70. Cannes Film Festivali’nden yıl boyu konuşulacak 40 film (20-1)

Bu yazıyı paylaş
İçerik

70. Cannes Film Festivali’nden yıl boyu konuşulacak 40 film (20-1)

Yazı: Melikşah Altuntaş
ÖNCEKİ 70. Cannes Film Festivali’nden yıl boyu konuşulacak 40 film (40-21) SONRAKİ Kameranın netlemediği kahramanların sineması: Josh ve Benny Safdie kardeşler

Image

20. VISAGES VILLAGES / FACES PLACES
Yarışma Dışı
Yön: Agnes Varda & JR

Fransız Yeni Dalgası’nın “girl power”ı Agnes Varda, dünyanın en yetenekli sokak sanatçılarından biri olmasının yanı sıra, bir süredir sinemaya da merak sarmış olan JR'la bir araya geliyor ve ikili birlikte bir film çekmeye karar veriyor. Böylece aynı zamanda dev bir fotoğraf baskı makinesi de olan minibüsleriyle Fransız kırsalında bir yolculuk başlıyor. Baştan sona zevkle izlenen ve bolca kahkaha attırıp duygulandıran Visages Villages, ikilinin tanık olduğu insan hikâyelerini, o kişilerin yaşadıkları mekânlar üzerinde ölümsüzleştirmeleriyle ilerliyor.

Aynı zamanda hem bir bağımsız sanat projesi belgeseli, hem de iki sanatçının birbirinin hayatlarının geçmiş izlerini sürdüğü bu eğlenceli yolculuk, maden işçilerinin olduğu kasaba, Varda’nın Jean-Luc Godard randevusu ve JR’ın Varda’ya tren sürprizi gibi birkaç durakta tüyleri de diken diken ediyor. Theatre Lumiere’deki prömiyerinde on beş dakika civarı alkışlanarak Varda’nın gözlerinden yaşı süzen film, belgesel sinema alanında çığır açıcı olmasa da, duyguları şahlandıran bir belgesel tecrübesi yaşatıyor.

Image

19. L’ATALIER / THE WORKSHOP
Belirli Bir Bakış
Yön: Laurent Cantet

The Class ile Altın Palmiye kazanmış yönetmen Laurent Cantet’nin bunca fena yarışma filmi arasında kendine yer bulamamış olmasıyla şaşırtan, Belirli Bir Bakış / Un rertain regard bölümündeki son filmi, epey didaktik ve dağınık son yirmi dakikasına kadar gayet düzgün ilerleyen bir gençlik / suç dramı. Irkçılık ve sosyal medya çöplüğü arasındaki kuvvetli bağın zedelediği bir gencin karşısına, özgürlükçü bir dile sahip, bağımsız bir eğitimciyi yerleştirerek hoş bir kontrast yakalayan Cantet, final bloğundaki beylik mesajlarına rağmen, aidiyet ve toprak meselesine dair dikkate değer bir tartışma alanı yaratıyor.

Image

18. OH LUCY!
Eleştirmenler Haftası
Yön: Atsuko Hirayanagi

Yılın en eğlenceli Amerikan bağımsızlarından olan film, Tokyo’da açılıp Los Angeles’a uzanan komik ve karanlık bir hayat yolculuğu ve geçmiş hesaplaşması takip ediyor. Eleştirmenler Haftası bölümünün ortalamanın üzerindeki filmlerinden Oh Lucy!, neredeyse bir anti-kahraman gibi kurulmuş başkarakteri Lucy’nin, derin bir huzursuzlukla örülmüş kişisel mutluluk haritasını takip ediyor. Aynı zamanda filmin yapımcıları arasında da yer alan Josh Hartnett’ı uzun zaman sonra yeniden eli yüzü düzgün bir filmde karşımıza getiren Oh Lucy!, bol sürprizli hikâyesi ve tutarlı rejisiyle keyifle izleniyor.

Image

17. 120 BATTEMENTS PAR MINUTE / BPM (120 BEATS PER MINUTE)
Ana Yarışma
Yön: Robin Campillo

Yarışmadaki kalburüstü Fransız yapımlarından Robin Campillo imzalı BPM, 90’lı yıllarda gey aktivist grup ACT UP Paris’in toplumsal farkındalık yaratma ve sağlık sektöründeki mücadelesini konu alan etkili bir dram. İlk yarısında örgütün mücadele hareketi ve eylemlerinin iç yüzünü anlatan, grubun kendi iç dinamiği ve tartışma retoriğini gözler önüne seren BPM, bu grup içinden iki sevgilinin özeline yöneldiği ikinci yarısında mağrur ve güçlü bir birlikteliğe odaklanıyor. Parçalı kurgusu ve hareketli anlatımıyla uzun süresini hissettirmeyen BPM, kimi güçlü sinemasal anlarının dışında, yer yer bir mini dizi estetiği ve anlatısı seyrediyor.

