A Yüzü B Yüzü: Jim Carrey

Bu yazıyı paylaş
İçerik

A Yüzü B Yüzü: Jim Carrey

Yazı: Binnaz Saktanber, Melikşah Altuntaş - İllüstrasyon: Gizem Winter
ÖNCEKİ 2017: Ağlamaklı liste, yerli filmler, kuir filmler ve belgeseller SONRAKİ 2017: Dikkat çeken kitaplar

Her sayı tartışmalı bir isme, filme ya da olaya iki farklı bakış açısından yaklaşan iki ayrı yazının sıralanacağı A Yüzü B Yüzü köşesinin ilk konuğu Jim Carrey. Geçtiğimiz aylarda Jim & Andy - The Great Beyond ile adından söz ettiren komedyen hakkında Melikşah Altuntaş açık, güneşli, Binnaz Saktanber ise sağanak yağışlı bir köşeden bildiriyor.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Image

Öv Beni Zen Şov: Jim Carrey Arıyor Meşgule Al
Yazı: Binnaz Saktanber 

Doksanların ‘the’ film yıldızı Jim Carrey’di. Ace Ventura, The Mask, The Cable Guy, Dumb and Dumber… Adına bile gerek kalmadan “Yeni Jim Carrey filmi gelmiş” denir, neyle karşılaşılacağı bilinir, mısırlar kolalar large alınırdı. Jim Carrey komedileri, sevenlerini Tempur yataklar gibi sardı sarmaladı uzunca bir süre. Bir önceki filmin bıraktığı hafıza çukuru bir sonrakini muştuladı. Bol bağırmalı, bol vücutlu, oyun hamuruvari suratını şekilden şekle sokan, büyük harflerle neon yazılan bu manik şaka şovlara çok büyük gönül bağım olmadı hiçbir zaman. Carrey bende hep misafirliğe geldiğinde odanızı karıştıran, zorla güreş falan tutmak isteyen terli bir teyzemin oğlu hissiyatı bıraktı. Böğrüne çöker de kalkmam, vallahi güldürmeden bırakmam hallerine çok da bayılmazdım, ama ne yalan söyleyeyim son zamanlarda olduğum kadar da gıcık olmazdım kendisine. Şimdilerde kalbime yayılan bu “Jim Carrey arıyor meşgule al” hissiyse yeni ve çok bilimsel ve çok aşırı haklı sebeplere dayanmakta. Buyurun inceleyelim.

Jim Carrey de tüm star komedyenlerin yürüdüğü yoldan yürüdü aslında. Stand up’tan televizyona, televizyondan sinemaya, filmlerde oynayan bir adamlıktan, filmlerin etrafında döndüğü yıldıza. Öyle ki film başına yirmi milyon dolar alan ilk aktör olmaya kadar vardırdı işi. Ama nedense o son virajı alamadı Carrey. Tüm çabasına rağmen bir türlü Şener Şen’leyemedi. The Truman Show’a; Eternal Sunshine of the Spotless Mind’a rağmen o saygın dramatik oyuncular ligine geçemedi. Man on The Moon’da metot oyunculuğunu denedi, yine olmadı. Kimse Vay be ne deli adam, resmen dâhi! demedi, kimse Oscar’a aday bile yapmadı Carrey’i, yalandan bir Altın Küre verip evine yolladılar. O ayakta alkışı, o en önden Jack Nicholson’ın göz kırpışını göremedi bir türlü. Şöyle bir rahatlayıp ufak bağımsız filmlere veya canının istediği komedilere yelken açamadı. Arka arkaya tutmayan filmler zirveyi Dumb and Dumber To ile görünce, eli böğründe, E ama beni hiç övmediniz ki! diye kalakaldı Jimmy boy.

