'Yıldız Savaşları’nı nasıl bilirdiniz?: Star Wars mektupları

Bu yazıyı paylaş
İçerik

'Yıldız Savaşları’nı nasıl bilirdiniz?: Star Wars mektupları

Hazırlayan: J. Hakan Dedeoğlu, Ekin Sanaç - İllüstrasyon: Burak Dak
ÖNCEKİ Sovyetler sonrasından kişisel portreler: Sputnik Photos SONRAKİ Kadınlar Patti Smith’i anlatıyor: Horses albümü 40 yaşında!

17 Aralık 2015 olarak belirlenmiş vizyon tarihi gelip çatan Star Wars 7: Güç Uyanıyor (The Force Awakens) vesilesiyle farklı disiplinlerden yazar, eleştirmen ve müzik insanlarından Star Wars mektupları. 

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Tesiri popüler kültürün en derinlerine işlemiş Star Wars fenomeni elbette J. J. Abrams’ın yönetmenliğini yaptığı, vizyon tarihi 17 Aralık olarak belirlenmiş Star Wars 7: Güç Uyanıyor (The Force Awakens) vesilesiyle uzun süredir yoğun gündem oluşturuyor. Bununla birlikte canlanan anılar ve hislerin yoğunluğuyla farklı disiplinlerden yazar, eleştirmen ve müzik insanlarına Star Wars’la ne zaman tanıştıklarını, ilk olarak hangi filmi ne zaman ve ne şartlarda izlediklerini, neler hissettiklerini, şu anda nasıl değerlendirdiklerini ve yeni film için heyecanlı olup olmadıklarını sorduk. Özgür Mumcu, Sevin Okyay, Hakan Bıçakcı, Alin Taşçıyan, Kutlukhan Kutlu, Fırat Yücel, Hakan Vreskala ve Barış Akpolat bize kendi deneyimlerini anlattıkları Star Wars mektuplarını yolladı; kimi bu fenomenin çocukluğunu nasıl etkisi altına aldığını, kimi nasıl ve ne kadar geç içine girdiğini, kimiyse neden Star Wars’u bir türlü sevemediğini paylaştı.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Image

“Bilim kurgu ve genel olarak da uzay araştırmalarına sonraki yıllarda duyduğum merakı ama daha önemlisi sinemanın büyülü bir dünya yaratma kabiliyetini fark etmemi muhtemelen bu film ve onun devam filmlerine borçluyum.”

ÖZGÜR MUMCU

Star Wars ile defa ilkokulda karşılaştım. Ama filmle değil. Bir arkadaşımın evinde stormtrooper oyuncakları vardı. Arkadaşım, babasının işi nedeniyle bir kaç sene ABD’de yaşamıştı. Filmi orada izlemiş ve oyuncaklarını da Türkiye’ye dönerken yanında getirmişti. Yani ilk temasım, arkadaşım Tolga’nın filmi anlatmasıyla oldu.

Haliyle çok heyecanlanmıştım. Filmin kendisini ancak bir VHS kasetle, bundan daha sonra izleyebildim. Aslında filmin Tolga’nın anlattığı film olduğunu da en başta anlayamamıştım. Stormtrooper’lar sahneye çıkana kadar. Sinema da edebiyat da bize yeni ve farklı dünyalar yaratmayı amaçlar. Star Wars, belki de o yeni ve farklı dünyayı bütün görkemiyle tattığım ilk örnekti. Bilim kurgu ve genel olarak da uzay araştırmalarına sonraki yıllarda duyduğum merakı ama daha önemlisi sinemanın büyülü bir dünya yaratma kabiliyetini fark etmemi muhtemelen bu film ve onun devam filmlerine borçluyum. Ama ne yalan söyleyeyim, yeni filmlerle, kitaplarla, çizgi roman ve animasyonlarla bu dünya o kadar genişledi ki kendimi ona ilkokul zamanına göre daha yabancı hissediyorum. O genişleyen dünyada kaybolduğumu itiraf etmem gerek. Yine de bu, o tema müziğini her duyduğumda heyecanlanmama engel değil.

Image

“Bu filmi ilk kez yedi-sekiz yaşında görmüş olanları hep kıskanmışımdır.”

SEVİN OKYAY

Önce haberlerini okuduk. Lucas’ı zaten 70’lerin parlak genç yönetmenlerinden biri olarak tanıyıp seviyordum. Filmi, yani ilk adıyla Star Wars’u burada ilk gösterilişinde izlemiş olmalıyım. Sinemanın ne önemi var? Gözünü dikip perdeye bakmaktan nerede olduğunu bile anlamıyorsun ki! Ancak ne yazık ki 35 yaşındaydım. Bu filmi ilk kez yedi-sekiz yaşında görmüş olanları hep kıskanmışımdır.