Özellikle hikâyeye herhangi bir ivme kazandırmayan, birbirine benzer toplantı ve eylem sahneleri bir noktadan sonra "karakterlerimizin yeni maceraları" hissiyatına sahip bir durağanlık içinde. Burada Campillo’nun bariz bir odak probleminden söz etmek mümkün. Grubun röntgenini çekmekle bireysel hikâyelere odaklanmak konusunda kararsız kalmış görünen anlatı, pek çok yaratıcı fırsatı da böylece kaçırıyor. Tüm bunlara rağmen son derece güçlü bir duygusu var BPM‘in ve özellikle son yirmi dakikasındaki sahicilik ve karakterlerinin karşılaştıkları bir trajediye tepki veriş biçimiyle film, dokunaklı ve sarsıcı bir finale kavuşuyor.

Image

16. WONDERSTRUCK
Ana Yarışma
Yön: Todd Haynes

Bu yılki yarışmanın prömiyerini gerçekleştiren ilk filmi, iki yıl önce Carol ile Cannes tarihinin en zarif filmlerinden birine imza atmış ve seyircilerin favorisi olmuş Todd Haynes’in son filmi Wonderstruck‘tı. 2010’da Martin Scorsese’nin beyaz perdeye Hugo adıyla nispeten sadık şekilde adapte ettiği Brian Selznick imzalı The Invention of Hugo Cabret‘nin daha serbest bir uyarlaması olan Wonderstruck, 1977 ve 1927’de ebeveynlerini bulmak için evden kaçan iki farklı sağır çocuğun hikâyesini, paralel kurgu ve sessiz sinemaya referanslar düzerek anlatıyor.

Haynes’in sinemasında bugüne kadarki en ayrıksı işi olarak gösterilebilecek film, naif anlatımı ve hikayesindeki basit çözümlemelerle, ilk bakışta dokunaklı bir çocuk filminden fazlası gibi görünmüyor. Nefis prodüksiyon tasarımı, Carol‘da olduğu gibi Carter Burwell’ın muazzam müzikleri ve Edward Lachman’ın enfes görüntü yönetimi elbette ki sinema sanatını bir araya getiren tüm unsurların yine Haynes’in elinde cevhere dönüştüğünü kanıtlıyor. Ancak yavan hikâye gittikçe etkileyicilikten uzaklaşıyor ve final de bu anlamda beklenen güce ulaşmıyor.

1927 bölümlerinin siyah beyaz 35 mm çekilip tamamen diyalogsuz olması ve 1977 bölümlerinin de o yıl çekilmiş bir film gibi (yine 35 mm, renkli çekilmiş kısımlar) görünmesi Haynes’in yakalamaya çalıştığı dönem hissiyatını başarıyla geçirirken, başroldeki çocuk oyuncular da tüm filmi sırtlamayı başarıyor. Filmdeki kısıtlı ekran süresinde genellikle ağır bir yaşlandırma makyajı altındaki Julianne Moore küçük ama etkili bir performans verirken, filmde toplamda üç dakikadan fazla görünmeyen Michelle Williams da üzerine düşeni yapmış görünüyor.

Özellikle hikâyenin çözüm bölümünde tavsayan Wonderstruck‘ta Haynes’in tüm maharetleri, limitli senaryosunun sınırını aşmaya yetmiyor. Yine de tüm bunlar, karşımızdaki filmin dört başı mamur bir büyüme hikâyesi anlattığı ve muhtemelen yine Oscar’larda pek çok kategoride boy göstereceği gerçeğini değiştirmiyor.

Image

15. MOBILE HOMES
Yönetmenlerin On Beş Günü
Yön: Vladimir de Fontenay

Başroldeki Imogen Poots’un harika performansıyla sürüklenip gittiğimiz Kanada yapımı bu pek nefis yol filmi, bu yılın hüzünlü bir American Honey’si adeta. Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünün akılda kalıcı filmlerinden Mobile Homes içli ve metanetli anlatım diliyle, karanlık bir gelecek tasvirinin ortasına, kesif bir umut tohumu ekiyor. Dünya sinemasına güçlü bir yönetmen müjdeleyen filmin, çaresiz bir genç anneyle kadersiz oğlunu merkez alan hikâyesi yer yer Ursula Meier’in L’enfant d’en haut / Sister’ını anımsatıyor.

