Anların arasını yakalamak: Brian 'B+' Cross

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Anların arasını yakalamak: Brian 'B+' Cross

Röp: Leyla Aksu
ÖNCEKİ Tarık Töre’nin güneş sistemine hoş geldiniz: Whellkom SONRAKİ 2017: En iyi 50 albüm

İrlandalı fotoğrafçı, yapımcı ve DJ Brian “B+” Cross, bugüne kadar siyahi sanat akımı, dub, Etiyopya cazı ve Brezilya sambasına dair özel birçok an belgelemiş olmanın yanı sıra DJ Shadow'un 1996 yılına can vermiş ilk albümü "Endtroducing"in kapak fotoğrafının da sorumlusu.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Çalışmalarıyla dinlediğimiz müziğin içerisinde katman katman yer alan gizli alternatif tarihçeleri, eksik tarihi ve kültürel bağlamları ortaya çıkaran İrlandalı fotoğrafçı, film yapımcısı ve DJ Brian “B+” Cross, 1980’li yılların sonunda Los Angeles’a geldiğinde şehrin yeni doğan hip hop sahnesini belgelemeye koyuldu. O zamandan bu yana bulduğu müzikal izleri Kolombiya, Brezilya ve Ürdün gibi ülkelere kadar takip eden Cross, kendi fotoğraflarının yanı sıra ürettiği müzik videoları, albüm kapakları ve belgesellerle de the Freestyle Fellowship, DJ Shadow, David Axelrod, Mos Def, J Dilla, Jurassic 5, Thundercat, Lauryn Hill, Warren G, Q-Tip, Damien Marley, Dilated Peoples, Erykah Badu ve Rza dahil olmak üzere daha nice isimle beraber çalıştı. Yakın dönemde ise işlerini Ghostnotes: The Music of the Unplayed adı altında derleyen Cross, bizimle bu yeni kitabının nasıl bir araya geldiğini, Los Angeles’ta hip hop’ın erken dönemlerini ve bu aralar neler dinlediğini paylaştı.

Image

David Axelrod, North Hollywood, California, ABD, Ekim 1999 - Axelrod’un evi, North Hollywood, California, ABD, Ekim 1999

İlkin daha İrlanda’dayken fotoğrafçılığa nasıl başladığını ve ilk olarak ne zaman ve nasıl müzikle ilgilenmeye başladığını sormak isterim.
Esasen İrlanda’dayken sanat okuluna gittim. Sanatta iyiydim, o her ne demekse, ve okuldayken “yeniden fotoğraflama” tarzı çalışmalar yapan, örneğin kurumsal eleştiri işleri olan Hans Haacke veya Cindy Sherman ve özellikle de Allan Sekula’nın çalışmaları sonucunda fotoğrafçılıkla ilgilenmeye başladım. Başlarda fotoğrafçılığı farklı fikirleri soruşturmak üzere bir çeşit araç olarak ele aldım.

Müziğe gelince, çok küçük yaşlardan beri müzikle biraz garip bir bağım olduğunu söyleyebilirim. Emin değilim, ailemde özellikle müzisyen falan olan kimse de yok. Yani babam biraz folkçu gibi, ama öyle çılgın bir şey yoktu yani. Sanırım 1970’lerin ortası ve sonuna doğru müzik uluslararası bir güç gibiydi ve İrlanda ise o dönemde oldukça içe dönüktü. O sebeple de müzik dünyanın geri kalanını düşünebilmek için bir yoldu, özellikle de radyo aslında. O dönemde pop müzik açısından İrlanda’ya pek bir şey gelmiyordu, ama örneğin Radyo Lüksemburg’u veya hava iyi olduğu zamanlarda BBC Radyo 1’ı dinleyebiliyorduk. Yani tam bilemiyorum ama müzik bana her zaman farklı yerleri düşündürüyordu sanırım.