İlk üç filme (ki sonra IV, V, VI oldular) bayılırım. Bizim sıramızla dördüncü (sanırım), Kutlukhan’a rahat-huzur vermediğim bir özel gösterimdir. Daha önce bir şekilde izlemiştik ve ışık, renk, her şey berbattı. Sonra sanırım Sinepop’ta bir salon dolusu çocukla izledik. Dönüp dönüp “Şuna bak! Şuna bak!” dedim durdum. Etkilendiğim şey, o evrenin kendisi ve kahramanlarıydı, özellikle Han Solo. Bir de Darth Vader’a hastayımdır. Vader kılığına giren herkesi, fiziği uygunsa şimdi bile o sanabilirim. Ewoklarla ormandaki bisiklet sekanslarını, Yoda’yı, Chewbacca’yı unutmam mümkün değil. Jar Jar Binks’i bile seviyordum, pes yani!  Bugün de aynı şeyleri hissediyor ve yeni filmde bize gene kafa yedirecek sürprizler bekliyorum.

Image

“Bütün hayallerimi dış uzay ve uzaylılar süslüyordu! Arkadaşlarımla evcilik değil uzaycılık oynuyorduk!”

ALİN TAŞÇIYAN

Star Wars ile ilk kez Milliyet Çocuk Dergisi'nin sayfalarında bir haber olarak karşılaştım! Yüreğim yerimden çıkacaktı! Çünkü okul öncesi çağımdan beri TRT'de yayınlanan Uzay Yolu'nu izliyordum, tam da Star Wars haberinin çıktığı sıralarda Uzay 1999 yayınlanıyordu. Bütün hayallerimi dış uzay ve uzaylılar süslüyordu! Arkadaşlarımla evcilik değil uzaycılık oynuyorduk! Bilim kurgu edebiyatını da o uzay operaları sayesinde keşfettim. Filmi ilk kez gösterime girdiği 1980 yılında yanılmıyorsam Sinepop Sineması'nda izlemiştim. Deli oldum. Saplantı hâline geline geldi Star Wars evreni... Birkaç yıl sonra video furyası başladığında sinema açısından biraz daha bilinçlenmiştim ama Star Wars'un devam filmleriyle birlikte hayranlığım arttı. O kasetler ev halkını canından bezdirdi! 

Bilim kurgu olsun taştan olsun kafasıyla bu türde her filmi izlerim, çoğu kitabı okurum. Ama Star Wars'un yeri başka. Onun anti-emperyalist yapısı, mistik yanı, güç, iktidar, isyan kavramlarına yaklaşımı, düş gücümü besleyen gezegen, uzaylı ve uzay gemisi tasarımları hâlâ rakipsiz bence. 24 yıllık mesleğimin 22 yılında aralıksız film eleştirisi yazmama rağmen Star Wars ile yarışacak bir bilimkurgu serisi daha izlemedim. O yüzden yeni filmi de büyük bir hevesle bekliyorum. Çok ticarileştiğine dair eleştiriler haklıdır ama bilinçli tüketim yaparsınız, her çıkan ve sonra yenilenen DVD setlerini falan almazsınız, olur biter. Elbet bir yerde duracaklar.

Image

“‘Yıldız’ları da sevmem, ‘Savaşları’ da...”

HAKAN BIÇAKCI

Hiçbir zaman bir Yıldız Savaşları seveni olmadım. Serinin teknik ustalıkları ve sinemasal incelikleri, hikâyesinin arka planındaki ABD-tipi-muhafazakârlık söylemlerini görmezden gelmemi sağlayamadı bir türlü. Bu söylemler tek tük de değil üstelik. Uzatmamak adına üç örnek vermeye çalışacağım.

1. Seçilmiş liderlik
Anlatının temelini oluşturan “seçilmiş kişi” düşüncesi insanları ikiye ayırır: liderlik için doğmuş olanlar ve asla lider olamayacaklar. Bu da kabul etmek gerekir ki son derece anti-demokratik bir tutumdur. Elit liderlik kavramının normalize ve estetize edilmesi tehlikelidir.  

2. Kurtarıcı erkeklere muhtaç insanlık
Hollywood’un kahraman tapınmacılığını hep itici bulmuşumdur. Hele bir de bu kahramanlar erkek, silahları da eril şiddet oldu mu... Stollone’yi düşünün. Rambo olup Rus askerlerini tarayan, Rocky olup Rus boksörlerine vuran Batılı-beyaz-erkek kahramanı.

Yıldız Savaşları da özgürlüğün simgesini erkek birey olarak kodlar. Yine kahraman erkek (Skywalker) iş başındadır. Sosyalist ülkeleri alenen çağrıştıran tek tip üniformalı, “sıkıcı” İmparatorluk askerlerine karşı serbest kıyafetli, cesur, genç ve girişimci... Jedi Şövalyeleri üzerinden kolektifleşme ve kitleselleşme karşısında tekil kahramanlıkların ve rekabetçi bireyciliğin yüceltilmesi; CEO’ların kahramanca yönettiği günümüz dünyasını andırır. Ewoklar ise üçüncü dünya halklarını.