Image

14. THE MEYEROWITZ STORIES
Ana Yarışma
Yön: Noah Baumbach

Netflix’in yarışmadaki iki filminden biri, en son Mistress America’sını izlediğimiz Noah Baumbach’ın Adam Sandler, Ben Stiller, Dustin Hoffman ve Emma Thompson’lı son filmi The Meyerowitz Stories, epey eğlenceli bir disfonksiyonel aile komedisi. Amerikan bağımsız sinemasında örneklerine pek çok başka örnekte rastladığımız işlevsiz aile teması, Baumbach’ın nefis şekilde kurulmuş karakterleri, incelikli diyalogları ve başarılı senaryo kurgusuyla, seyir zevki eğey yüksek, duygulu ve parlak bir filme dönüşüyor.

Dustin Hoffman’ın canlandırdığı, 70’li yılların parlak sanatçılarından biri olan baba Meyerowitz ve hayatları da kendileri gibi karmakarışık iki oğlu ve kızı arasındaki ilişki özelinde ilerleyen film, büyümek denen o sancılı sürecin hiçbir zaman tam da bitmediğini, eğlenceli bir anlatımla yüzümüze haykırıyor. Punch-Drunk Love‘dan sonra tercih ettiği berbat komedilerle Cannes’ın kırmızı halısına hasret kalan Adam Sandler’ın ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu yeniden hatırlatan filmde Ben Stiller ve özellikle Dustin Hoffman da parlıyor.

Filmin sarsak ruhunu destekleyen tatlı kurgu hamleleri, epilog kısmında yer yer sarksa da The Meyerowitz Stories, yarışmanın ilgiye değer seyirliklerinden. Yarışmada bu yıl Woody Allen hissiyatını yoğun şekilde anımsatan birkaç filmden de biri aynı zamanda. Ayrıca kariyerleri boyunca sıkça izleyiciler tarafından birbirine karıştırılan Adam Sandler ve Ben Stiller ikilisini sonunda kardeşleri oynarken gördüğümüze sevindim.

Image

13. WESTERN
Belirli Bir Bakış
Yön: Valeska Grisebach

Yapımcıları arasında Maren Ade’nin de bulunduğu ve tamamlanması uzun bir zaman dilimine yayılan Alman-Bulgar ortak yapımı Western, barışçıl bir öteki hikâyesi konu ediyor. İzleyicisini, Bulgaristan’da kırsal bir bölgeye gelip çalışmaya başlayan ve bir yandan da kasabalılarla dil engelli bir diyalog içine girmeye başlayan Alman teknik işçilerin arasında gezdiren Western, 120 dakikalık süresinden yarım saat daha feragat edilebilseymiş çok daha sıkı bir film olabilirmiş ancak bu haliyle de bu yılki Cannes’ın ilgiye değer filmlerinden biri.

Image

12. NELYUBOV / LOVELESS
Ana Yarışma
Yön: Andrey Zvyagintsev

Zehirli bir tohumdan verimli bir ağaç çıkar mı? Andrey Zvyagintsev’in son filmiLoveless, birbirlerinin yüzüne baktıklarında yalnızca kişisel pişmanlıklar gören, boşanma sürecindeki sevgisiz ve öfkeli bir anne babanın, mutsuz evlatlarının bir anda ortadan kaybolmasının hikâyesi. Evin içindeki varlığını görünmez gibi sürdüren, hor görülen, sevgisiz büyüyen bir çocuğun kaybolmasının ardından, alternatif ailelerin de devreye girmesiyle dallanıp budaklanıyor Loveless… The Return, Banishment, Elena ve Leviathan gibi nitelikli festival hitlerinin ardından Rus sinemasının en yetenekli yönetmenlerinden Andrey Zvyagintsev, bir kez daha güçlü sinemasal dilini, etkili bir hikâye üzerinden işlemeyi başarıyor.

Yönetmenin alametifarikası olan nefis plan ve çerçevelerin henüz ilk saniyesinden itibaren yine yerli yerinde olduğu Loveless, kimi zaman klişe tespitlerle izleyicisinde dejavu etkisi yaratsa da, bu etki filmin etkisinden çok şey götürmüyor. Ele aldığı hikâye ve ona yaklaşım biçimi göz önünde bulundurulduğunda, süresini (130 dakika) pek de ekonomik kullandığını söyleyemeyeceğimiz Loveless‘ın Zvyagintsev’in en iyi filmi olmadığı açık. Ancak yönetmenin olgun sineması ve güçlü anlatım diliyle jüriyi etkilemesi kaçınılmazdı.

Image

11. LET THE SUNSHINE IN / BRIGHT SUNSHINE IN
Yönetmenlerin On Beş Günü
Yön: Claire Denis

Ana yarışmadaki son filmi Bastards‘dan dört yıl sonra sinemanın eşsiz kadın yönetmenlerinden Claire Denis, Let the Sunshine In ile alıştığımız tarzının dışında, olgun bir komedi filmiyle karşımızda. Juliette Binoche’un canlandırdığı ressam kahramanının hayatına giren romantik ilişkiler arasında mekik dokuyan ve karakterini sakin bir limana ulaştırmaya çalışan film, yakın dönemde izlediğimiz Gloria ve Things to Come gibi olgun kadın kahramanlı duygusal komedilere bir yenisini ekliyor.

