Gökçen Kaynatan neden bir efsane?

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Gökçen Kaynatan neden bir efsane?

Röp: Haluk Damar
ÖNCEKİ 2017: Müzik klipleri, yeniden basım ve derleme albümler SONRAKİ İstanbul punk mitolojisi: Tünay Akdeniz

Geçtiğimiz Aralık ayında Gökçen Kaynatan’ın Finders Keepers etiketiyle yayınlanan ve erken dönem elektronik kayıtlarından özel bir koleksiyonu dinleyiciyle paylaşan plağının lansmanı kapsamında Bant Mag. Havuz’da gerçekleştirdiğimiz bu söyleşide, kendisinin neden bir efsane olduğunun temeline inmeye çalıştık. 

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Gökçen Kaynatan Türkiye'de icra edilen müzik adına önemli bir efsane. Artık doğru-yanlış kavramlarının bulanıklaştığı bir çağda yaşıyoruz, efsane sıfatının içeriği de hem bizde hem dünyada bir hayli genişledi o nedenle. Geçtiğimiz Aralık ayında Gökçen Kaynatan’ın Finders Keepers etiketiyle yayınlanan ve erken dönem elektronik kayıtlarından özel bir koleksiyonu dinleyiciyle paylaşan plağının lansmanı kapsamında Bant Mag. Havuz’da gerçekleştirdiğimiz bu söyleşide, kendisinin neden bir efsane olduğunun temeline inmeye çalıştık. 

Öncelikle Gökçen Kaynatan’ın Türkiye’de yabancı müziğin plağa kaydedilmesine öncülük ettiği gerçeğini kenara yazalım ve yetiştirdiği isimlerden biraz bahsederek başlayalım. Örneğin Türkiye müzik tarihinin önemli isimlerinden biri Silüetler ve Mesut Aytunca. Gökçen Kaynatan, Mesun Aytunca’nın hocası. Ona bas gitarı yokken kendi eliyle atölyede bas gitar yapan kişi aynı zamanda. Sadık Bütünley - Dede Korkut Destanı 1 ve 2 Türkiye’de çıkmış en önemli 45’liklerin ilk 20’sinde yer alır muhtemelen. Sadık Bütünley’in de hocası Gökçen Kaynatan. Cem Karaca’yla da çalışma zamanı bulmuş ve daha sonrasında aklınıza gelebilecek birçok isme öncülük, hocalık ve mentorluk etmiş. Ve şimdi mikrofonu kendisine uzatıyoruz. 