Sonra da bir sanatçıya olabilecek en kötü şey oldu Carrey’e: Sazı eline alıp kendi kendini övmeye başladı. Önce, I Needed Color adında bir videoyla çıktı ortaya. Altı senedir resim ve heykel yaptığını, evlerinden birini devasa bir stüdyoya dönüştürdüğünü böylece öğrendik. Fonda semavi bir müzik, Carrey büyük bir ciddiyetle ağır ağır yaratımdan, anda kalmaktan, çocukluğundan bahseder ve Ben resim yapmaya karar vermedim, resim benim onu yapmama karar verdi gibi cümleler kurarken kamera da eserlerin üzerine zoom’luyordu videoda. Eserler de özetle şöyle: üzerinde neonla “no vacancy” yazan bir özgürlük heykeli, bir Bruce Lee resmi, bir uçuşan kalp, bir Çiko’dan hallice bebek resmi ve bir de başyapıt İsa resmi. Voleyi vurduktan sonra ikinci şubesini açan gereksiz pahalı ve eti hep çok pişiren bir steakhouse’un duvarları diyeyim, anlayın.

Jim Carrey’nin Jim Carrey hayranlığı bu kısacık videoyla sınırlı kalsa iyiydi, kalmadı. Bu sefer de oyunculuğunu övdüğü bir belgeselle çıktı karşımıza. Jim and Andy: The Great Beyond, Carrey’nin Andy Kaufman’ı canlandırdığı ve pek de iyi bir film olmayan The Man on the Moon’un kamera arkasını anlatıyor. Carrey, derviş baba sakalı ve zen sesiyle Kaufman’la nasıl telepatiyle iletişim kurduğunu ve Kaufman’ın bedeninde vuku bulup onu nasıl ele geçirdiğini anlatıyor. Carrey’e büyülü gelen bu süreç, yönetmen ve oyuncuların acı dolu surat ifadeleri ve göz devirmelerine bakarsak bir kâbus. Tabii bunu duyamıyoruz çünkü belgeselde sadece Jim Carrey konuşuyor ve herkesin ona ne kadar hayran olduğunu ve ne kadar dahi bulduğunu ve ne kadar hari krişna anlar yaşadıklarını anlatıyor. Bir yandan da hayat hikâyesini, Kaufman’la aralarındaki paralellikleri ve bugünkü “farkında” noktaya nasıl geldiğini dinliyoruz. Carrey kendini Kaufman’la eşit görüyor. Ki bu mesela Demet Akalın’ın kendisini Björk’le eş görmesi gibi bir şey. Carrey alanının kompetanı olabilir ama maalesef o alanı bambaşkalaştıran, şeklini değiştiren, sınırlarını parçalayan bir Kaufman değil. Öyle görülmek için duyduğu açlık öyle bariz ki, başka şartlar altında Vay be! denilebilecek bir tecrübeyi acınası bir Beni de övün! yakarışından öteye taşıyamıyor. Carrey’nin Kaufman’ın abisi, kız kardeşi ve babasıyla bir araya geldiği anlarsa işini iyi bilen bir medyumun çaresiz bir aileyi katakulliye getirmesi gibi hazin bir tat bırakıyor ağızda.

Carrey’nin festivallerde, talk şovlarda girdiği hallerin tadı da aynı ekşilikte. Ne yapımcı (koskoca) Spike Jonze’u konuşturuyor, ne gariban yönetmeni. Mesela Başka bir role de böyle kendinizi verir misiniz? diye masum bir soruya BEN veremem, çünkü Ben diye bir şey yok çakmalar, bir seyirci kendini Merhaba ben Tracy diye tanıtınca Demek öyle, emin misin Tracy? falan diye kadını zıplatmalar, talk şovlarda dakikalarca kendini alkışlatmalar... Hem robdöşambr mavi saten ceketinle New York Fashion Week partisine gideceksin, hem de kırmızı halıda soru sorulunca Ben yokum, aslında sen de yoksun havası atacaksın. Koşa koşa geçmeseydin o zaman mikrofonun karşısına, git evinde er demezler mi adama? Ha, bir de Carrey’nin kız arkadaşı Cathriona White’ın intihar etme hikâyesi var. Biraz internet karıştırıp mesajlara, mektuplara ve iddialara bakmanızı isterim. Sen artık çok fazla drama oldun, Daha fazla dert dinlemek istemiyorum, Büyü biraz, Git Plan B hapı al... Carrey Kaufman’ı oynamaya karar verdiğinde ne olmuştu? Bir anda otuz yunus su yüzüne çıkmıştı değil mi? Valla kalbim sıcacık oldu.

