Gücünü kaybetmiş hiyerarşi: Sarmaşık

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Gücünü kaybetmiş hiyerarşi: Sarmaşık

Röp: Doğukan Güvercin
ÖNCEKİ Manzaranın ruhu: Gürcan Keltek’le Koloni üzerine SONRAKİ Çeyrek asır sonra: Boyz n the Hood

Sundance Film Festivali’nde yarıştıktan sonra İstanbul, Adana ve Malatya Film Festivallerinin de ulusal yarışmalarında boy gösteren Sarmaşık, devasa bir geminin içindeki esaretten yola çıkıp, güncel bir Türkiye fotoğrafı çekiyor.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

İlk filmi Gişe Memuru’yla başarılı bir çıkış yakalayan, yurtiçi ve yurtdışında katıldığı festivallerden ödül ve övgüyle dönen yazar-yönetmen Tolga Karaçelik, uzun bir süredir üzerinde çalıştığı son filmi Sarmaşık’la karşımızda.

Ocak ayında Sundance Film Festivali’nde Dünya Sineması bölümünde yarışan, geçtiğimiz aylarda Toronto Film Festivali’nde World Cinema Contemporary bölümünde gösterilen, eylül ayında Adana Film Festivali’nden en iyi yönetmen ve erkek oyuncu ödülleriyle ayrılan film, Malatya Film Festivali’nden de en iyi erkek oyuncu ödülünü kaptı.

Gökhan Tiryaki imzalı görüntü yönetimiyle de büyük beğeni toplayan Sarmaşık’ı yazarı ve yönetmeni Tolga Karaçelik’le konuştuk.

Sundance’teki dünya prömiyerinin ardından Toronto, İngiltere, Hamburg derken epey festival gezgini bir film oldu Sarmaşık... Gişe Memuru da festivallerin sevdiği bir film olmuştu fakat özellikle uluslararası arenada Sarmaşık’a ilgi çok daha büyük. Dış basın ve festivallerden nasıl reaksiyonlar aldı film?

Gişe Memuru’yla arasındaki fark Sarmaşık’ın çok daha büyük festivallerde gösterilmesi. Dış basının ilgisi, festival eleştirileri, gelen reaksiyonlar çok iyiydi. Sundance’te ilginç olan, bana Gişe Memuru hakkında da sorular sorulmuş olması; karakterler arasındaki bağlantı sorgulandı. Hamburg’da da sokakta yürürken imza isteyenler oldu ki bunlar bu ülkenin yönetmenleri için çok şaşırtıcı şeyler. Filmle ilgili çok güzel yazılar yazıldı ve bundan yola çıkarak iyi bir şekilde de algılandığını söyleyebilirim. Esasında yüzde yüz anlaşıldığını da iddia etmiyorum çünkü film burayla alakalı ve Amerika’daki seyircinin Türkiye’de yaşayan bir insan kadar hâkim olabileceğini düşünmüyorum.

Film keskin bir metin; beraberinde toplumsal şekillenmeden insanî ilişkilere kadar birçok alt metin ve metafor barındırıyor. Yazım süreci nasıl geçti, senaryoyu bu metaforlarla destekleme fikri nasıl doğdu?

Bu senaryoyu üç-dört sene önce not almaya başladım, Gişe Memuru’nu yazdığım dönemlerde de vardı. Senaryonun en büyük çıkış noktası iktidar ilişkileriydi ve iktidar ilişkilerine kafa patlatırken ortaya çıktı diyebilirim tam olarak. Söylemek istediğim şey şuydu: gemi gitmiyorsa biz ona gemi diyemeyiz, deniz artık bitmiştir orada. Peki kaptanla ne yapacağız? İşlevini, otoritesini kaybetmiş bir hiyerarşi, gücünü devam ettirmek için neler yapar? Ülkemde ve birçok siyasi sistemde gördüğüm tıkanmışlıktan beslendim yazarken. Benim anlatım biçimim, hoşlandığım anlatım biçimi kör göze parmak değildir; Gişe Memuru’nda da öyle, kısa filmlerimde de, yazdıklarımda da... Hep öyleydi yani. Metaforların gücüne inanıyorum. Salyangozların ve sarmaşıkların simgelediği, anlatmaya çalıştığı bir duygu bütünlüğü var ve duygu bütünlüğü kısmında bana çok yardımcı oluyorlar. Çıkarttığında eksik kalmıyorsa ama varlığı da rahatsız etmiyorsa o zaman o dilin içerisine oturduğunu, anlatmak istediğimi de o dilin içerisinde başardığımı düşünüyorum.