Olgun kadın cinselliğinin beyaz perdedeki (her nedense son derece kısıtlı örneğiyle karşılaştığımız) en derinlikli yolculuklarından birine bizleri şahit eden film, Claire Denis’nin yüksek tansiyonlu nefis gerilimlerinden uzakta, daha çok Nenette & Boni ya da 35 Shots of Rum gibi sıcak dramedileri arasında yerini alıyor. Juliette Binoche’un her zamanki gibi muhteşem olduğu filmde, Denis filmlerinin vazgeçilmezi Stuart Staples notaları da bu kez caz piyano tınılarında seyrediyor. Filmin pek nefis “At Last” sahnesinden hemen önce kulüpte Acid Arab ve Cem Yıldız imzalı, Türkçe sözlü “Stil” parçasını duymak da eğlenceli bir tecrübe oldu.

Image

10. L’AMANT DOUBLE / AMANT DOUBLE
Ana Yarışma
Yön: François Ozon

Kendisini en sevmeyenin bile filmografisinde bir iki tane hoşlandığı film bulabileceği pek sevimli yönetmen François Ozon’un kariyerindeki gerilim kanadına yakın dursa da hiçbir filmine pek benzemeyen son filmi L’amant Double, hemen herkes için şok edici bir François Ozon tecrübesi. Şiddet eğilimiyle Criminal Lovers, gizem örgüsü ve senaryo matematiğiyle Swimming Pool gibi filmlerini akla getirdiği son filminde Ozon, Brian DePalma’nın Sisters‘ı başta olmak üzere, Polanski’nin Rosemary’s Baby‘sinden Robert Altman’ın 3 Women‘ına, Cronenberg’in Dead Ringers ve Videodrome‘una kadar çok sayıda film ve yönetmene örtük referanslarda bulunuyor.

Geçmeyen bir mide ağrısı nedeniyle soluğu en son terapide alan kahramanımız Chloe’nin, doktoru Paul'la kurduğu ilişkiyle başlayan film, Ozon’un ustalıklı hikâye sarmalıyla baş döndürücü bir seyirliğe dönüşüyor. Çarpıcı planları ve tansiyon destekleyici müzikleriyle gizemli bir gerilimden beklediğimiz hemen her şeyi veren Ozon, her zamanki cüretkâr yaklaşımından da sıkça nasiplenen filminde Jeune & Jolie‘sinde başrol verdiği Marine Vacth'la Criminal Lovers‘la keşfettiği Jeremie Renier’den de muazzam performanslar alıyor. Seyirciyi zorlayabilecek bazı sahneler ve koltuktan sıçratabilecek kimi anlarla Ozon’un tür sinemasındaki maharetlerini de gözler önüne seren filmin yönetmenin son zamanlarda çıkardığı en heyecan verici işlerden biri olduğunu söylemek mümkün.

Image

9. TESNOTA / CLOSENESS
Belirli Bir Bakış
Yön: Kantemir Balagov

Rusya sinemasından sert ve gururlu bir yakın tarihli dönem hikâyesi anlatan Closeness ise şu ana dek görebildiklerim arasında Belirli Bir Bakış bölümünün en iyisi. Yönetmen Kantemir Balagov’un kişisel şahitliğiyle açılıp, aynı şekilde kapanan bu çarpıcı dram, 1990’lı yıllar Rusyasının sosyo-politik atmosferi içerisinde parçalanmaya yüz tutmuş bir aileyi merkez alıyor. Karakterlerinin içine düştüğü durumları uzun diyaloglar ya da göstermeci senaryo hamleleri yerine etkileyici mizansenler üzerinden aktarmayı seçen filmin, Balagov’u bir sonraki filmiyle ana yarışmaya taşıması da kaçınılmaz gibi.

Image

8. THE KILLING OF A SACRED DEER
Ana Yarışma
Yön: Yorgos Lanthimos

Netflix olaylarını saymazsak, festivalin en patırtı koparan filminin Yorgos Lanthimos imzalı The Killing of the Sacred Deer olduğunu söyleyebiliriz. Dogtooth, Alps ve The Lobster‘ın ardından tüm gözlerin üzerine dikilip bir sonraki işi merakla beklenen Yorgos Lanthimos’un katıksız hayranları kadar, kendisinden zerre haz etmeyenlerin sayısı da bir hayli fazla. İşte bu yılki yarışma filminin de bittikten sonra bir kısım izleyici tarafından yuhalanması tam da bu yüzden. İnsanların hakkında coşkulu tepkiler verdiği filmlerin yönetmenleri her zaman ilgi çekici olmuştur. Lanthimos da seveni ve sevmeyeni için son derece ilginç bir yönetmen.

