14. İstanbul Bienali'nin teması "Tuzlu Su" geçtiğimiz aylarda iyice şiddetlenen mülteci krizinin getirdiği insanlık trajedisiyle beraber toplumsal belleğimizde yeni anlamlar kazanıyor. Bienal'de en etkilendiğimiz işlerin mimarları Adrián Villar Rojas ve Andrew Yang'a kendi işlerine ve mülteci krizi bağlamında bienal konseptinin yeniden şekillenmesine dair iki soru yönelttik.
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Adrián Villar Rojas'a sorduk:
Heykellerini yaratım sürecinde materyal seçimi ve kullanımı oldukça merkezî bir noktada duruyor. Bienal için ürettiğin "The Most Beautiful of All Mothers" işinde materyal seçimini ve üretim sürecini etkileyen direkt veya dolaylı sembolik anlamları bize biraz anlatır mısın?
Adrián Villar Rojas: "The Most Beautiful of All Mothers" işi de daha önceki işlerime benzer bir şekilde şekillendi. Bu ilk etkileşim ekibimin ve benim seçilen alan; yani sergi alanı, içinde bulunduğumuz şehir ve hattâ ülkeyle zorlu bir ilişki içine girme sürecine işaret ediyor. Ancak 14. İstanbul Bienali için hazırlanan bu işin kendinden önce gelenlerden farkı, denizin dominant varlığı oldu: deniz kenarını ve denizi heykellerin üzerine kurulacağı bir kaide gibi kullandık. Bu durum, yani bu karar, adanın lokal ve doğal elementleri (deniz duyu, kum, denizanaları, iklim, hava vs.) sıkı bir etkileşim yarattı. Öyle ki bir heykelden diğerine yüzerek ulaşırken denizanalarıyla haşır neşir olma durumu işin yapım sürecine hem fiziksel hem de duygusal anlamda bambaşka bir boyut kazandırdı. Şahsen dünya gezegeninin masum zulmünü tattığım yoğun bir deneyim oldu.
Malzemeler konusunda ise, ben her zaman entropik ve dinamik yapıya sahip materyalleri tercih etmişimdir. Bu malzemelerin sürekli değişen yapıları heykelleri zaman içinde doku, yoğunluk, renk ve koku anlamında kendini zaman içerisinde ve zaman sayesinde sürekli yeniden tanımlaması ilgimi çeken bir durum. Hattâ öyle ki, bu konuyla ilgili, yani biz işimizi bitirdikten sonra zamanın kendi heykeltıraşlığına devam etme durumunu işaretlemek için "diachronic object" (artzamanlı obje) isimli bir kategori yarattık.
14. İstanbul Bienali'nin teması "Tuzlu Su" aynı zamanda, özellikle geçtiğimiz aylarda uluslararası bir görünürlüğe ulaşan, bir insanlık trajedisinin de belirteci hâline geldi: Suriye’deki savaştan kaçmaya çalışan mültecilerin özgürlük ve güvenlik adına Akdeniz ve Ege sularında çıktıkları hayatî risk taşıyan yolculuklar. Bu "mülteci krizi" hepimizin belleğinde tuzlu suya dair algımızı savaş kurbanları üzerinden yeniden şekillendiriyor. Sence tuzlu suya yeni anlamlar yükleyen bu süreç karşısında Bienal ve/veya katılımcı sanatçılar tarafından bir tepkiye ihtiyaç yaratıyor mu? Ne gibi olasılıklar görüyorsun?