Başta Nadir Sarıbacak olmak üzere oyunculuklar da öne çıkıyor filmde. Oyuncu seçimleri hangi aşamada, ne şekilde belirlendi?

Sulukule, senaryoda yer bulan alt metinlerden biri. Nadir’le 11 sene önce Gevende’nin “Çelik Çomak” klibini çekerken tanıştık. Sulukule yıkılıyordu ve biz klibi orada çekmek istiyorduk. O zamandan beri Nadir’le bir kısa, bir de uzun metrajda birlikte çalıştık. (Gişe Memuru’nda küçük bir rolde yer almıştı). Bu filmi yazarken de en başından itibaren Cenk rolü için Nadir’i düşünüyordum ve seçme yapmadan direkt dahil oldu projeye. Nadir dünya tatlısı bir adam ya hani, böyle bir rolde oynamasını istedim özellikle. Onun dışında Hakan Karsak'la çalışmayı çok istiyordum; çok sevdiğim bir insan ve oyuncu, onun da Nadir rolünde olmasını istiyordum. Yazarken biraz öyle yazıyorum galiba, karakteri kimin canlandıracağını düşündüğüm roller oluyor. Özgür Emre’nin oynadığı Alper rolü için Ekran Kolçak Köstendil’i düşünmüştüm ancak Erkan, İstanbul’da olmadığı için seçme yapamıyorduk ve bir gün Özgür geldi oynadı, “işte bu” dedim. Nadir ve Hakan dışındaki oyuncular seçmelerle belirlendi.

Cenk’in filmde “İnsan insanın yüzüne tekme vurur mu” dediği bir sahne var. Son derece fırlama ve yer yer antipatik bir karaktere sahip olsa da film boyu onun iyi bir insan olduğuna inanıyoruz. Hattâ İsmail’le yaşadığı sürtüşmelerde kendimizi ister istemez onun tarafında buluyoruz. Filmin psikolojik bir yanı da olduğundan karakterleri tüm köşeleriyle görme fırsatımız oluyor aynı zamanda. Karakterlerin oluşum süreci nasıl gerçekleşti, Cenk’i hikâyenin merkezine oturtma fikri nasıl doğdu?

Cenk'in hikâyenin merkezinde olmasının en büyük sebebi bu sisteme ilk baş kaldıran adamın o olması bir anlamda. Replikler bakımından baktığımızda güç olarak pek fazla farkı yok aslında ama Cenk'in karakteri biraz daha renkli olduğu için aklımızda kalıyor. İsmail'le Beybaba'nın ilişkisi de en az Cenk'le İsmail'in ilişkisi kadar işlenmiştir filmin içerisinde. Tabii ki Cenk'in merkezde olması baştan beri planlanan bir şeydi çünkü var olan sistemi değiştirmeye çalışan ya da "Yanlış bir şey var, bunu devam ettirmeyelim" diyen adam Cenk. "Karışmayın bana" diyor adam, benim hissettiğim şey de bu açıkçası yazarken. Karışmayın, herkes herkesi rahat bıraksın. Ben de çok fazla bu histe olduğum için hak veriyorum Cenk’e ama bir yandan İsmail’e de hak veriyorum. İsmail yazarken en çok düşündüğüm karakterlerden biriydi çünkü korkunun kendisi esasında ve insana dair çok şey söylüyor. Cenk’i siz çok iyi görüyorsunuz çünkü esasında İsmail de çok iyi oynuyor, çok güzel pas veriyor. Cenk'i oynamak tabii ki çok zor ama orada İsmail de, Özgür Emre de, Hakan Karsak da, hepsi görevlerini çok iyi yerine getiriyor. Ben bu filmi kısaltamam daha fazla çünkü bir hikâye eksik kalırsa bir başka hikâyenin eksik kalmasına sebep olur; bir ilişkiler ağı nihayetinde. Herkesin performansı birbirine yardım eder nitelikteydi ve en keyiflisi de oydu yönetmen olarak.