Jim Carrey’nin cümlelerindeki gizli özne hep kendisi. Senaryo yönetmen kurgu da o. The Truman Show da bu aydınlanma anlatısına öyle harika bir arka plan teşkil ediyor ki, hani aydınlanmasa ayıp olacak. Eyvallah, hepimiz delik deşiğiz ve kabul görmekten başka bir derdimiz yok. Ama Carrey yaralı egosunun patlamasını spiritüel bir aydınlanma yaşayan dâhi aktör rolüyle gözümüze gözümüze sokunca maalesef Scientology anlatan Tom Cruise’dan veya Instagram’da karısıyla şakacıklı Öv beni videosu çeken Şahan Gökbakar’dan bir farkı kalmıyor. Carrey çok yakında kendi tanımıyla Çok edebi ve orijinal bir roman çıkaracakmış. Resimlerinden oluşan Sunshower sergisi ise Las Vegas’ta Venetian Otel’de sergilenecek. Yapımcılığını yaptığı (ve muhtemelen hiç duymadığınız) dizi I’m Dying Up Here ikinci sezonunu çekiyor. Ve seneye Michel Gondry’in yönettiği Kidding ile ilk TV başrolünü oynayacak (işte bundan ümitliyiz). Hollywood’un önde gelenlerine sesleniyorum: lütfen kendisine kayda değer bir ödül verin, övün, dâhi deyin, aşmış deyin, hiç olmadı namaste deyin. Yoksa daha çok çekeceğimiz var.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Image

Bir Oyuncunun Kimliğini, Performansından Ayrıştırabilmek
Yazı: Melikşah Altuntaş

Jim Carrey, uzunca bir süredir sizi yeni bir filmiyle heyecanlandırmayan, bir döneme damgasını vurmuş ama artık bazen bir filmde küçücük bir rolde konuk oyuncu olarak karşınıza çıktığında ya da ödül törenlerinde bazı önemli ödüller öncesinde renk katması için sahneye çıktığında gördüğünüz yıldızlardan birine dönüşeli epey oldu muhtemelen. Son dönemde sağda solda kafa açan bazı monologlarına ya da internette hızla yayılan ‘röportajda akışa kapılıp gitme’ anlarına tanık olduysanız da durum adına endişelenme ya da ‘helal olsun’lama, yani cepheleşme noktasına gelmişsinizdir. Jim Carrey’ye tüm bunlardan ve bugününden bağımsız yaklaşabilmenin de mümkün olabileceğine dair bir şeyler söylemek istiyorum ben.

Harvey Weinstein’in taciz ve cinsel saldırı dosyalarıyla başlayan ve Kevin Spacey, Louis C.K. gibi bazıları için bir dönem kahramanlaşmış isimlere kadar varan hayal kırıklığı ve itibarsızlaştırarak yok etme sürecini takip etmiş olmalısınız. Sonunda konuşan / konuşabilen mağdurların ifadeleri sonucunda, işledikleri suçu da önemli ölçüde kabul eden bu adamların kariyerlerinin bitişine, resimden silinişine, belli derecede bir hayal kırıklığı ve bolca huzurla tanıklık ettik. Astık, kestik, sosyal medya ortamlarında haklı olarak linç ettik ve gücünü kötüye kullanan bu adamlar ve yaptığı işler hızla göz hizamızdan silinerek, hak ettikleri tecrit hissiyle cezalandırıldı.