Bu yönüyle erkek iktidarını fetişleştiren anlatı, kurtarıcı erkeklere muhtaç bir dünya kurgular. Yıldız Savaşları’nda kadınlara da yer vardır, evet, ama erkek merkezli ilişkiler üzerinden ve erkek kafasıyla romantize edilmiş biçimde. Prenses şeklinde.

3. Küçümsenen akıl-bilim karşısında yüceltilen duygu-inanç
“Güç seninle olsun!” diye sloganlaştırılan güç fetişi sonra... Yıldız Savaşları’nda kahramanlar doğal içgüdülerine güvenmektedirler. Bu da duyguların mantığın önüne geçtiği bir tablodur.

Örneğin Luke’un Ölüm Yıldızı’na saldırdığı ünlü sahne... Bilgisayar programını iptal eden kahramanımız hedefi vurmak için içgüdülerinden yararlanır. Böylece duygunun romantizmi kazanır. Bilim ve akıl kaybeder. Tıpkı bilim insanlarını “çılgın” olarak klişeleştiren (“çılgın bilim adamı”) diğer muhafazakâr anlatılarda olduğu gibi, Yıldız Savaşları’nda da akıl ve mantık yerine duygu ve inanç yüceltilir. Duygu ve inancın yüceltilmesi de faşizme giden yolu açar. 

Gücü boş verin. En güzel günler sizinle olsun!

Image

“Mart 1980... Uzay operaları bir tür kaçışsa, o günlerin geriliminden ve 12 Eylül’le gelecek muazzam korku ve kasvetten bir çocuk için en âlâ kaçıştı herhâlde bu filmin zihnime kazınan izi.” 

KUTLUKHAN KUTLU 

Ben, Star Wars’u gösterime girdiğinde izleyen kuşaktanım. Bu da Türkiye için filmin ABD gösterim yılı olan 1977 değil, 1980 demek. Mart 1980. O yıl Türkiye’de başka ne olduğu düşünülünce, ilginç bir tesadüf diyebilirsiniz buna. Uzay operaları bir tür kaçışsa, o günlerin geriliminden ve 12 Eylül’le gelecek muazzam korku ve kasvetten bir çocuk için en âlâ kaçıştı herhalde bu filmin zihnime kazınan izi. 

O zamanlar böyle önemli filmler Türkiye’ye epey geç geldiği için önce taklitlerini izlemek olağan bir durumdu, mesela Yıldız Savaşları adıyla gösterime giren Star Wars’dan önce bir Yıldızlar Savaşı gelmişti. Yani bu filme ziyadesiyle hazır, hattâ fazla pişmeye yüz tutmuş olmalıydık. Oysa değilmişiz: Star Wars ile ilk göz temasımda küçük beynimin körpe köşeleri resmen infilak etti. Televizyon vasıtasıyla gerçekleşti bu ilk temas: Film gösterime girecekti ve tek TRT kanalında reklamları dönüyordu. Reklamda gösterilen sahne de tam Luke’un Leia’yla birlikte Ölüm Yıldızı’ndaki boşluğun karşı tarafına sallandığı sahneydi. Böyle görkem, yapaylıkta böyle sahicilik hiç görmemiştim. Bu filme hemen (ama hemen!) gitmeliydim. 

Hemen gittim de: Kızıltoprak Kent sinemasında. Çocukluğuma dair en canlı anılardan bir kısmı bugün var olmayan o salonda o gün gördüklerim ve duyduklarımdan geliyor desem inanın abartmış olmam. Bir kere, sesler. Sonra, filmin daha ilk ânında beliren uzay gemileri. Derken, Darth Vader: Sekiz senelik uzuuun ömrümde karanlığın böylesine heybetli bir şekilde cisimlendirilişine hiç tanık olmamıştım. Ama tüm bunların ötesinde, Star Wars benim için özgürlük demekti. Han Solo demekti. Biliyorum, yaşıtım çoğu çocuk filmi izleyip eve döndüğünde ışın kılıcını alıp galaksiyi kurtarmanın, Jedi olmanın düşlerini kuruyordu. "Büyük bir şey" olmanın. Luke gibi. Benim hayalim ise Tatooine’de çift güneş batarken Jawalarla pazarlık etmek, Mos Eisley’deki barda bir şeyler içmek ve uzay gemime atlayıp galakside nereye istersem oraya gidebilmekti. Haa, bir de mümkün mertebe kahrolası İmparatorluk askerlerinden uzak durmak! Kısaca, "büyük" değil, sadece "özgür" olmak. O yaşta ve bu topraklarda nadide bir şey. 