Yeni filmini de The Lobster sonrasında büyük sükse yaptığı Amerika’da çeken yönetmen Colin Farrell ve Nicole Kidman’ı başrole taşıyor ve bu doktor karı kocasının iki çocuğuyla yaşadığı monoton ve sönük yaşam, Farrell’ın karakterinin ölen bir hastasının oğlunun resme dahil olmasıyla tansiyonu gittikçe artan bir manyaklık şölenine dönüşüyor. Baştan sona filme eşlik eden sinir bozucu yaylılardan oluşan müzikler ve tekinsizlikten tekinsizlik beğenen sayısız mizansen, Lanthimos’un karanlık aile tablosunun tonunu belirliyor.

Filmin üçte ikisini kaplayan neredeyse balık gözü ayarındaki geniş açı planlarla, merkeze aldığı aile üyelerini, dev bir yüzeyde küçücük kılarak içinde bulundukları acizliğin altını çizen yönetmenin kendine özgü planları, başarılı bir kurguyla karşımıza geliyor. Ne var ki aynı başarı, filmin senaryo kurgusunda kendini tam anlamıyla gösteremiyor ve film özellikle finale giden son kırk dakika içerisinde ciddi bir tempo problemi yaşıyor. Lanthimos’un ilk yarıda kenarlarını sıkı sıkıya bağladığı gerilim yüklü kâbusu, ikinci yarıda hava kaçırmaya ve finalde patladığındaki etkisinden azaltmaya başlıyor.

Kişisel olarak, Lanthimos’un üzerinde Amerika’da film yapmak ve muhtemelen artık daha geniş kitleleri memnun etmek zorunda olmaktan kaynaklandığını sandığım bir endişe hissettim. Sanki kendi özgün evreniyle “Nicole Kidman filmi seyircileri”nin beklentileri arasında sıkışmış yer yer Lanthimos. Filmdeki sarkmalar ya da yarattığı etkinin altında kalan bazı büyük sahneler, işte bu nedenle sıkıntı çıkarıyor. Ne olursa olsun tümüyle özgün, şaşırtıcı ve yaratıcı bir yönetmen olduğunu bir kez daha kanıtlıyor Yorgos Lanthimos TKOTSD‘da. Sevmeyenlerin elinde bir koz olabilecek bir film ama sevenleri için yine tatlı bir şölen hissi var.

Image

7. HAPPY END
Ana Yarışma
Yön: Michael Haneke

En son iki filmi The White Ribbon ve Amour ile Cannes’dan üst üste Altın Palmiye kazanarak tarihe geçen, yaşayan en büyük yönetmenlerden Michael Haneke, yıllardır merakla beklenen yeni filmi Happy End’i nihayet izleyicisine sundu. Öncelikle ilk merakı gidermek adına genel bir bilgi: Film Cannes’da herhangi bir infial yaratmadı ve ne başyapıt ilan edildi ne de yerin dibine sokuldu. Haneke’nin sineması için bu durum yeni bir tepki sayılabilir. Zira kendisinin 2000’li yıllardan beri övgülerle bahsedilmeyen bir filmi yok gibi. Happy End‘in böyle bir heyecansızlık dalgası yaratmasının esas nedeni ise muhtemelen yönetmenin bu kez çok da şok edici bir filmle karşımıza çıkmamış olması.

Haneke’den beklentileri şamarlanmak olan seyirci için Happy End’in çok da doğru bir örnek olduğunu söyleyemeyiz evet ancak bu filmin zayıf ya da etkisiz olduğu sonucunu kesinlikle doğurmuyor. Haneke’nin bir telefon ekranından canlı video sohbetle açtığı filmi, kalabalık bir üst orta sınıf Fransız ailesinin hayatla bağları bir hayli zayıf karakterleri arasında dolanıyor. Dolanıyor derken gerçekten de Haneke kamerasıyla bu karakterlerin dünyalarına girip çıkıyor film boyu. Baştan sona akan tek bir hikâye yerine, tüm karakterlerin hayatına dair tespitlerde bulunuyor çoğunlukla.