AVR: : Bir proje bittiğinde ve dünyayla olan etkileşime başladığında kendi yolunu çizer; aynı bir çocuğun önce genç, sonrasında da bir yetişkin olması gibi. Aynı bir bireyin kendi kararlarını alması, hayatını yeni insanlara, fikirlere, perspektiflere, anlamlara, tatlara ve aşklara açması gibi. Biz kendi çocuklarımızın hangi yolları seçeceğini ve nasıl hayatlar yaşayacaklarını bilemeyiz; elimizden tek gelen onlara dünyanın ve kendi hayatlarının sularında açılırken kullanabilecekleri en iyi enstrümanları kazandırmaktır. Biz çocuklarımızın hayat yolculuklarını belirleyemeyiz, onların rotasını önden çizemeyiz. Çocuklarının hayatını kontrol etmeye çalışan çıldırmış ebeveynler, veya çıldırmış toplumlar, baskı ve otoriterliğin karşısında en primitif içgüdüsel isyanları bulacaktır. Bu nedenle, kendi işlerimin bir nevi babası olarak onlarla daha fazla gurur duyamazdım; kendi hayatlarını özgürce yaşamaya başlamaları, benim düşünmediğim anlamları taşımaları, başkalarının onlara bakarken kendi düşüncelerini oturtabilecekleri yüzeyler bulmaları benim için çok önemli. Eğer bu saydıklarım gerçekleşmezse, o zaman mutlaka bir şeyler yanlış demek. Çünkü sanat, programlanmış ve her zaman çözümlenmeye açık bir anlam kodlamasından öte, karmaşık ve gizemli bir semboller sistemi aslında. Anlamları, eğer varsa, geçmişte değil gelecekte yatıyor. Ve işin "taşıdığı" bu anlamlar ona dünya, yani o işi izleyenler, tarafından veriliyor. Bir sanat yorumcusu tarafından değil.
İstanbul'da ben kendi risklerimi aldım, kendi bahsimi oynadım. İşin yapılacağı alan gerçekten ağırlığı olan bir alandı. Bu projenin öncesinden süregelen semboller sistemi oldukça yoğun ve anlam katmanlarıyla doluydu. Türkiye'nin kendisi geleceğini yeniden tanımlayan sosyo-politik ve ekonomik değişimlerin olduğu bir süreçten geçiyor ve tüm bunlar tam da benim bu projeyi ele almama sebep olan faktörler aslında. Ben kendi istediğimi yapmak yerine her zaman sahanın hak ettiği, sessizce istediği şeyi yapmaya çalışırım. Benim bahsim tüm bu semboller arasında bir köprü, bir iletişim kanalı oluşturmaktı. Benim bahsim, Türkiye'nin, Troçki'nin ve denizin tekrar ve bir arada hesaplanması, yakın ve aynı zamanda mesafeli bir perspektifle yönlendirilmesi gerektiğiydi. Bu noktadan sonra geriye kalan, dünyanın kendi ihtiyaç ve fantezilerine göre anlamlar yaratması...
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Andrew Yang'a sorduk:
İşlerin insanların kendi çevrelerinde olan biteni deneyimleme sürecinden ilham alıyor. Senin İstanbul ve onun metamorfik doğasıyla olan "kişisel" deneyimin "IO-OX" yaratım sürecini nasıl etkiledi?
Andrew Yang: İstanbul ziyaretimin önemli bir parçası, şehre yayılan seslerin geniş yelpazesi oldu. Galata Rum Okulu'nda yaptığım ses enstalasyonu benim kaydettiğim, Boğaz’da iskeleye yanaşan bir vapurun sesi ve İstanbul Agop Fabrikası’nda işçilerin zilleri dövme seslerini de içeriyor. Zillerle ilgili olarak, bir ses enstrümanının yapım aşamasında çıkan sesleri kaydetme fikri hoşuma gitti: zilleri yapan işçiler ses üretmek için zillere vurmuyor, onları belli sesleri çıkartabilen bir enstrüman hâline getirmeye çalışıyorlar. Bu anlamda zil fabrikasında çıkan zil sesleri "sesin yapımında çıkan sesler" oluyor. Ben enstalasyon alanına giren ziyaretçilerin ses işçilerinin sesleri eşliğinde, onların yaptığı zillere vurarak kendi müziklerini de yapabilmelerini istedim. Ayrıca uydu Io ve Boğaz'da gezen yunusların sesleri de odadaki ambiyans kompozisyonunun birer parçası. "Gürültü Banyosu" işinin ses bandını buradan dinleyebilirsiniz.
14. İstanbul Bienali'nin teması "Tuzlu Su" aynı zamanda, özellikle geçtiğimiz aylarda uluslararası bir görünürlüğe ulaşan, bir insanlık trajedisinin de belirteci hâline geldi: Suriye’deki savaştan kaçmaya çalışan mültecilerin özgürlük ve güvenlik adına Akdeniz ve Ege sularında çıktıkları hayatî risk taşıyan yolculuklar. Bu "mülteci krizi" hepimizin belleğinde tuzlu suya dair algımızı savaş kurbanları üzerinden yeniden şekillendiriyor. Sence tuzlu suya yeni anlamlar yükleyen bu süreç karşısında Bienal ve/veya katılımcı sanatçılar tarafından bir tepkiye ihtiyaç yaratıyor mu? Ne gibi olasılıklar görüyorsun?