Fakat CalArts’a (Kaliforniya Sanat Enstitüsü) gidene kadar görünürdeki bu iki ilgi alanını bir araya getirmeyi gerçekten düşünmedim. Jeton ancak orada olduğum günlerde düştü. Allan Sekula ile çalışmak üzere CalArts’ın lisans üstü fotoğrafçılık programına gitmiştim. Ama oradayken Los Angeles’la ilgili meşhur bir kitap üzerinde çalışmakta olan Mike Davis adlı bir başka profesör araya girdi ve beni Los Angeles’ta hip hop fotoğrafları çekmeye teşvik etti. Biraz da genç olmamın etkisi vardı. Bazen bu yüzden de bir şeyleri yapıyor insan... Bilemiyorum bazen de bakıyorsun ve diyorsun ki, “Tamam, bu ilginç bir şey, bir deneyeyim bakalım”. Hayatını değiştireceğini hiçbir şekilde düşünmüyorsun, ama sonunda da tam olarak öyle oldu.

Peki buradan kitaba gelecek olursak –içerisinde de bundan biraz bahsediliyor ama–, bize “ghostnotes” kavramını ve bunu kitabın yapısıyla nasıl ilişkilendirdiğini biraz açabilir misin?
Evet. Ben her zaman fotoğrafların nasıl bir arada yürüdüğüne ilgi duymuşumdur, mesela fotoğraf serilerinin nasıl çalıştığına. Bunlara her zaman çok fazla kafa yormuşumdur. Açıkçası bunu ilk düşünmeye başladığım sıralarda zaten 10 yıldır, 15 yıldır müzikle, müzik ve kültürle ve bu gibi şeylerin insanları nasıl çeşitli şekillerde bir araya getirdiğiyle, topluluklar yarattığıyla ilgili farklı tarihçeleri araştıran fotoğraflar çekiyordum. O sıralarda sanırım Nu-mark’ta meşhur baterist Bernard Purdie’nin hazırladığı harika bir eğitici VHS kaset vardı. Purdie bu kasette hayalet notalardan (ghostnotes) bahsediyordu. Bayağı havalı bir ifade olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum ve bir yandan da fotoğrafın yaptıklarını, yakaladıklarını da bir şekilde anlatıyor gibi gelmişti. Her şeyin başlangıcı da buydu. Ondan sonra tabii ki yıllar geçtikçe bateristler hakkında daha fazla öğrendikçe ve sıkça da bateristlerle beraber çalıştıkça, Keepintime ve Brazilintime filmlerini çekip tarihin nasıl işlediğini, mesela bir şeylerin hayata geçirilmeden bile nasıl var olabildiğini düşündükçe ve bu ifadenin içerisinde yatan tüm mecazi olasılıkları hayal ettikçe oturdu her şey. Başlık olaraksa “ghostnotes”u ilk kez 1998 ya da 1999 yılında buradaki ufak ama önemli bir galeri olan New Image Art’taki bir sergimde kullandım ve isim yapıştı kaldı.

Sonrasında da zaten her zaman bunu yapacağıma dair bir düşüncem oluştu ama diğer fotoğrafçılar tarafından da uyarıldım: Eğer fotoğraflarından oluşan bir kitap hazırlayacaksan sadece fotoğrafladığın en tanınmış isimlere dönüşmesin. İşlerin tek başına ayakta durabilmesi lazım; hepsinin bir anlamı, amacı var ve kitabın da buna işaret etmesi lazım. Yani “ghostnotes” her zaman oradaydı; isim olarak hep benle kaldı ve her zaman da ister tarih olsun ister yer ve zaman olsun ya da fotoğrafçılığın bu rastlantısal özelliği olsun, ilgi duyduğum şeyleri bir araya toplamak ya da tarif etmek açısından çok güzel bir işlev gördü. Bu yakalanan anların neredeyse var olmadığı fikri... Kısacası fotoğrafçılık biraz da anların arasını yakalamakla ilgili.

“Akademinin üzücü tarafı belli alanlarda araştırma konusunda çok yavaş ilerlemesi. Örneğin Batılı-Avrupa klasik müziğini incelemek üzere muazzam kaynak ve zaman harcıyoruz, fakat popüler müziğin aslında Afrika’dan gelen köklerini araştırmaya kaynak ve zaman veremiyoruz.”