Günümüzün hemen her sorunu yerli yerinde mevcut karakterlerimizde. Mülteci sorunu, ırkçılık, sosyal medya çılgınlığı gibi konular ve Haneke imzası haline gelmiş burjuvazi eleştirisi filmin esas uğraştığı meseleler. Bunları da karakterlerin yaşamlarına sindirerek ve kimi zaman da fazla göstermeci hamlelerle yerleştiriyor Haneke. Yönetmenin hayranlarını üzecek bir film olmamakla birlikte başyapıt demenin de zor olduğu bir film Happy End. Ancak ustalığını çoktan kanıtlamış bir yönetmenin bazen kilometre taşı çekmemek gibi lükslerinin olmasını da anlayışla karşılamalıyız elbette.

Image

6. THE BEGUILED
Ana Yarışma
Yön: Sofia Coppola

Anlattığı her hikâye ve her filme kendince bir incelik kazandıran, Amerikan bağımsız sinemasının en güçlü yönetmenlerinden Sofia Coppola’nın, Clint Eastwood’un aynı adlı (neredeyse maço) filmini feminist rüzgârlar estirerek yeniden uyarladığı The Beguiled, hedefini on ikiden vuruyor. 1864’te iç savaşın kavurduğu Amerika kırsalında bir kız okuluna yaralı şekilde gelen bir "düşman" askerle karışan olayları merkez alan The Beguiled, Coppola’nın yaydığı cinsel tansiyondan beslenen ilk yarısında, izleyicisini yarattığı atmosferin bir parçası haline getiriyor.

Bir grup kadın kahramanın tüm film boyunca kapalı bir evin içinde karşımıza çıkmasıyla Virgin Suicides‘ı, nostalji hissinin uzağındaki dönem atmosferiyle Marie Antoinette‘i anımsatan The Beguiled‘de, Yorgos Lanthimos’un The Killing of A Sacred Deer‘ında da karşılıklı izlediğimiz Nicole Kidman ve Colin Farrell’a, Coppola’nın gediklilerinden Kirsten Dunst'la yönetmenin Somewhere’inde henüz on bir yaşındayken döktürmüş olan Elle Fanning eşlik ediyor.

Coppola’nın 35 mm tercihinin de son derece yerli yerinde olduğu bu düşük bütçeli gerilim/kara komedi, kısacık süresi içerisinde çok şey başarıyor. Özellikle ikinci yarısında karakterleri arasında kurduğu örtük yarış ve final bölümündeki oyuncaklı planla izleyicisine bolca kahkaha da attıran The Beguiled, başka bir yönetmenin elinde tam da işlemeyecek bir dram/gerilimi, kendi ciddiyetsizliğinden beslenen bir dünya kurarak, güçlü kadın zaferine dönüştürüyor.

Coppola’nın çoğunlukla kısacık planlar, bol kesme ve dinamik bir anlatıyla önümüze getirdiği film, Cannes’ın son günlerinde genellikle zayıf filmler izlemeye alışık kitleler üzerinde kafa açıcı bir etki yarattı ve kadın hikâyeleri anlatma uzmanı Almodovar’ın başkanlığındaki jüriden de ödül ihtimalini belirgin hale getirdi. Coppola’nın bir kez daha iş birliği yaptığı Phoenix’e teslim ettiği müzikler de tek kelimeyle muazzam. 

Image

5. OKJA
Ana Yarışma
Yön: Bong Joon-ho

Bong Joon-ho’nun, “Cannes vs. Netflix” meselesi nedeniyle epey tantana yaratan Okja‘sı ise tüm bu polemiklerin uzağında kocaman, parlak ve ışıl ışıl bir seyirlik. Filmografisindeki Memories of Murder, The Host ve Madeo gibi zirvelerden sonra Bong Joon-ho’nun ne kadar marifetli bir sinemacı olduğunu bir kez daha kanıtladığı Okja, milyar dolarlık bir Amerikan şirketinin geliştirdiği dev domuz türünün dünyanın çeşitli yerlerindeki yetiştiricilerinden biri olan Güney Koreli bir kız çocuğunun, domuzu (en yakın dostu) Okja‘yı kötü kalpli şirket yöneticilerinden kurtarmaya çalışmasını konu alıyor.

Tilda Swinton’ın canlandırdığı şirket yöneticisinin sunumuyla, muazzam bir hızda açılan Okja, çocuk ve domuz kahramanlarımızın özelinde, masalsı bir atmosferde devam ederken, Okja’nın şirket tarafından alınmaya gelmesi ve meselenin içine bir de hayvan hakları örgütünün dahil olmasıyla film, nefes nefese bir aksiyon dramaya dönüşüyor ve her saniyesi zekice kurulmuş senaryo hamleleri ve Bong Joon-ho’nun esprili ve tempolu anlatımıyla, parlak bir kumaşa sahip olduğunu kanıtlıyor.