Image

Türkiye’de 1950’lerden itibaren, yoklukları çerçeveye alarak, yabancı müziğin sizin nezdinizde nasıl geliştiğini sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz?
Haluk kardeşimiz yokluktan bahsetti. Biz elektro gitarı yabancı magazin mecmualardan gördüğümüzde kalbimiz çarpardı. Ah bizim de böyle bir gitarımız ne zaman olacak derdik. Yoktu. Türkiye’de hiçbir şey yoktu ve ben o zamanlar yokluk nedeniyle insanın bir arayış içine girdiğine inanıyorum. Ne yapabilirim de burada biz müzik yapabiliriz düşüncesi doğuyor. Bu altı yaşından itibaren başladı ve lise çağında had safhaya geldi. Özellikle derslerde proje çizmek hoşuma giderdi. Öyle bir şey yapayım ki, orkestranın 4 tane elemanı varsa en az 5-6 kanalı ve altında büyük bir amplifikatör olsun. Hem taşırken kolaylık olur hem de kullanmak kolay olur diye düşündüm. İki kanal da efekt kanalı yaptım çünkü o zamanlarda elektronik müziğe merakım vardı. Her yaptığımız parçada bir efekt eklerdik üzerine. Bunun yapımı için sağda solda araştırma yaptım ve Doğubank’ın karşısında bir radyo tamircisi var, adı Necdet, soyadı Altınçizme. Bu sana gerekli imalatı yapar dediler. Projemi aldım gittim ve kendisine dedim, “Bak burada dört kanal var, iki kanal da efekt kanalı var, pilkap var, teyp var, toplam sekiz kanal, bası, tizi ve bir de volümü olacak” derken ben o arada preamplifikatörü tarif etmişim, haberim bile yok. 2000 yılında öğrendim onu. Dedim altında da güçlü bir amplifikatör olsun. O zaman yerli amplifikatörler var, camide, toplantıda filan onlarla konuşup söyleşiyorlar. “Tamam” dedi, “Yaparız ama buna bir kap lazım”. Mobilya dükkânımız da vardı ben ona şık bir kap yaptım. Tekerlekli olduğu için taşınması da kolaydı. O aleti biz ben üniversiteyi bitirene kadar kullandık. Yıllar sonra, 2000 yılında, üçüncü dünya ülkelerinde –ülkemiz Türkiye de onlardan biri oluyor– rock’n’roll, pop nasıldı diye Hollanda’dan bir ekip geldi. Bizim basında da çıkmış bu makinenin resimleri vardı. Bu ne diye sordular. Dedim ki bu sekiz kanallı, enstrümanlar içerisine giriyor, efekt de yapabiliyoruz, altındaki büyük amplifikatörden de sesimiz çıkıyor ama toplu olarak çıktığı gibi biz onu nereye gitmek istersek kolayca taşıyıp götürebiliyoruz da. Dediler ki o tarihte dünyada böyle bir alet yok, “Siz bunu nereden düşünüp de yaptınız?”. Dedim, “Arada bir yukarıdan yolluyorlar, çiziyoruz”. Halbuki söylesem ki yokluktan kaynaklıyor! Yok. Ülkede hiçbir şeyimiz yok. Derken Metin Aytunca ders alıyor benden, talebem. Erol Bilem [Silüetler] ders alıyor benden, talebem. Bilgesu Duru ders alıyor benden, talebem. Hepsi de yetenkli talebeler. İlk orkestramı onlardan oluşan bir ekiple kurduk. Kurduk ama Mesut Aytunca bas gitar çalacak, bas gitarı yok. Haydi bizim mobilya dükkânına gittim ve bir şey çizdim, üzerini de bakırdan bir plaka kapladım, kromaj yaptım, mikrofonlar koydum ve bayağı yakışıklı bir bas gitar oluştu. Yüksek Kaldırım’da Papa George vardı, oradan da bas tellerini aldım. Uzun seneler kullandık bu bas gitarı. O zamanlar da Sinema 63’te, sağda solda bize normal sinema vermiyorlar. Biraz da ayıp olmasın ama, engelliyorlardı çıkmamızı. Baktık ki olmuyor kendi konserimizi kendimiz yapar olduk ve Sinema 63’te bir konser vereceğiz ama tesisatımız yok. Necdet’e, “Sende amplifikatör var mı seslendirmek için?” dedim, “Bir tane Meazzi amplifikatörüm var, bir uyduruk Echo’m var, bir D12 var, bir de yumurtadan mikrofon var. İyi dedik, getir onları. Şimdi davetiyenin arkasına Ses Düzen: Necdet Altınçizme, Elektronik Düzen: Atilla ya da Işık Erbay diye yazıyoruz. Her konserde elektronik düzen derken Necdet Altınçizme boş durmadı gitti Meazzi’ler aldı ve bugün Türkiye’nin en büyük ses düzeni sistemine sahip bir imparatorluk kurdu. 