Hâlâ da Star Wars deyince aklıma ilk gelen budur. Özgürlük. Sınırları aşmak. Yaşadığın mekânın sınırlarını, büründüğün ve normallik olarak algıladığın suretin sınırlarını ve döşediğin hayalhanenin sınırlarını. Her türden tahakkümün getirdiği sınırları. Tüm bunlar için sekiz yaşımdan beri Star Wars’a minnettarım. Elbette bu minnettarlık onu tekrar tekrar ziyaret etmeyi de cazip kılıyor. Doğrusu Abrams’ın yeni bölümünden tek beklentim de beni tekrar o dünyalara götürmesi. Yani dünyaları resmetme işini berbat etmesin yeter. Onun ötesinde, benim için anlatıcısı gittiğinde “öykü” de bitmiş bulunuyor. George Lucas‘sız bir Star Wars’a biraz "genişletilmiş evren" muamelesi etme meylindeyim.

Image

"Bugünden baktığımda Star Wars’un temsil ettiği şeyi buralarda arıyorum, çocukların oyuncaklarıyla oynadığı odalarda."

FIRAT YÜCEL

Sinemada ilk gördüğüm film, Yıldız Savaşları 6: Jedi’ın Dönüşü. İzmir’de Çınar Sineması’nda gitmiştim. Film, Türkiye’de 1986’da vizyona girdiğine göre 7 yaşında olmalıyım. Filmi izlerken neler hissettiğimi hatırlamıyorum, ‘perdedeki gösteriye bakan ben’e dair bir hatıram yok. O bakış eksik. Daha çok koskocaman bir salonun (Çınar oldukça büyüktü) içinde olma duygusu kalmış geriye. Perdedeki dünya ve filmi izleme anından çok, etrafında gelişenleri hatırlıyorum. Mesela filmin televizyondaki reklamlarını izlerken abimle birlikte ne kadar heyecanlandığımızı. Oyuncaklarıyla nasıl saatlerce, günlerce oynadığımızı... Star Wars dünyasından her karakterin küçük birer oyuncağı vardı ve biz bunları anneme zorla satın aldırıyor ve biriktiriyorduk. Daha zengin ailelerin çocukları, daha büyük oyuncaklara sahipti; Ölüm Yıldızı maketleri, uzay gemileri ya da şu dört ayaklı beyaz ayaklanma bastırma araçları… Bu ailelere yaptığımız ziyaretlerde, bu büyük oyuncakları görür ve onlara sahip oldukları için söz konusu arkadaş namzetlerini (tanıdık ailelerinin çocukları sadece potansiyel arkadaştır) kıskanırdık. Bu kıskançlığa o zaman tam adlandıramadığımız bir utanç duygusu da eşlik ederdi kuşkusuz. Bir oyuncağa sahip olmak neydi ki? Çocuk zihnimizle bunu da düşünürdük. Bunu niye bu kadar ötelenemez bir arzuyla istiyorduk? Sahip olduklarıyla başkalarını kıskandırabilen çocuklar olabilmek için mi? Yoksa başka bir sebebi de var mıydı? Bugünden baktığımda Star Wars’un temsil ettiği şeyi buralarda arıyorum, çocukların oyuncaklarıyla oynadığı odalarda. Promosyonlarla bir arzu nesnesi haline getirilen gösteri, Star Wars ile birlikte perdeden çıkıp merchandising stratejileriyle gündelik hayata uzandı. Perdedeki illüzyonun izleyicisi olmak yetmiyordu artık; onların oyuncaklarına sahip olmalı ve o karakterleri kendi zihnimizin ürettiği dünyaların içine yerleştirmeliydik. Genişletilmiş Evren (Extended Universe) dedikleri buydu. Her çocuğun kurduğu hayallerle büyüyen, ama aynı zamanda o çocukların birbirlerine karşı besledikleri kıskançlıkla da büyüyen, meta değerini ve pazar payını bu şekilde arttıran bir gösteriydi Star Wars. Yıldız Savaşları denilen şey, burjuva çocuklarının evlerinde oyuncak savaşlarına dönüşüyordu.