Yarışmadaki varlığıyla sinemanın her türü ve hedef kitlesini kucaklayabilecek, tek tip arthouse yapımların gölgesinde kalamayacak kadar büyük bir teknik sanat da olduğunu gözler önüne seren Okja, senaryo kurgusundaki kimi klişeler ve basit çözümler görmezden geldiğinde iyice güçleniyor. Filmin verdiği mesaj her ne kadar beylik ve doğrudan da olsa, hesapçı bir mantıkla yaklaşılırsa, festivaldeki pek çok yarışma filminden de daha politik ve dürüst olduğunu söylemek mümkün Okja’nın. Tilda Swinton ve Jake Gyllenhaal’un özel bir aşırılıkla bezediği eğlenceli performansları ve Paul Dano'yla muhteşem çocuk oyuncu An Seo Hyun’un duygu yüklü oyunları ise pek nefis.

Image

4. THE FLORIDA PROJECT
Yönetmenlerin On Beş Günü
Yön: Sean Baker

Tamamını iphone 5 ile çektiği muazzam filmi Tangerine ile ciddi bir çıkış yakalayan Amerikalı yönetmen Sean Baker’ın bizi Florida’daki toplu konut/otel projesinin yerlileri arasında dolaştırdığı ve aşırı gerçekliğiyle yarı belgesel bir ton yakaladığı son filmi The Florida Project ile yılın en iyilerinden birine imza atmış. Toplumun dışına itilen ve fukaralıkla terbiye edilen, Amerika’nın en büyük getto bölgelerinden birinde yaşayan yalnız bir anne kızın hikâyesini, neredeyse optimist bir bakış açısı ve çocuksu bir enerjiyle takip eden Baker, Tangerine‘deki gibi gücünü rengârenk atmosferi ve Instagram filtreleriyle yapılmış gibi duran parlak renkleri dışında, olağanüstü çocuk oyuncu Brooklyn Prince’in komik ve duygulu performansından da alıyor.

Hiçbir anı hesaplı durmayan, tertemiz ve büyüleyici The Florida Project, henüz ilk dakikasından itibaren izleyicisini avucunun içine alıp bir an bile bırakmıyor. Öyle ki, sahip olduğu anlatım gücü ve dökümanter hissi, bir noktadan sonra seyircisine, o otel odalarından birinde yaşayan, filmdeki bu dibe batmış hayatlardan birini sürüyormuş hissini veriyor. İki saate yakın süresine rağmen bu tanıklık hissi ve kurduğu eğlenceli dünyayla izleyicisini sıkmayan filmde, otel sorumlusu Bobby rolündeki Willem Dafoe de tek kelimeyle harika.

Ödül sezonunda başta Independent Spirit ödülleri olmak üzere pek çok ödül ve adaylığa boğulacağı gün gibi ortada olan The Florida Project’in, doğru bir kampanyayla Oscar’ların bu yılki En İyi Film dahil bin dalda aday olan sevimli bağımsızı olması da sürpriz olmaz. Çocuk oyuncu Brooklyn Prince’in (özellikle final sahnesinde akıl almaz) performansı en az on Oscar adaylığı hak ediyor doğrusu.

Image

3. GOOD TIME
Ana Yarışma
Yön: Benny & Josh Safdie

Bir önceki filmleri Heaven Knows What ile hatırı sayılır bir başarı yakalayan Benny ve Josh Safdie kardeşlerin zımba gibi bir rejiyle seyircisini koltuğa mıhlayan son filmleri Good Time, yarışmanın en iyi birkaç filminden biri. Ters giden bir banka soygunun ardından polisin yakaladığı zihinsel engelli kardeşini kurtarmaya çalışan genç bir sokak adamının yirmi dört saate yayılan macerasına odaklanan Safdie Kardeşler, temponun bir an bile düşmediği, soluksuz bir gerilime imza atıyor.

Safdie’lerin sahicilik duygusu üzerinden yeteneklerini kusursuz işlettikleri sinemalarında, ne kadar yetkin bir atmosfer kurma becerisine sahip olduklarını da kanıtlayan Good Time, baştan sona harika bir iş çıkaran Oneohtrix Point Never’ın müzikleriyle de seyirci üzerinde benzersiz bir hakimiyet kazanıyor. Büyük bir özenle kurulmuş ses bandı, filmin lehine dev bir destekte bulunarak, içine hapsolunan sıkışmışlık hissini hepten körüklüyor.

Başroldeki Robert Pattinson’ın aynı zamanda bir tutku projesi olan Good Time, kendisine de kariyerinin en iyi performansını sergileme olanağı sağlıyor. Ona yardımcı rolde eşlik eden (yönetmen kardeşlerden) Benny Safdie ise muazzam bir gerçeklik duygusu yakalıyor. Yarışmadan ödülle ayrılıp ayrılmayacakları meçhul görünse de kesinlikle bu yılki kısır seçkinin en heyecan verici birkaç filminden biri Good Time. Indepent Spirit’ten Oscar adaylıklarına uzanan geniş bir ödül/adaylık listesine sahip olacağı da daha bugünden görülebiliyor.