Image

Feira de Caruaru, Caruaru, Pernambuco, Brezilya, Şubat 2012

Image

Soldan sağa: Beni B, Chief Xcel ve Lyrics Born. Sacramento, California, ABD, Mayıs 1995. DJ Shadow’un “Endtroducing” adlı ilk albümünün kapağında kullanılan fotoğraf

Image

Soundsystem tamiri, Jamaika, Ocak 2012

İşlerini bir açıdan gizli alternatif kültürel tarihçelerle etkileşim kurmak ve harita yaratmak olarak gördüğünü söyledin ki bu da bence hip hop’ın yaratım süreci bağlamında düşünüldüğünde yaptıklarını müziğin bir uzantısı olarak konumlandırıyor. Bize bu bakış açını, bunun neyi ve kimi fotoğraflamayı seçtiğini nasıl etkilediğini ve fotoğrafın kalıcılığının burada oynadığı rolü biraz anlatabilir misin?
İşin gerçeği şu ki bir gün oturup da iyice bunları düşünüp bir araştırma örgüsü kurmadım. Brazilintime belgeselinde kullandığım şöyle bir ifade var, “Belgesel, bir başlangıç fikri olan, fakat bitiş düşüncesi asla olmayan bir filmdir.” Ben de böyle yola çıktım; yani nereye gittiğimi pek bilmiyordum. Kolombiya hakkında bir şey bilmiyordum örneğin, Brezilya hakkında da pek bir şey bilmiyordum, hele Etiyopya hakkında kesinlikle hiçbir şey bilmiyordum. Bunların işlerimde nasıl bir rol oynayacağı konusunda da hiçbir fikrim yoktu. Ama aynı zamanda da yaptığımız araştırma içtendi, gerçekten derinden ilgilendiğim bir şeydi ve müziğin kendisinin de öncülük ettiği bir şeydi. Senin deneyiminde nasıl oldu bilmiyorum ama benimkinde hip hop sayesinde sample edilen plakları gidip bulmak istedim, bu çeşit söyleyişlerin, deyimlerin ortaya çıkmasını sağlayan koşulları anlamak istedim. Bana ilham olan araştırma modellerini düşünüyorum da şimdi... Örneğin Grail Marcus’un yazdığı Lipstick Traces kitabını uzun yıllar önce okumuştum. Hatırlıyorum, zamanında o kitapta harika bir şeyler yakaladığını düşünmüştüm. Yani tamam, Johnny Rotten (John Lydon) “I am an anti-Christ” (Ben İsa’ya karşıyım) diyor ama bu söylem nereden geliyor? Bunun tarihi ne? Veya James Brown’un çıkardığı inanılmaz sesler de beni aynı şekilde etkilemişti. Sanki dışarıda vücudumu saran yepyeni bir deneyim biçimi var ama onu kavrayabilme yöntemlerim çok kısıtlı. Tabii ilerledikçe farkına varıyorsun ki bu hiç de bildiğimiz yönlerden mantıksal veya batılı bir kavrama meselesi değil. Aslında tam tersini teşvik ediyor.

İşte her şey biraz böyle başladı, ama bunun yanı sıra tesadüfi buluşlar da oldu tabii. Mesela 1990’lı yılların sonuna doğru Miami’de bir müzik dükkânında ucuza [Discos] Fuentes’in daha paketi bile açılmamış büyük bir yığın plağını buldum. Üzerinde “Afro” yazıyordu. “Kolombiya’dan Afro plaklar mı? Ulan bu ne acaba?!” demiştim. Eve gidip dinledim, çok sevdim ve etkilendim ama duyduklarımı tam olarak anlayabilmemin bir yolu yoktu. Böylece tarihi sondan başa giderek çalışmaya koyuldum.

Artık ders de vermeye başladığım için durum biraz farklı ama akademinin üzücü tarafı belli alanlarda araştırma konusunda çok yavaş ilerlemesi. Örneğin Batılı-Avrupa klasik müziğini incelemek üzere muazzam kaynak ve zaman harcıyoruz, fakat popüler müziğin aslında Afrika’dan gelen köklerini araştırmaya kaynak ve zaman veremiyoruz. Tabii ki bu çalışmaları yapan ve yapmış olan akademisyenler var ama nispeten bu konulara aynı şekilde kaynak harcamıyoruz. Benim bunları öğrenmem ve anlamam gerekiyordu ya da en azından orada bulunmam gerekiyordu. 1993’teki It’s Not About a Salary... de bununla ilgiliydi. Projenin bana hissettirdiği, “Lanet olsun, bilmediğim ve gidip düşünüp dikkat etmem, kulak vermem gereken çok fazla şey var” oldu. Ghostnotes da garip bir şekilde bunun bir ürünü. Ama tabii ki böyle bir harita ulusal sınırlar içinde ilerlemiyor; biraz dolambaçlı, biraz kuş uçuşu gibi, plağın dönüşü gibi bir yolculuk oldu ve sonunda öyle bir yere geldim ki... Brezilya’nın kuzeyindeki Belém’de bir sona geldiğimi hissettim. Ondan sonra da Kendrick [Lamar] To Pimp A Butterfly’ı çıkardı. O son noktaya ulaşmama yardımcı olan bir başka noktalı virgül de buydu.