Olağanüstü bir hayal gücü patlaması gerçekleşirdi bu çocuk ve ergen odalarında. Abimle birlikte zihnimizde binlerce dünya yarattığımızı hatırlıyorum. Star Wars evreninden çok farklı dünyalara yerleştirirdik karakterlerin oyuncaklarını; yeri geldiğinde kafamızda kurduğumuz maceralar bütün haftaya yayılırdı, karakterler ertesi gün yolcuklarına devam ederlerdi fantezilerimizde. Yeri geldiğindeyse, onları kanepelerin girintilerine yerleştirip futbol maçı yaptırırdık. Evin içinde vuku bulan bu düş alemine koşut olarak evin dışındaysa büyük bir oyuncak pazar vardı: Alım gücüne sahip olanlar, özellikle ebeveyn ikna kabiliyeti gelişmiş çocuklar, giderek daha büyük oyuncaklar edindiler. Sadece Star Wars oyuncaklarıyla çevrili odalar yapıldı, tıpkı Han Solo gibi dondurulmuş hayaller bu özel odalarda sergilendi, başka çocukların özenme hissini tetikleyip durdular. Ailesi yeterince zengin olmayan, dolayısıyla tüm oyuncaklara sahip olamayan çocuklar ise takas pazarı stratejisine başvurdu. Takas şöyle yapılırdı: Birtakım gizemli nedenlerden belli oyuncaklara yönelik müthiş arzular besliyorduk. Örneğin abimle benim obsesif biçimde bağlandığımız karakterler vardı. Çevrenizden, sizin sahip olduğunuz başka bir karakterin oyuncağına obsesyon geliştirmiş bir çocuk tespit ettiğinizde, kendi arzunuzu onun arzusuyla takas ediyordunuz. Bazen bir karakter, bu pazarda üç-dört karakter edebiliyordu. Etrafınızdaki çocuklar hangi karaktere arzu besliyorsa onun değeri artardı bu piyasada, bazen dünyada çok da popüler olmayan karakterler beklenmedik bir pazar değerine ulaşabilirlerdi. Kısacası her şey, kapitalist dünya ilişkilerinin kusursuz bir yansıması gibiydi. Bir karakterin değeri, Jedi olması ya da karanlık taraftan olması, iyi ya da kötü olmasıyla da ölçülmüyordu. Örneğin abimle benim favori karakterimiz, imparatorluk tarafından kullanılan bir kiralık katil olan Boba Fett’ti. Niye bilmiyorum. Belki ‘arada’ olmasından (birileri tarafından kullanılmasından) dolayı, bir şekilde değişebileceğine ve iyilerin tarafına geçebileceğine dair umut duygusu uyandıran bir tarafı vardı bu karakterin. Bu kaba saba tetikçi, bir gün çıkacak ve Darth Vader’ı vuracak diye bir umut beslerdik belki. Özal Türkiye’sinde asimile edilmekte olan solcu çocuklarının, bu tür gayriihtiyari değişim fantezilerine tutulması olasıdır, diyebiliriz hadiseye bugünden baktığımızda. 20’li yaşlarıma geldiğimde Star Wars’la olan bu münasebetime, yani kendi çocukluğuma öfkeyle bakmaya başladım. Şirketlerin arzu uyandırma stratejileri tarafından kandırılmıştık, üstelik ebeveynlerimiz de, politik bilinçlerinden bağımsız olarak, çocuktur özenmiş işte deyip az ya da çok bu üçkağıda iştirak etmişti. Ama içten içe, abimle ikimizin hayal gücünü çalıştıran, başka dünyaların hayallerini fitilleyen, perdedeki (bize ait olmayan, bizim yazmadığımız) gösterileri kendimize “mal etme” duygusunu hayata geçiren Star Wars ile (yani Ernst Bloch’un “oynamak dönüştürmektir” dediği şeye tekabül eden fanteziler ile) kurutulmuş, şeyleştirilmiş, dondurulmuş düşlerin pazarı haline gelen Star Wars’u zihnimde ayrıştırmaya çalıştım. Biz hayal ediyorduk, dünyalar kuruyorduk, kötüleri iyi, iyileri kötü yapıyorduk… Diğer çocukların büyük kısmıysa ailelerinin alım güçlerini sergilere dönüştürmekle yetiniyor, hayal işleriyle pek de uğraşmıyorlardı… Bugünlerdeyse, daha çok Bloch gibi bakıyorum mevzuya. Bizim hayal gücümüz, bize özel bir şey değildi. Daha çok hayal ediyorduk çünkü bütün oyuncaklara sahip olamazdık, satın alabileceklerimizin bir sınırı vardı. Arzumuz sadece ‘edinmeye’ yönelemezdi; farklı sulara, oyunlara, maçlara, maceralara uzanmanın yollarını arayacaktı. Bloch, “küçük burjuva, proleterleşmiş ama proleter bilincine sahip değil, bu nedenle, elindekini bilen mülklü burjuvadan çok daha fazla ay sarayı rüyası görür” diyor. Bizimki de böyle bir şeydi herhalde, çok fazla Star Wars rüyası görüyorduk çünkü erişemeyeceğimiz şeyler vardı. Star Wars’ta, yani perdedeki dünyadaysa, “doğru zamanda takınamadığımız” pozları, o kahraman pozlarını buluyorduk, Bloch’un deyimiyle “vaktinde çakmamış o şimşek gibi söz”leri hayali karakterlerin ağzında yakalıyorduk. Bu da rüyalarımızı daha da kamçılıyordu; aptalca gururlanıyorduk Han Solo’nun bir anda geri dönmesinden, sanki kendi geri dönüşümüzmüş gibi. Ama bu duyguyu saklayıp çok farklı ideolojik bağlamlardaki isyan duygularının mayasına çevirmeye çalışanlarımız da oldu. Hep daha fazla oyuncağı satın almaya gücü yeten büyük burjuva ailelerinin çocuğu ise “en cesur rüyalarında bile yıkmak istemeyecekti mevcut olanı”. Çünkü “iradesini salt erişilebilir olana yöneltmek en çok onun için kolaydı” (alıntılar Umut İlkesi’nden). Star Wars oyuncaklarının sergilendiği o çocuk odaları kapatıldı. Bu odalardan kalma duygular ve bu odalarda uyanan arzular, adına yetişkinlik denilen tüketim dünyasına ve ticaret hayatına transfer edildiler. Bizim oyuncaklarsa piyasa ve takas değerlerini büyük oranda kaybetmiş biçimde, abimin evinde öylece duruyorlar, çocukluk hayallerinin “işe yaramaz” temsili olarak. Bloch şunu da söylüyor: “Müşterek gelecek yıkılırsa, yaşam ruhu çıkıp gider gençlik arkadaşlığından (…), bu nedenledir ki, okul arkadaşlarını uzun yıllar sonra görmekten daha yavan ve daha zoraki bir şey yoktur.” Yeni Star Wars filmi de biraz böyle bir duygu uyandırıyor bende, ergenlik yıllarımdan bir arkadaşla karşılaşacakmışım gibi hissediyorum. Müşterek geleceğin başka dünyalarda filizlenme umudunu kaybetmesem de.

