkla enfekte olmamış bir parça, hâlâ iyilik var. Belki fazla naif gelecek ama sadece dayatılan bu anlamsız ayrıştırma, eleştirme, hoşgörüsüzlük, kıskançlık, hoşnutsuzluk, kendini üstün görme kültürünü bıraksak, her şey ait olduğu yere kolaylıkla dönecektir diye umuyorum. Hepimiz bir şeyler yapabiliriz değil mi? Bir çocuğa ruhunu kurtarmak adına gidip en ucuz gitarı almak zor değil mesela. Sonra çocuğun bir grup kurması, ümitsizliğe düştüğünde anne babanın, kardeşin ya da bir öğretmenin çocuğa biraz destekle “yapabilirsin, hayallerinden vazgeçme” demesi ve o çocuğun başlattığı yerel punk grubunun minicik performansına civardakilerin gelip destek olması... Dünyada müzik adına yapılabilecek daha değerli bir şey olamaz herhâlde.

Image

ÖNCEKİ Yeni bir yön, yeni bir bölüm: Son Lux SONRAKİ Teftiş: Bu ay ne dinlesem?
Bu yazıyı paylaş