Ghostnotes’u bir araya getirme süreci nasıl şekillendi? Hangi fotoğrafları dahil edeceğine, fotoğraf eşlemelerine, düzenine, kimin denemeleri yazacağına nasıl karar verdin? Hepsi nasıl bir araya geldi?
Esasında gayet mutlu bir şekilde 20 yıldır manyak gibi fotoğraf çekiyorum, resmen sadece burnum, kulaklarım ve kalbimin peşinden gidiyordum. Açık konuşmam gerekirse bu kitaptaki fotoğrafların belirli bir yüzdesi para karşılığı yaptığım işlerden oluşuyor ve hâlâ da müzik fotoğrafçısı olarak oldukça başarılı bir kariyerim var. Ama ne zaman işlerin biraz önüne geçsem hep bir yerlere gitmeye çalıştım. Çünkü bana göre Wu-Tang [Clan] ile ilgili bir şeyi anlamak istiyorsan Staten Island’a gitmen, toplu konut projelerine uğraman, oralarda yürümen ve müziği orada dinlemen lazım; orada seni nasıl çarptığını, oradayken müziği vücudunda nasıl hissettiğini görmen lazım. Farklı bir kavrayışın olur. Yani cigaranı alıp, kırmızı plastik bardakta biraz Hennessy’le arabayla Crenshaw’dan inerken dinlemek, dünyada olacağın herhangi başka bir yerden tamamen farklı bir deneyim olacaktır. Bence işe bu şekilde yaklaşmanın öğretici bir tarafı var. O yüzden de ne zaman imkânım olsa, farklı yerlerde fotoğraf çekmeye gidip bir şekilde daha büyük bir projeye yatırım yapmaya çalışıyordum. Böylece yıllar içerisinde bir sürü şey birikti elimde. Ve sonrasında düzgün bir arşive yatırım yapmaya karar verdim. Çok iyi ve pahalı bir tarayıcı aldım. 2012 yılında asistanımla beraber taramaya başladık. Sanırım 4500 kadar fotoğraf taradık. Hatırlamadığım birçok şey buldum ve sonra da onlarla oynamaya koyuldum.

Daha önce sergilerde göstermek üzere bu kitabın farklı versiyonları hazırlamıştım. Yani yıllardır üzerinde çalıştığım bir şeydi. Ama bu sefer farklı olan bunu dijital olarak yapmam oldu. Aslında hâlâ kağıt makasla yapmayı tercih ediyorum. Dijital olarak yapmak biraz farklı bir kafa gerektiriyor. Büyük uğraşılar neticesinde kitabı yaklaşık 450 fotoğraflık bir versiyona indirgedim. Lanet olası dev gibi bir şeydi, hem yatay hem dikey olarak da işliyor… Ardından ilgilenebileceğini düşündüğüm insanlara el uzatmaya başladım, ama ilginçtir irtibata geçtiğim insanlardan hiç biri kitapla ilgilenmedi! Fakat yok yerden bir anda da University of Texas Press’ten habersiz bir e-mail aldım. Elimde kitabın PDF’i vardı tabii; David Hammrick de önceden çalışmalarımı beğeniyordu, ama bu koca şeyi gördüğünde “Tamam, peki, bu da iyi... ama ortalama bir fotoğraf kitabının içinde 85 görsel olur, sende 500 küsür var. Elemen lazım, en azından 200’e yaklaştırmayı hedefleyelim,” dedi. Ben de oldukça hızlı bir şekilde neredeyse 225 fotoğrafa indirdim. Kitabın hazırlık sürecinde birtakım dolambaçlar oldu; bir ara Lauryn Hill’i kaybettiğimi düşündüm, sonrasında [Erykah] Badu çıkageldi, Lauryn geri döndü... Bu kitapta olmayan Quantic, the Roots, Old Dirty [Bastard] gibi isimler için üzgünüm. Artık onlar da ikinci ciltte olur. Yani umarım bu yaptığım son fotoğraf kitabı olmaz. Kitap sadece iki gün önce elime geçti. Gerçekten bittiğine inanamıyorum.