Image

“Ta ki oğlum yedi yaşına gelene ve piyasadaki tüm animasyon filmleri iki defa seyredip sinir krizleri içinde benim de seyredebileceğim bir opsiyon arayana kadar aklıma gelmemişti...”

HAKAN VRESKALA 

Parça pinçik izlemiştim ilk... Ne karakterlerin adını hatırlarım ne gemilerin modellerini ne gezegenlerin özelliklerini. Hattâ hangi filmin kaç numara olduğuna bile kafam basmadı tabii ki, itiraf etmeliyim savaş sahneleri dışında da bir şey hatırlamıyordum. Yoda'nın o ilk an tanıdığımız cıvık hâlinin ardında galaksinin en erdemli ve güçlü kişisinin gizli olduğu, Anakin'in öfkesi uğrunda küçük Jedi öğrencileri telef edebileceği sofistike hikâyeyi de tamamıyla kaçırmışım. Ta ki oğlum yedi yaşına gelene ve piyasadaki tüm animasyon filmleri iki defa seyredip sinir krizleri içinde benim de seyredebileceğim bir opsiyon arayana kadar aklıma gelmemişti. Birden sanki filmi kendim yapmışım kadar gurur duydum Star Wars’un aklıma gelmesiyle. Çünkü her cumartesi bir film şiarıyla yola çıktığımız için altı hafta sonunu kilitlemiştik. Her beş dakikada bir filmi durdurup hikâyeyi sürekli İngilizceden anadili İsveççe olan oğluma tercüme etmem gerekse de altı hafta bekleyemeden, okul günleri bile nefes almadan altı günde bütün seriyi bitirdik. Kâh Ewokların ölümünde gözlerimiz doldu, kah Obi Wan Kenobi’yi andık, rüyamızda speeder’lar kullandık, “the force”u anlamak için yoğunlaştık, ışın kılıcının yapıldığı gezegeni Google’ladık. Diyebilirim ki üç yıldır devam eden bir süreç hâlinde günlük hayattaki diyaloglarımızın belki üçte biri Star Wars oldu. X-wing’den general Grevious'un wheel bike'ına, At-Te’den Republic Gunship’e uzayan devasa bir lego birikimimiz var. Bunun için haftalık biriktirmek, tüm yaş günü hediyelerini değerlendirmek ve yeni yıl ve Noellerde Star Wars dışında hediye talep etmemek gibi gelenekler yarattık. Hattâ bir ebeveyn olarak hayatımı kolaylaştırdığını da söyleyebilirim.  