Tüm bunların yanında bir de magazinsel iddialarla girişilen mini linçler oldu. Bunlardan biri de bir süre önce eski kız arkadaşı intihar eden Jim Carrey’e yönelikti ve bu intihardan, bazı kısa mesajlar, mail ve şahit iddialarıyla, Carrey’nin zorba tavrı da sorumlu tutuluyordu. Neticede, gazete ve dergilere konuşan eski terapistlerin de harlamasıyla olaylar mahkeme koridorlarına kadar taşındı. Ancak tüm bunlar iddialar ve savunmalardan oluşan kocaman bir adli paket ve Carrey ya da kariyerini unutmayı dileyeceğimiz hadiselerden bağımsız bir yerde duran, etik sınırları belirsiz bir özel hayat tartışması. Carrey’nin somut bir suç işlemişliği –henüz- yok ya da bu olası suçun da gücünü kötüye kullanmakla açıklanabilir bir yanı yok şimdilik... Bu durumun yanı sıra, Carrey özellikle son 10 yıldır içine düştüğü bir felsefik vaaz alçısında. Ancak hayat döngüsü üzerine bu vaazları, özellikle takip edip üzerine düşmeyen için kocaman bir bilinmezden de ibaret.

Geçtiğimiz ay Netflix’te prömiyerini yapan belgesel Jim & Andy – The Great Beyond belgeseli, tüm bu Jim Carrey dosyasını önümüze getiren çıkış noktası aslında. Filmle birlikte ilk kez Carrey’nin günümüzde geldiği depresif ve akli melekelerini belli ölçüde kaybetmekle beraber, kendine özgü olabilmeyi de beceren kimliği doğrudan karşımıza çıkıyor. En önemlisi de belgeselin, bu kimliğin günümüzdeki halini huzurumuza sunmak gibi bir hikmeti olmasının yanı sıra, Carrey’nin aslında bundan tam 20 yıl önce Man on the Moon’un çekimleri sırasında da şimdiki halinden çok da farksız olmadığını da ortaya koyması gibi bir sihri var. Yani karşımızda 90’lı yılların en ünlü ve en eğlenceli komedyenlerinden biri olarak tanıdığımız ancak yakınına geldiğimizde son derece karanlık bir tarafıyla yüzleştiğimiz bir oyuncu, bir çeşit ağlayan palyaço personası var. 

Jim Carrey’yi 90’lı yıllardaki hafif komedileri nedeniyle bir şaklaban olarak kodlayıp, onu yalnızca tip komedileri alanına sıkıştırmış algı, Carrey’nin 90’lı yılların ikinci yarısında oynamaya başladığı daha derinlikli karakterleri satın almayı zorlaştırdı. Bu, çok da şaşılacak ya da anlaşılmayacak bir şey değil. Zira Carrey’nin kendisi de A sınıfı bir Hollywood yıldızı olmanın taşıdığı riskler ve getirebileceği önyargılara hazırlıklı olmalı. Burada işin tuhaf yanı, Carrey’yi yeri geldiğinde karakter yaratma sancıları da çekebilen bir oyuncu olarak görmeme ısrarı. Jim Carrey’nin yetenekli bir oyuncu olduğuna itiraz edemeyenler dahi, onu hayat boyu hafif komedilerden fazlasına cüret etmemesi gereken bir yere sıkıştırma derdinde. O alanı terk etme cesareti gösterdiği hemen her örnekte ise Bu da neyi ispatlamaya çalışıyor allasen... gibi yükselen bir iç sesi oluştu ve bugün artık neredeyse susturulamaz noktada.

Bu noktada birkaç soru birden sormak geliyor içimden: kariyerini tip komedileri üzerine kurmuş bir oyuncu, başka roller oynamak isteyemez mi? Ya da yalnızca komedyen kimliğiyle ön plana çıkmış bir oyuncunun çok daha katmanlı karakterleri canlandırabilmek gibi bir ehliyeti olamaz mı? Ya da en basitinden, bir oyuncu aslında yalnızca bir oyuncu değil midir? Nasıl onu tek bir türe hapsedip, ondan fazlasına teşebbüs ettiği her örnekte ötekileştirme eğilimi besleyebiliriz?