“Yolumu bulabilmek ve bu işleri yapabilmek için gereken tevazuyla yürüyebilmeyi Los Angeles’taki Siyahi Sanat AKIMI topluluğundan öğrendim. Horace Tapscott’tan the Freestyle FellowshIp’e, the Pharcyde ve Cyprus HIll’e kadar tüm bu isimlerden... Gerçekten de onlarla beraber çalışarak yürümeyi öğrendim.”

Image

J Dilla, Clinton Township, Detroit, Michigan, ABD, 2000

Image

Leon Ware ve George Clinton, the Mayan Theatre, Los Angeles, California, ABD, Aralık 2012

Image

The Watts Prophets, Watts, California, ABD, Ekim 1996 - The Watts Prophets ve Father Amde Hamilton’ın ailesi, Los Angeles, California, ABD, Ekim 1996

Image

Thundercat, Los Padres National Forest, California, ABD, 2015

Image

Wilson das Neves, Rio de Janeiro, Brezilya,Ekim 2002 - Vai-Vai (Grêmio Recreativo Cultural Social Escola De Samba Vai-Vai), São Paulo, Brezilya, Ekim 2002

Image

Art Laboe, Original Sound Studios, Hollywood, California, ABD, Nisan 2010 – Laboe, “Oldies But Goodies” terimini ilk ortaya atan kişi, kendisi aynı zamanda 1960’ların sonunda Dyke and the Blazers’ı ve George Miller’ı kaydetmiş. Los Angeles, California, ABD, Şubat 2010

İnsanların biraz daha aşina olduğu işlerine gelecek olursak zamanında Los Angeles’taki hip hop sahnesine nasıl dahil oldun? Dışarıdan gelen biri olarak bu nasıldı? Ve bu ilk deneyim farklı ülke ve yerlerdeki sahneleri fotoğraflamaya olan yaklaşımını nasıl etkiledi?
Bu sahneden the Freestyle Fellowship, the Pharcyde, Ava DuVernay, Horace Tapscott ve Billy Higgins, Reggie Andrews ile Ben Caldwell, Billy Woodberry ... Liste daha uzar gider, ama bu ve daha birçok ismin etkisiyle oldu. Bana karşı çok cömertlerdi. İşimin temellerini gerçekten bu adamların yanında dinleyerek, izleyerek ve neyin çalışıp neyin çalışmadığını görerek öğrendim. Bir de Eric Coleman var. Eric hayatıma 1996 sonu, 1997 başına doğru girdi ve bana çok yardımcı oldu. Ben Los Angeles’ta öğrendiğim kurallar dizisiyle dünyaya açıldım: Fotoğraf çekmenin ne zaman uygun olduğu, ne zaman olmadığı, konuşmanın ne zaman uygun olduğu, ne zaman olmadığı, dinlemenin ne zaman uygun olduğu, ne zaman da fotoğraf makinesini tamamıyla ortadan kaldırmanın uygun olduğunu anlamak. Bu ve benzeri topluluklar ki sıklıkla da kaynaklara en son erişim kazanabilen insanlardan oluşan topluluklar bunlar. Onlarla nasıl ilgilenmek gerektiğinin kuralları ve böyle şeylere karşı hassas olmak. Sanırım bu konuda artık biraz daha iyiye gidiyoruz, ama biliyorsun ki hâlâ olması gerektiğinden yavaş. Ama evet, onlardan ve tabii ki de Sekula’dan, Mike Davis, Michael Asher gibi insanlardan öğrendim tüm bunları. İrlanda’dan gelmek, dışarıdan gelen biri olmak da bir yerde aslında işe yaradı çünkü beni bir yere oturtmaları zordu. L.A. kültürü biraz da “Hangi liseye gittin?” tarzı bir şeydir. Halbuki ben İrlanda’da Limerick’te St. Clements’e gittim ve kimse onun nerede olduğunu bile bilmiyordu. Biraz garip bir aksanım da vardı. Tabii artık biraz yok oldu ama hâlâ tuhaf. Ama sonuçta yolumu bulabilmek ve bu işleri yapabilmek için gereken tevazuyla yürüyebilmeyi Los Angeles’taki Siyahi Sanat akımı topluluğundan öğrendim. Horace Tapscott’tan the Freestyle Fellowship’e, the Pharcyde ve Cyprus Hill’e kadar tüm bu isimlerden. Gerçekten de onlarla beraber çalışarak yürümeyi öğrendim.