Kürt her ne kadar film boyu herkese yabancı kalıp etkisizmiş gibi görünse de ortadan kaybolması tüm karakterlerin taşmasına sebep oldu. Film boyu süren sessizliğinin sebebi neydi?

En büyük etkisi karakterler üzerinde olanı. Ortadan kaybolduğu zaman çok tehlikeli oluyor. Nereden çıkacağı belli değil, çok güçlü ve konuşursa ne diyeceği belli değil. Bir şekilde ortadan kayboluyor ve onun gücü de o oluyor. Sessizliğinin sebebi de denklemin bir parçası olmak istememesiyle ilgili büyük ihtimalle.

Filmin oluşum aşamasında bir destekleme fonundan da destek almıştınız Kültür Bakanlığı'nın yanında. Türkiye’de sinema fon ve destekleri yetersiz mi sizce?

Türkiye bu konuda tabii yetersiz. Büyük bir sorun bu ama çok daha önemli sorun filmin seyirciyle buluşması. Sadece Kültür Bakanlığı’nın destek verdiği, başka herhangi bir yerden destek alamadığımız bir fonlama sistemi içerisindeyiz. Mesela ben bu filmi televizyona satamıyorum. Küfürlü ve tehlikeli bulunuyor. Vizyona kaç kopyayla girecek, ne kadar vizyonda kalacak bilmiyorum. Türkiye’de Kültür Bakanlığı’nın dışında farklı destekleme fonlarının da yaratılması gerekiyor. Sansürle mücadele konusunda da çok elzem bir konu bu bence. Amerika'ya baktığın zaman hiç böyle bir durum yok ama ortada acayip bir seyirci ve televizyon var. Onlar mesela filmin ön satışını yapmaya çalışıyorlar. Avrupa'ya baktığın zaman Almanya'da ve Fransa'da güzel fonlama sistemleri var. Dolayısıyla Türkiye sineması fonlaması dediğimiz zaman yalnızca yerel fonlamadan bahsetmemiz anlamsız oluyor. Ama seyircinin filme ilgisi her şeyden daha önemli. Ne yaparsan yap, filmini 8 bin kişi izlerse bu sorunu aşamazsın.

İlk iki uzun metrajınıza bakarsak takibi ve seyri de keyifli filmler aslında...

Takip edebileceğin, içinde kalabileceğin filmler diyorsan eğer, benim amacım bu. Ben yönetmenim. Bir hikâye anlatıcısı olarak dünyanın en derin konusunu da anlatayım, karşımdaki uyuyorsa bir önemi yok. Bana göre festival filmi, gişe filmi algısından ziyade sıkıcı ve sıkıcı olmayan film vardır. Gişe Memuru’nun takip isteyen temposu yüzünden filmi üçüncü dördüncü kez izlediklerinde çok daha fazla keyif aldığını söyleyen insanlar var. Sarmaşık’la ilgili de aynı şeyleri duyuyorum ve amacım bu. Bizim eleştirmenlerimiz izlemesi kolay bir film yapıldığında iletilmesi planlanan birçok detayı gözden kaçırıyorlar. Burayla ilgili eleştirmem gereken noktalardan biri de bu; çok şeyi gözden kaçırıyoruz. Nuri Bilge "Bu filmi izlemeye başladığım andan son âna kadar acaba ne yapacak demedim, sadece filmi izledim ve bu bana çok ender oluyor" dedi mesela. Bu benim amacım, baştan sona seni alıp bir yere bırakmak.. Hikâye anlatıcısıyım ben; sen uyursan ne anlatacağım?

Sarmaşık’tan sonra sırada ne var? Hazırlığını sürdürdüğünüz bir senaryo var mı?

Şu an yazdığım bir senaryo var, ne durumda olduğunu tam olarak bilmiyorum açıkçası. Yazdığım zaman keyif almıştım, heyecanlıyım galiba onunla ilgili.  Heyecanlı olduktan sonraki "Bu ne acaba” dediğim dönemdeyim. Üç senedir yazıyorum bu senaryoyu. İlgilenen ülkeler var ama şu an Kültür Bakanlığı yok. Kültür Bakanlığı olmazsa ne yapacağız?

Image

Image

Image

ÖNCEKİ Manzaranın ruhu: Gürcan Keltek’le Koloni üzerine SONRAKİ Çeyrek asır sonra: Boyz n the Hood
Bu yazıyı paylaş