Şimdi Gökçen Kaynatan gibi işin en başını yakalayınca yok kavramı önemli, bunu aklımızda tutmaya devam ediyoruz ama yokluktan nerelere gideceğimiz daha önemli bence. O zaman konserler nasıl geçiyordu? Meşhur iskeletin kalktığı özel konserleri  anlatabilir misiniz?
Şimdi sene 1952, 1953, 1955... Orkestranın ses düzeninin taşıyıcısı var. Yani bizim bugün “roadie” dediğimiz olay 1952 yılında bizde var. Stüdyomuz [Kadıköy] Moda’da Bostan Sokak’taydı. Oradan alıyor tesisatı ve hangi sinemada konser yapacaksak getirip kuruyor ve düzenini bağlıyordu. O arada bizim elbiselerimiz ütülenirdi. Herkesin kıyafeti vardı. Son zamanlarda dört beş takım kıyafetimiz vardı ve herkes bir örnek giyinirdi. Gerçek anlamda her konserde şov yapardık. Tabii ki o yıllarda alışılmamış bir düzendi, bayağı beğeni gördü. Gökçen Kaynatan ve Arkadaşları 1952 yılında kuruldu. Bugün hâlâ Gökçen Kaynatan ve Arkadaşları devam ediyor. Bir kısım arkadaşlarımız rahatsızlık ya da vefat dolayısıyla ayrıldılar ama hâlâ bizim orkestramız duruyor. Bir gençler orkestramız var, bir de duayenler orkestramız var. Duayenler orkestramızda 35 prova yapıyoruz ama konserin % 40’ına geçmiyor başarısı ama gençlerden oluşan orkestrayla % 70 - % 80 başarı sağlıyoruz. Bir yandan da elektronik müzik devam etti, oradan televizyon programları başladı. Gökçen Kaynatan ve Elektronikleri Yıldız Yağmuru’nda. O konserlerde şov yaptığımız zaman o günkü düzen nedir? En yenisi? Mor ışığı. Mor ışığını Almanya’dan aldım getirdim Türkiye’ye. Sene 1955’i geçmiyor. O arada da tesisatı yeniledik. Fender Dual Showman amfi, Fender Jazzmaster gitar, Farfisa org getirdim ve Türkiye’de bunlar o dönemde çok nadir bulunan eşyalardı. Bir de mor ötesi ışık getirdim. O yıllarda Kilink var. İskelet giysisi var. Gündemde, herkes çok beğeniyor. Kıyafetlerimizin arkasına vücudumuzun formunda Kilink yaptırdım. Şimdi konserde normalde ışıklar yanıyor, ama parçanın en heyecanlı yeri gelince birdenbire arkamızı dönüyoruz, ışıklar kararıyor ve Kilinkler çıkıyor, başlıyor çalmaya. Bağıran bağırana. Genelde de sandalyeleri filan kırıyorlardı da o tarafını anlatmayayım. Sonra bir bakıyorsunuz, yerden bir iskelet kalkıp uçuyor. Bu nasıl uçuyor diye soruyorlardı. İşte o da bizim sırrımız oluyordu. Böyle şovlarla devam ediyorduk. 

Bir yandan prodüksiyonlar da başladı bu yıllarda. Ama prodüksiyonların detayına girmeden önce dinleyicilerimize baştan bir profil çizmenizi istiyorum. Bir kişi olarak ürettiğiniz prodüksiyon ve projelerin mimarlığına dair. Önce fikir, sonra resim, sonra proje, sonra bunu geliştirmeniz, o arada müziği yapmanız... Bunu detaylıca anlatabilir misiniz?
İç mimarım, endüstriyel tasarımcıyım ve Kültür Bakanlığı’na kayıtlı bir ressamım. Ayrıca mahkemelerde 1999’dan bugüne kadar sekiz ayrı meslekte yeminli bilirkişiliğim var. İlk günden itibaren bir eseri yapmadan önce evvela onun temelini hazırlardım. Bir resim çizerdik. Konser olacaksa farklı olurdu, televizyona aktarılacaksa farklı olurdu. Tasarımdan sahneye aktarılışına kadar bütün geçen süre içerisinde, export’u dahil, hepsi bir kişiyle oluyor. O zaman mesela televizyon programında “Doğanın Ötesi”, “Evren”, “Sihirbaz” çalıyorsa bizim dekor yapmamız ya da dans etmemiz gerekiyordu. Aytolon’a bize bir uzay dekoru lazım, yapabilir misin diye soruyordum. Diyordu ki, “Abi ben uzaya gitmedim nereden bileyim uzay dekoru”. Merdivene çıkıp uzay dekoru hazırlıyor, sonra da konusuna göre danslarını canlı klip olarak programda yapıyorduk. Ama şanssızlığımız şu oldu ki ki ilk televizyon programı Maçka Teknik Üniversitesi’nin deneme yayınlarıyla başladı. Ampeg kayıt teybi renkli çekiyor ama yayın siyah-beyazdı.