AY: Mülteci krizi 2015'in neredeyse başından bu yana oldukça ciddi bir şekilde ilerliyor. Bu yüzden aslında Bienal sanatçılarının bu konudan zaten haberdar olduklarını ve eğer böyle bir ihtiyaç hissettilerse işlerinde bu konuyu nasıl yansıtacakları veya bu konuya nasıl tepki vereceklerine dair bireysel kararlarını aldıklarını düşünüyorum. Carolyn Christov-Bakargiev şunu söylüyor: "Sanatla birlikte ve sanat aracılığıyla yas tutuyor, hatırlıyor, kınıyor, iyileşmeye çalışıyoruz ve kendimizi bu mekânda beraber yaşamış birçok topluluğun neşe ve canlılık olasılıklarına adıyor, formdan yeşeren yaşama sıçrıyoruz." Bence kimi sanatçılar şu anki krizi tarihsel (Ermeniler - Yunanlar) yer değişimleri üzerinden yansıtırken, başkaları daha farklı ve kişisel yollardan günümüz olaylarına tepki vermeyi seçtiler.
Benim projemde "voyagers" (yolcular) teması işin çok temel bir parçası olmamasına rağmen büyük oranla bugünün mülteci krizi nedeniyle yaratıldı. Io mitini ele almamın sebebi onun da şiddetin mültecisi olması. Aynı şekilde Boğaz'ın yunuslarıyla ilgilenmemin sebebi de onların insanların gemi ticaret ve avlanma rotalarında majinalize edilmiş göçmenler olmaları aslında. Deniz bioglarının söylemiyle "Boğaz'ın sokak çocukları"... Io ve yunuslar büyük olaylar üzerinde düşünmenin projeksiyonları olsa da politik açıdan mültecilerin sunduğu sorunsal aciliyete cevap vermiyorlar elbette. Ben aynı zamanda bazı sanatçıların yaptıkları işlerin bu tarz olaylara tepkisel olarak yaklaşmak için doğru araçlar olmadığını düşündüklerini, kendi yaşamlarında yapabilecekleri başka aksiyonların daha anlamlı ve etkili olacağını hissettiklerini sanıyorum. Belki de bu özellikle bienaller ve onları çevreleyen görüntüler çerçevesinde daha da geçerli olan bir durum?
Nasıl "tuzlu su" mülteci kriziyle beraber hem fiziksel hem de metaforik olarak anlamlar yüklendiyse, Bienal'in bir diğer anahtar teması "dalga" için de aynı şey geçerli. Dünya basını şu anda gerçekleşen kitlesel göçlerden bahsederken dalga, su ve akışkanlık gibi kavramları sık sık kullanıyor. Bienal kataloğu için yazdığım bir makalede şöyle demiştim:
"Dalga bir çalkantıdır; dalgalar merkezden çepere kadar topyekun bir çalkantıya yol açar. [...] Tuzlu su her yerdedir. Ortam [medium] sözcüğündeki "medi-" "orta" anlamına gelir ve "Medi-terrean" [Akdeniz], yeryüzünün ortasında bulunan ve yer değiştirme dalgalarının yol açtığı bu artık tamamen umarsız, bitmek bilmez istikrasızlık karşısında (patlamalar, açılan oyuklar, sonik patlamalar) sığınak sağlayan bir ortamdır. Ancak bu arayışı yankılayan pek çok araç bu sınır sularında kaybolup gitmektedir. Ortadoğu, sarsılmayan bir zemin arayışındaki bu canlı dalgalar yüzünden kuzeye, batıya ve güneye dönüşmüştür ve bu arayıştakiler sürekli çarpan dalgalar arasında kendi azimli momentumlarından başka hiçbir şeye güvenemezler." Metni bu linkten Türkçe olarak okuyabilirsiniz)
Sonuçta hepimiz, özellikle krizin direkt sonuçlarından uzakta olan bizler, nasıl anlamlı tepkiler verebileceğimize dair bir kaybolmuşluk içerisindeyiz diye düşünüyorum.