Oğlumun okulunda Noel’e yaklaşılan bir dönemde Noel’in hikâyesini ve İsa'yı anlatmışlardı. Sonra sanırım sınıfta babası Türkiyeli bir çocuk var (ki bu biz oluyoruz) diye İslamiyet’ten bahsetmişler. Ardından madem öyle, diğerlerini de mi anlatsak diye Budizm, Hinduizm vesaireyi anlatınca çocukların kafa belli bir miktar yanmış. Haftalar boyu dinleri karşılaştırmak, detaylı bilgi vermek, cennet, cehennem, ölüm ve sonrası üzerine konuşmak zorunda kaldık tüm veliler olarak. Sonra bir gün oğluma Jedi'lara inanıp inanmadığını sordum. O da inanmak istediğini ama aslında var olmadıklarından şüphe ettiğini söyledi. Ben de, “ama harika bir hikaye değil mi!” dedim. Bak bizi üç yıldır oyalıyor. Güldü. “Evet” dedi, “İyiler kötü olabiliyor, kötüler de iyi. Bizim sınıfta da öyle.” Dedim ki, “İnsanlar her zaman güzel hikâyeleri sevmiş ve inanmak istemiş. Hele televizyon yokken sadece hikâyeler varmış, bazıları daha popülermiş, büyümüş almış başını gitmiş”.

“E yani” dedi, “bizim dinimiz Star Wars mu?”
“Evet” dedim, “Evet ya işte bu!”

Son büyük hamlemiz ise aslında mesleği terzi olan anneme verdiğimiz Star Wars kostüm siparişleri oldu. Sonuç olağanüstüydü. Artık gerçek birer Jedi olmuştuk. Ama hızımızı alamadık ve oğlum bir de Darth Maul kostümü istedi ki o hepsinden daha cool oldu. Ona uygun çift taraflı ışın kılıcını da aldık artık The Force Awakens'ı gala gecesi seyretmeye hazırız.

Image

“Sinema tarihinin en karizmatik karakteri Han Solo hâlâ filmin ilk üçlemesine hayranlığımı arttırır.”

BARIŞ AKPOLAT

Star Wars dünyasına girişim 1999 yılında gerçekleşti, yani 14 yaşımda. Biraz yanlış olsa da ve hattâ şu anda hiç sevmesem de The Phantom Menace'ın afişini bir AVM'de gördüğümde biraz heyecanlanmıştım. Sebebi çok basit... Yavru Anakin'in pod racer'ın üstündeki bir görseliydi bu. Sinemada o bölümü izleyip hiç beklenmeyecek şekilde etkilenmiştim. Bu bölüm bence serinin en sıkıcı ve uzun yarış sahneleriyle sündürülmüş bölümü olsa da beni büyülü Yıldız Savaşları dünyasına çekmeye başarmıştı. İlerleyen yıllarda bir büyük hevesle The Attack of the Clones'u izledim yine sinemada. Padme ve Anakin'in laubali ve kötü oyunculuklarla taçlandırdıkları yavan aşk sahnelerinden biraz sıkılsam da seriye ilgim arttı. Tüm seriyi hem çekim hem de hikâye sırasıyla her ay izlemişimdir uzun yıllar. Evde sürekli rastgele Star Wars DVD'lerinin döndüğü bir dönemim olmuştur. Günümüz insanlarının, idarecilerin, güçlülerin, iyilerin ve kötülerin bir karşılığını seride de bulduğumdan hâlâ çok severim. Fanatiğim dersem gerçek fanatiklere büyük ayıp olur ama kesin bir şekilde en sevdiğim film serisi olduğunu söyleyebilirim. Ne yazık ki Jedi'lar değil Sith'lerin tutkusundan hep daha çok etkilendim. Kötülerin ve şeytani zekâlarına hep hayran kaldım. Bunun yanında sinema tarihinin en karizmatik karakteri Han Solo hâlâ filmin ilk üçlemesine hayranlığımı arttırır. Star Wars bana her zaman içinde yaşama isteği uyandıran bir his verir. İyilikle kötülük arasında ne kadar ince çizgiler olduğu ve bir bireyin kötülüğü seçerken aslında neler çektiği ve kısaca olaylara farklı açılardan bakabilmenin değerini anlatır. Yeni bölümle ilgili beklentimi düşük tutmaya çalışsam da ister istemez heyecanlıyım. J. J. Abrams sözüm sana! Bu işi batırma!!!

Image

Yani pek yabancı hissetmedik kendimizi filmin içinde ya da Lucas’ın sunduğu evrende; sadece bu kadar zevkli oyuncaklarımız olmamıştı o zamana değin, farklılık işte buradaydı.