Bir yandan da prodüksiyonlar devam ederken her parçaya elektronik yapılar ekliyorsunuz en başından beri. Biraz da bunu detaylandırabilir misiniz?
Dediğim gibi o zamanlar elektronik cihazlar yok, synthesizer yok, sampling yok, bilgisayar yok, hiçbir şey yok. Bilgisayar deneme amacıyla çok basit bir kavramla girdi piyasaya ama pek fazla bir şey yapma imkânımız olmuyordu. Topkapı’da bir hurdalık vardı. Orada birtakım uçaklardan, radarlardan filan gelen elektronik eşyalar bulmak mümkündü. Ben de gittim oradan bir radar osilatörü aldım. Baktım onda birtakım frekans değişiklikleri yapabiliyorum. Bizim “Sihirbaz”, “Evren”, “Cehennem” ve sonrası “Cehennem Yolu”. “Doğanın Ötesi” ilk yapıt 1972 tarihli. “Anjiyo” 1979’da. Biraz da parçaların doğuşu yaşanmışlıktan kaynaklanıyor. Özellikle “Anjiyo”.

“Anjiyo”ya gelmeden önce kronolojik sıra ile gidersek biraz da Moda sahillerini ve Moda'nın müziğinize yansımasını anlatabilir misiniz?
Moda’da yaşıyoruz, deniz kenarındayız. Moda İskelesi’nde denize madenî para atardık, tabii çocuğuz o zaman. 12 metre derinlikteki paranın madenî parıltısını görürdük. Bir süre sonra bunlar görünmez oldu. O zamanlar müteahhitler Kalamış’tan itibaren bütün sahil semtlerini binalarla doldurdular. Foseptiklerini, taşmalarını, kanalizasyonlarını ördüler. Dolayısıyla her şey denize akar oldu. Kalamış sahilleri istiridyelerle doluydu. Toplayabiliyorduk. Hepsi kayboldu. Şimdi temiz dediğimiz denizin de dibini görmek mümkün değil ama hasbelkader onu kabul eder olduk. 

Moda’daki bu yaşamdan “Doğanın Ötesi” ortaya çıktı.
Evet, “Doğanın Ötesi” küresel kirlenmeyle ilgili resimler yapmaya başladım ve beş tane resim yaptım. Bilemiyorum. Dünya ona çok çabuk bir şekilde yaklaştı. Çok az bir süre kaldı. Az dediğim 250-350 senemiz filan var. Biz göremeyiz de... 350 sene sonra dünya ve tüm gezegenler büyük bir karadelik tarafından yutulacak ya da büyük bir gök cismi var. Şu an dünyanın etrafında 40 bin tane kadar geziyor. Günün birinde bunlar çarpacak. Cenneti başka bir yerde arıyoruz ama aslında dünya bize armağan edilmiş bir cennet. Yok evrende böyle bir gezegen daha. Varsa da metalik madde olarak var. Bizdeyse her şey bir altın kesik ama biz onu asırlar boyunca hep tükettik. Bugün de tüketiyoruz. Yarın da tüketeceğiz çünkü bu insanlığın zaafı. 