Peki o dönem West Coast hip hop’ına baktığında, o zamanki bakış açından gelecek sana nasıl gözüküyordu? Ve o resimlere şimdi dönüp baktığında sence kültürel, estetik veya kişisel açıdan etkileri ve önemleri nedir?
Çok garip çünkü kesinlikle L.A.’de yaptıklarımızın gerçekten olabilecek en önemli şey olduğuna inanıyordum. Hem müzik açısından tüm ülkedeki en önemli şey, hem de dans, müzik, şehrin Siyahi Sanat akımı topluluğuyla olan ilişkisi ve zamanında the Freestyle Fellowship gibi insanların temsil ettiği şeylerin en iyisi açısından Los Angeles’ın özgün ve acayip bir katkı sunabileceğine inanıyordum.

Gelecek konusunda hiç düşünmedim… Yani The Chronic’in geldiğini göremedim. Diddy’nin geldiğini, gösterişin, mücevherlerin o şekilde geleceğini gerçekten göremedim. Potansiyel olarak pop müziğin son hedef olacağını göremedim. Tabii ki hâlâ bazı açılardan da değil, ama yani bunun gibi şeyler... Zaten görebilseydim çok daha zengin olurdum! Jimmy Iovine’la çalışıyor ya da benzeri bir bok yapıyor, dünyaya gerçekten kötü bir şeyler sunuyor, bir şekilde de üniversite kampüsleri falan satın alıyor olurdum. Ama benim ilgimi çeken üniversite radyolarına nasıl ulaşacağımızdı. Nasıl böyle kültürel etkinliklerin gerçekleşebileceği, destek görebileceği bir mekân bulabiliriz? Aslında “Her şeyin illa Snoop ve N.W.A. hakkında olmasına gerek yok. Orada olabilirler! Ama the Pharcyde ve the Fellowship de olabilir” diyebilmenin ve hikâyeyi kitapta olduğu şekilde formüle edebilmenin harika bir tarafı var. Yani ben her zaman kitabın daha fazla L.A.’ye ihtiyacı olduğunu hissetmişimdir, içerisinde bayağı fazla olmasına rağmen. Greg Tate de bana dedi ki, “Vay be! Bu L.A. işini tam tutturdun!” Ama bunu gerçekten yapabildim mi bilmiyorum. Bence bu kitabın aleyhinde gösterilebilecek şey, her nedense yeterince Los Angeles olmadığı olabilir. Yani hepsi orada! Billy orada, Horace orada, Easy E orada, [Ice] Cube ve [Dr.] Dre orada… Hepsi orada! Ve bu zordu. Benim için asıl olay bu sahneyi adil ve dengeli bir şekilde göstermek ve anlamak oldu. The Fellowship çok önemliydi örneğin. Onlar olmadan bir Bone, Thugs, ‘n Harmony olmazdı mesela veya Snoop’un o bildiğimiz şarkı stili olmazdı. Kültürel açıdan benim neslimden olanlar için hikâyenin önemli ve benim de en azından işaret edebildiğime çok sevindiğim bir kısmı bu.

Kesinlikle! Peki biraz da senin için fotoğraflama anından bahsedebilir miyiz? Fotoğrafını çektiğin ve beraber çalıştığın insanlara nasıl yaklaşıyorsun, iletişim kuruyorsun ve bu süreç içerisinde istikrarlı bir şekilde karşına çıkan neler var?
Benim için en temel şey bunun karşılıklı bir değiş tokuş anı olduğunu anlamak. İkimiz de bu anın üretiminde varız ve benim için her şey o değiş tokuş anını layıkıyla yansıtabilmekle ilgili. Bazen sonrasında insanlar gelip “Beni gerçekten ortaya çıkardın,” diyebiliyor ama bence ben paylaştığımız anı ortaya çıkarıyorum. Yaptığım yalnızca bu ve tabii bunun içerisine giren bir sürü teknik şey de var. Örneğin performans, kompozisyon, kullanacağın film çeşidi, lens çeşidi... Tüm bunlar da işin bir parçası ama ben onları oldukça basit tutuyorum. Teknikleri biliyorum ama hiçbir bir açıdan da teknik bir fotoğrafçı değilim.