Jim Carrey’nin, 80’li yıllarda başladığı oyunculuk kariyerinde Ace Ventura serisi ile patlamasına kadar geçen sürede Richard Lester, Francis Ford Coppola gibi yönetmenlerle çalışmışlığı, ufak tefek rollerde de olsa daha komplike tiplere hayat vermişliği var. The Truman Show ve sonrasında gelen filmler, Carrey’nin kariyerindeki ilk drama rolleri değil. Ancak Carrey’yi komedyen olarak kodlayanlar The Truman Show’daki etkili ve incelikli performansta bile hınzır mimik ve jestler arayışında belki de. Trajik yönü epey ağır basan Andy Kaufman biyografisi Man on the Moon, pek hüzünlü The Majestic, son derece etkileyici Eternal Sunshine of the Spotless Mind, eni konu bir gerilim filmi olan Number 23 ya da eşcinsel bir romansı merkez alan I Love You Philip Morris gibi filmler, Carrey’nin kariyerinde Ace Ventura öncesindeki işlere de nispeten yakın duran ve kendisinin de çok yönlü bir oyuncu olduğunu kanıtlayan işlerdi. Ki bunların yanında da yine çok sevildiği tip komedilerine devam da etti Jim Carrey.

Değil bir oyuncuya, bir Instagram fenomenine bile özel hayatı üzerinden ya da hakkında bildiğimiz diğer şeyleri bir yargı unsuruna dönüştürmeden bakamadığımız şu günlerde, Jim Carrey’ye de kariyerine odaklı sağlıklı bir inceleme yapamayışımızı anlayabiliyorum. Ancak gerçek bir sanatçının özel alanı, kendine has özellikleri, onun ortaya koyduğu işe olan bakışımızı ne denli ve neden ilgilendirmeli, bu noktada anlayamadığım ya da empati kurmayı reddettiğim çok şey var.

Jim Carrey’ye artık hepten delirdiği olasılığını bir yana koyarak, çizdiği berbo resimler üzerinden kendisine özel bir anlam yüklemeyerek, kız arkadaşının hayatını zindana çevirip onu kendini öldürecek noktaya getirebilme iddiasından bağımsız bir şekilde bakmak istiyorum. Ne deyip, aslında kim olduğuyla değil, neyi nasıl oynadığıyla ilgilenmek istiyorum. Oynamayı seçtiği bir filmde, herhangi bir performansını izlerken, bu rolü seçerken neye dikkat ettiğini ya da menajerinin ona ne öğütlemiş olabileceğini filan düşünmeyi reddediyorum. Jim Carrey’yi Hollywood’dan çıkaramam belki ama –bir izleyici olarak– Hollywood’u Jim Carrey adlı, sevdiğim oyuncunun performansı içerisinden çıkarıp atabilirim bence. Ve Jim & Andy’de, tamamen kendisi olduğu bir belgeselde anlattıklarını dinlerken de, Man on the Moon’un çekimleri sırasında tüm seti terörize etmek pahasına, kendi performansının ve dolayısıyla filmin daha iyi olabilmesi adına bir ihtimali kovalamış olmasına saygı duyabilirim.

Michel Gondry’nin çekeceği ve kendisinin başrolde yer alacağı televizyon dizisini de sabırsızlıkla beklemeye devam ederken, Jim Carrey gibi, o veya bu biçimde pek çok açıdan diğer Hollywood yıldızlarından ayrışan, gerekirse o cemaatin Ajdar’ı olmayı dahi göze alabilmiş bir aktörün varlığından rahatsızlık duymuyorum açıkçası.

 

 

 

ÖNCEKİ 2017: Ağlamaklı liste, yerli filmler, kuir filmler ve belgeseller SONRAKİ 2017: Dikkat çeken kitaplar
Bu yazıyı paylaş