UĞUR VARDAN

Bizim kuşağın uzayla buluşması TRT’nin siyah-beyaz ekranı üzerinden olmuştu. Kapıyı ilk olarak cumartesileri 20.30’daki, ‘Haberler’ öncesi kuşakta yer alan Uzay Yolu (nam-ı diğer Star Trek) aralamıştı. ‘Atılgan’ ve kıymetli personeli evrenin boşluğunda salınırken biz de ‘Gökyüzünde neler olup bitiyor, neler olup bitebilir’ türü meraklarımızı giderirdik. Kaptan Kirk, Mr. Spock, Dr. McCoy, Yüzbaşı Uhura, Mr. Sulu ve de diğerleri, adeta tur rehberlerimizdi. Çocuktuk ve en büyük sermayemiz meraktı. Sinema, televizyon, spor, çizgi roman, oyun derken her şey, büyük bir keşfin parçalarıydı. Hayatı mı, hobileri mi keşfediyorduk; farkında değildik ama sonsuz bir merak ve heyecan içinde her şeye el atıyorduk. Daha sonra yine TRT Televizyonu sayesinde tanıştığımız Uzay 1999 adlı dizi, Uzay Yolu vasıtasıyla daha önceden aşina olduğumuz bir özel serüvenin farklı bir koridoru gibiydi ve “Yukarıda neler olup bitiyor?” konusundaki sınırlı bilgilerimizi sanki biraz daha genele yayıyor, bizi daha bilinçli, görgülü, tecrübeli kılıyordu. Televizyonun ülke sathındaki popülerliği sanırım 1974’teki Dünya Kupası’nın naklen yayınıyla en üst düzeye ulaşmıştı. O zamanki tarifiyle ‘Sihirli kutu’ belki her eve girmemişti ama kahveler, çay bahçeleri vs. türü genel mahal alanları sayesinde kitlelerin vazgeçilmezi olmaya başlamıştı. Çizgi roman lehçesiyle söylersek ‘Aynı zamanda sinemada’ ise varoluşsal problemler çağı başlamıştı. Çünkü televizyon insanları artık sokağa çıkarmıyor, salonlar eski coşkusunu ve çocuksu sevincini kaybediyordu. İşin ‘Merkez üssü’ne ise bambaşka meseleler hâkimdi. Uzak bir galakside olmasa bile uzak bir yer sayılacak Hollywood’da, iki sıkı arkadaş Steven Spielberg ve George Lucas, “Sinemanın yaşını küçülttüğü ve çocuklaştırdığı” iddialarıyla tefe konuluyordu. İkili ise bu suçlayıcı nitelikteki tanımlamalara en azından o dönem kulak asmıyor, kendi doğrularında ilerliyorlar, ‘Televizyon belası’na rağmen kitleleri salonlara çekiyordu.

Star Wars işte böyle bir dünyanın içinde doğdu. Daha doğrusu doğmuştu; 1977’de çekilen ve vizyona giren yapım, bizim buralara ancak 1979’da uğrayacaktı. Çünkü o zamanlar sektörde işler böyle yürüyordu. Bütün Dünya’da övgüler (ya da yergiler) alan, festivallerde ödüllerle buluşan filmler, gezegendeki turunu tamamladıktan sonra “Bir de size gelelim” kabilinden Türkiye’de salonlara “Merhaba” diyor, adeta son nefeslerini bu topraklarda veriyorlardı. Sözün özü Star Wars da genel düzenin bir parçası olarak iki yıllık bir gecikmeden sonra bu coğrafyanın sinemaseverleriyle buluştu. 15 yaşındaydım ve filmi ilk izlediğimde hissiyatım şuydu: Uzaydaki düzen bildiğin westernmiş… Hızlı silah çekmeler, kahramanlık öyküleri, iyiler, kötüler; hepsi tanıdık şeyler. Tabii bu tanıdıklık parantezine kılıç düelloları da dahildi. Gökyüzündeki kovalamaca ise biraz araba yarışları, biraz jetlerin mücadelesi (ki ona da ‘Yüzbaşı Volkan’dan vâkıftık) gibiydi. Yani pek yabancı hissetmedik kendimizi filmin içinde ya da Lucas’ın sunduğu evrende; sadece bu kadar zevkli oyuncaklarımız olmamıştı o zamana değin, farklılık işte buradaydı. Bir sonraki adım olan The Empire Strikes Back 1980’de çevrilmiş, Türkiye’ye ise 1983’te uğramıştı. Ki bu dönemde ben artık bir üniversite öğrencisiydim, hayattaki ve sinemadaki önceliklerim farklıydı, dolayısıyla ikinci adımı sevdim sevmesine ama ilki kadar çok etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Keza ‘Modern zamanlar’da karşımıza gelen ve aslında bizi hikâyenin başına götürdüğü iddiasındaki üçlemeden pek hoşlanmadım. George Lucas, bir Spielberg değildi ve sürekli elindeki en iyi şeyi allayıp pullayıp, değişik formatlara sokup bize pazarlıyordu; yani sonraki adımlara ilişkin hissiyatım da buydu. Şimdi sırada ‘post-modern zamanlar’a seslenmesi beklenen yeni bir adım var, bekleyelim görelim…                

Image

 
ÖNCEKİ Sovyetler sonrasından kişisel portreler: Sputnik Photos SONRAKİ Kadınlar Patti Smith’i anlatıyor: Horses albümü 40 yaşında!
Bu yazıyı paylaş