Kitabın içerisinde karşımıza çıkan hikâyelerden bir tanesi Madlib ile cumbia ritminin tarihsel bağlamını ele alıyor. Bizimle paylaşabileceğin buna benzer şekilde her şeyin bir araya geldiği veya seni şaşırtan başka bir hikâye var mı?
Çok fazla var! Bakayım… Pek konuşmaya fırsatımın olmadığı ama anlatmak istediğim bir hikâye Brezilya’nın kuzeydoğusundan geliyor... Red Bull Music Academy şeyinin bir parçası olarak Brazilintime filmini çekmeye Brezilya’ya gittik ve orada plak arıyorum... Hayal etmeniz lazım, ben İrlandalı bir adamım ve çocukken televizyonu açtığımızda akordeon müziğine rastlamanın garip karşılanmayacağı bir evde büyüdüm. Ama punk ve hip hop dinleyen genç bir delikanlı olarak bu müzik hiç kıçımda değildi. Her neyse, Brezilya’nın kuzeydoğusunda rastladığım müziklerin çoğunun içerisinde de akordeon var ve bu müziği sevmeye başlıyorum. Garip bir şekilde akordeonu sevdiğimi fark etmek için 6 bin mil öteye gitmem gerekiyor. Brezilya’nın kuzeydoğusundaki bu müziği düşünme sürecinde aynı zamanda oradan gelen “embolada” adını verdikleri, bazen de “coco” dedikleri bir müziğe rast geldim. Öyle bir şey ki bu, bildiğimiz kadarıyla 1500’lü yılların ortasında Lizbon’dan Brezilya’ya getirilmiş bir çeşit şan battle’ı. Uyak içerisinde doğaçlama olarak gerçekleşiyor ve örneğin ben söylerken sen tef ile ritmi çalıyorsun. Sen söylerken de senin için ritmi ben çalıyorum ve bu şekilde de karşılıklı savaşıyoruz. Tabii benim için inanılmaz bir keşifti. Ve gerçekten birçok yönden de hip hop hakkında nasıl düşündüğümü etkiledi.

Aslında Brezilya’da hip hop hakkındaki düşüncelerimi değiştiren birçok şey oldu. Amerikaların Afrika’yla ilişkisini anlayışım Kolombiya Barranquilla’da kökünden değişti. Eksik halka hakikaten burası ve bence Karayipler’i anlamak için Baranquilla’ya gitmek lazım. Barranquilla bir plak cenneti ve Batı Afrika’yla doğrudan bir ilişkileri var. Ama Brezilya... Sambanın başlangıç hikâyesini gerçekten okursan hip hop’ın başlangıcından çok da farklı değil aslında. Kırsal bir toplumun yerinden edilip kentsel bir çevreye yerleştirilmesi, çoklu diyasporal çevrelerden gelenlerin müziklerinin kaynaşmaya başlaması gibi çok fazla paralellik var. Ardından “coco”ya bakacak olursan hip hop’ın kullandığı mekanizmalar zaten burada mevcuttu. Bunu görmek benim için çok büyük bir şeydi ve hip hop’ı ulusal bir proje olmaktan azat etti. Bu görüş bence hip hop’a uluslararası veya dünya çapında, diyasporal kaygılar ve sivil haklar politikasıyla şekillenmiş fakat bunun çok daha ötesine gidebilecek bir ölçü ve erişimde bir fenomen olma olasılığını açıyor. Ben de nihayetinde Brezilya’nın kuzeydoğusundaki müzikle ilgili bir film yapmaya başladım ve oraya gidince farkettim ki “embolada”nın en önemli icracılarından bazıları kadınlar, içlerinde seni yakıp kül edebilecek bir ateş yanan yaşlı kadınlar. Yani 80 yaşında bir kadının doğaçlama olarak böyle sağlam güfteler saçtığını görmekte gerçekten özel olan bir şey var.