Image

2. THE SQUARE
Ana Yarışma
Yön: Ruben Östlund

Bir önceki filmi Force Majeure ile akılları baştan alan İsveçli genç dahi Ruben Östlund, son filmi The Square’de yine yapmış yapacağını! Uzun zamandır beyaz perdeye yansıyan en eğlenceli komedilerden biri olmasının yanı sıra, günümüz modern sanat atmosferi, sosyal medya çılgınlığı ve PR dünyası hakkında da ilk akla gelen esprilerden uzak, keskin tespitleriyle kendine hayran bırakıyor. Yarışmanın en özgün ve parlak filmi olan The Square, İsveç’te bir modern sanat müzesi küratörü etrafında gezinen bir öykü anlatıyor. Tek bir ana hikâye takip etmektense, yer yer bir skeç filmini andıran bölümler ve yan hikâyelerle biçimlenen The Square, tam da bu nedenle niyet ettiği taşlamanın hakkını sonuna kadar veriyor.

İnsanoğlunun kibir, korku ve endişe duygularıyla çifte standart eğilimlerinin röntgenini çeken Östlund, toplumsal kabullerin yarattığı bazı açmazları da benzersiz mizansenlerle önümüze getiriyor. Hemen her sahnede bir ya da birkaç zekâ yüklü detayla seyircisine kıyak geçip duran yönetmenin gerçek hayattaki YouTube bağımlılığı filme de pek çok konuda yardımcı olmuş. Yalnızca diyaloglar ve durumlar üzerinden değil, güçlü görsel fikirlerle de desteklenen çok sayıda sahne kahkahalarla güldürürken, Östlund’un görsel hafızasının da nasıl muazzam bir çöplükten besleniyor olduğunu gözler önüne seriyor. Özellikle ödül töreni yemeğindeki “goril performansı” sahnesi sinema tarihine geçecek kadar güçlü. The Square‘in yalnız Cannes’ın değil, yılın da en iyi filmlerinden biri olduğunu söylemek güç değil.

Image

1. YOU WERE NEVER REALLY HERE
Ana Yarışma
Yön: Lynne Ramsay

Ramsay’nin savaştan döndükten sonra bir daha kendini toparlayamamış, çocukluk travmaları tüm benliğini sarmış ve resmi olarak suçla savaştığı dönemde şahit olduğu cansız bedenleri zihninden kazıyamamış bir çeşit özel dedektif olan Joe’yu merkez alan filmi, beyaz perdede şahit olduğumuz en benzersiz kurgu işlerinden birini karşımıza getiriyor.

Günümüzde lineer akan öykü, Joe’nun geçmişinden gelen karanlık manzaralar ve sayıklamalarla yerli yerine oturuyor ve Ramsay karakteri hakkında uzun bir biyografi anlatmak yerine izleyicinin hayal gücüne güvenen, âdeta “Nasıl bir şey olduğunu tahmin edersiniz” diyen bir an şahitliği yaratıyor. Gördüğümüz kısacık planlarla topladığımız veriler, finale kadar Joe’ya dair tüm boşlukları tamamlamamıza ve sert, mesafeli ve geçişsiz karakterinin içyüzünü aydınlatmamıza neden oluyor.

Her zamanki gibi eşsiz bir performansla Joaquin Phoenix’in baştan sona bir anda bile kopmadığı şahane karakterini tüm hasarlarıyla kusursuz bir biçimde bedene getirdiği film, hikâyede bir çeşit kurtarıcı rolü verilmiş olan Joe’yu kahramanlaştırmaktan da özellikle kaçınıyor. Kurtarıcısı olduğu "mağdure"nin kendi başının çaresine bakabilir hali ve aslında iki yaralı ruhun birbiriyle kalması hali, filmi öykü anlamında epey parlak bir alana ulaştırıyor.

Sinopsisinden oyuncu seçimine kadar Martin Scorsese’nin Taxi Driver’ını anımsatan filmde Joe’nun Travis Bickle’la, Nina’nın ise Jodie Foster’ın karakteriyle çok sayıda benzerlik taşıdığını söyleyebiliriz. Ancak Psycho‘dan Drive‘a pek çok referans içeren filmde Ramsay’nin her hamlesi gibi bu göndermeler de incelikle kurulmuş büyük bir tasarının parçası.

 

ÖNCEKİ 70. Cannes Film Festivali’nden yıl boyu konuşulacak 40 film (40-21) SONRAKİ Kameranın netlemediği kahramanların sineması: Josh ve Benny Safdie kardeşler
Bu yazıyı paylaş