Buna benzer bir sürü şey var: Fela Kuti’nin ilk cover versiyonu Barranquilla, Kolombiya’da yapıldı mesela; Mulatu Astatke’nin ilk korsan kaseti Cali, Kolombiya’da çıktı. Ve burada 1970’li yıllardan bahsediyoruz. Yani insanların Éthiopiques kayıtlarıyla veya Fela’yla ilk defa, ikince defa kafayı kırmalarından çok daha önce. Bizim Fela’yı anlamamız bayağı zaman aldı. Halbuki Kolombiya’da bu boku anında söktüler, çünkü bir karnaval müziği onlar için. Sonuçta yıllar boyunca işaret etmeye çalıştığım birçok altmetin ve altkonu oldu ya da Madlib gibi insanların bana işaret etmeye çalıştığı... Madlib’in en etkileyici yanı tamamen açıklanamaz olması. Orada akademik bir araştırma falan yok. Diyaspora adeta Madlib’in içerisinde yaşıyor, anlatabiliyor muyum? Gerçekten öyle ve bu harika.

Peki kitabında kültür bekçileri olarak bahsettiğin plak arşivcilerinin fotoğraflarına değinecek olursak bize bu gittiğin yerlerden, oralarda tanıştığını insanlardan hatırladıklarını veya bulduğun plakları biraz anlatabilir misin?
Aklıma ilk gelen, Belém’e giderken sabahtan akşama kadar kullanılmış plak satanların bir arada olduğu bir yer vardı. Ama herkes alacağını almış ve ortada pek bir şey kalmamış fakat sonra bir gün kötü Portekizcemizle ıstırap çekerken –Amazon’un ortasında İngilizce konuşan kimse yok haliyle– ve orada bir yerde plaklar olduğunu bilip bir türlü onlara erişemezken adamın biri biz dükkândan dışarı çıkarken peşimizden geldi. “Şurada arkada yaşayan, gerçekten plakları olan bir adam var,” dedi. Biz de, “Adamım, haydi gidelim!” dedik. Oraya indiğimizde pembe bir duvarın önünde bir yığın plakla duran adamı gördük. Üstü yok, 1.50 boylarında. Bir metreden biraz daha yüksek bir kapı aralığından adamın evine girip holü geçtikten sonra evin geri kalanının tamamen plakla dolu olduğunu gördük. Adama isimler vermen, sanatçılar listelemen lazım ki adam senin ne noktada olduğunu anlasın. İnanılmaz eğlenceli bir deneyimdi. Oraya iki defa daha gittik ve ilk günden sonra geri gittiğimizdi “Vay be, resmen adamın hayatını etkiledik” dedik, çünkü tüm ev temizlenmişti, farklı kıyafetler falan giyiyordu. Ama adam gerçekten kafaydı. Benim için en heyecan verici şeyler de bunlar. Gerçekten akılda kalanlar genellikle müzikle gerçek bir bağı olanlar ve başka insanları da zor olan plaklara, çoğu kişide olmayan plaklara doğru giden yolu bulmaya neyin çektiğiyle ilgilenenler.

Sonlara gelirken müzikle ve özellikle hip hop’la olan ilişkin sence yıllar içerisinde nasıl değişti?
Sanırım öncelikli olarak derinleşti. Pek de eskisi kadar keyifle dinleyecek vaktim yok artık; bir çocuğum ve çok fazla iş var. Ama hiçbir şey beni bir saat boyunca rastgele plak aramaktan daha mutlu edemez. Benim için olabilecek en güzel şey bu.

Peki son olarak da DJ setlerine nasıl yaklaşıyorsun? Ve bu aralar ne dinliyorsun?
Bu durumda ne çalışır? DJ setler en çok bunu anlamaya çalışmakla ilgili. En sevdiğim tür setler de kimsenin bildiği tek bir parça bile çalmadığım zamanlar. Yani asıl hayal bu. Herkes heyecanlı, ama kimse müzikleri tanımıyor. Son zamanlarda birtakım nadir bulunan Sun Ra işlerine rastgeldim, onları dinliyorum. Phineas Newborn dinliyorum. Doğrusu şu ki, J-Rocc bana kitaptan esinlenerek bir mix hazırladı ve elime aldığımdan beri onu dinliyorum. İlk dinlediğimde ağladım çünkü J-Rocc benim için DJ’ler arasında efendilerin efendisi ve onun kitaptan ilham alarak kendi plaklarının arasına daldığını duymak beni çok etkiledi...

Image

 

ÖNCEKİ Tarık Töre’nin güneş sistemine hoş geldiniz: Whellkom SONRAKİ 2017: En iyi 50 albüm
Bu yazıyı paylaş