Image

Image

Gökçen Kaynatan’ın müziğinde 1970’li yılların başına henüz gelmedik ama görüyorsunuz ki katmanlar üst üste. Kendi yaşadığı sokaktan kendi hissedebildiği hayallere, evrene kadar her şey var. Biraz önce bahsettiğim mimari de zaten bunun detaylı bir çalışması. Şimdi biraz kaydedilmiş müziklere geleceğiz ama öncesinde ilk Almanya yıllarınız ve benim sonradan sizi araştırırken Alman gazetelerinden kaba tercümeyle öğrendiğim kilisede verdiğiniz bir elektronik konser. Konserin müziği kadar kilisedeki figürleri ışıkla canlandırıyor olmanız ve insanların buna verdiği tepki... O konseri o yılların ufak bir girişiyle birlikte anlatabilir misiniz?
Almanya’da bir iş buldum, teknik ressam olarak oraya gideceğim çünkü Türk’e pek kolay kolay alışamadıkları için kabul etmek istemiyorlar ya da bilemiyorum nedendir. Goethe Schule’ye gideyim dedim. Birinci dönem derslere başladık. Okulda dünyanın her yerinden gelen talebeler var ve dönem sonunda prensip olarak onlar milli şarkıları ve danslarını konser olarak yapıyorlar. Bize de yapar mısınız dediler. Aletlerimin yanımda olmadığını ama bulurlarsa yapmaya çalışacağımı söyledim. Orada bir Alman hanımefendi bu işi organize ediyordu, “Tamam, burası Almanya, buluruz” dedi ama bulamadılar. “Hiç olmazsa bir flemenko gitar bulun bana onu çalayım” dedim ama şartım var: “Konserin sonunda çıkarım, tek parça çalarım, ikinciyi çalmam, çıktığım zaman büyük bir mum –kilise olduğu için kolay o–, bir tabure bir de gitarımı bulacaksınız bana ve mumu da siz yakacaksınız” dedim. Hepsini yaptı ve ben orada 15 dakikalık bir medley yaptım. İkinci parçayı çalmadım, üç dört defa bis yaptırdılar. Okulun müdürü, “İkinci dönem de buradasınız, okul tarihinde bir ilk olacak, acaba solo bir konser verir misiniz?” dedi. Tamam dedim. Okulun imkânı ki çok genişti ve Almanya’nın tüm imkânları, ne isterseniz emrinizde dedi. Gerçekten sahneye Dynacord iki buçuk metrelik kolonlar getirdiler. 1500 watt'lık amplifikatör. Yanımda “Cehennem” parçasının bantı vardı, “Pencerenin Perdesini”, “Beyoğlu’nda Gezersin” var. Tamam dedim, okulda 20-25 Türk vardı, onlardan oluşan bir koro kurduk. Konserin birinci bölümünde “Pencerenin Perdesini”, “Beyoğlu’nda Gezersin” gibi şarkılar söyledik. İkinci bölümdeyse dediler ki, “Sinir hastası ya da kalp hastası salonu terk etsin, frekans müziği yapılacak”. “Cehennem” adlı parçayı yapacağız. Parça başladı, gayet sakin gidiyor. Bir ara bir pıtırtı oldu. Parçanın boyutu 12-13 dakika filan. Sonradan öğreniyorum iki tane Alman Hanım bayılmış. Şimdi bunun nedeni de biraz frekans müziği olması. Bir de sahnenin etrafında İsa’nın bütün havarileri heykel olarak duruyor. Bizim Alman hoca okulda bir ışık oyunu öğretti. Ben orada ışık oyununu frekansla birlikte tatbik ettim. Birkaç değişik açıdan slayt makineleriyle yukarıya ışık vurduk ve heykeller başladı hareket etmeye. Frekansla birleşice herhalde biraz fazla korktular ve böyle bir olay oldu. Mahalli gazete diyor ki, “Birinci konserin sonunda bir Türk kişi lansman çıktı, konserin dessert’ini, yani tatlısını sundu”. Demek ki beğenmişler. İkinci konser için de “Dünya savaşlarında bomba isabet etmeyen kilise, Herr Kaynatan’ın konserinde de yıkılmadı” diye espri yapmışlar. Böyle bir “Cehennem” olayımız var. 

Image

Şimdi Gökçen Kaynatan’ın müziğini anlatırken biraz kronolojiden saptık ama bu mecburi çünkü dediğim gibi çok katmanlı inanılmaz bir prodüksiyon var. Daha hâlâ 1950’li yılların sonunda, 1960’lı yılların başındayız. Şimdi orada kalarak kaydedilmiş müziğinize bir geri dönelim. “If I had a Hammer” cover’ı Odeon’dan ve daha sonra 1 Numara’dan “Evren”, “Sihirbaz” ve “Beyoğlu’nda Gezersin” yıllarını hatırlayalım. Önce “If I Had a Hammer” cover’ının Odeon hikâyesini, oradan da 1 Numara çıkışlı 45liklerin hikâyesini sizden dinleyelim.
1950’li yıllarda yapmış olduğum parçalar 30-35 sene sonra psychedelic ve new age olarak çıktı. Şimdi zamanında biz orkestrayı kurduk: Mesut Aytunca, Erol Bilem, Bilgesu Duru, bateride Erdoğan vardı. Sonra belli bir sene sonra Kerim Çaplı bile geldi bize. Bu sahnenin getirdiği bazı handikaplar var. Buna takılmadan bugünlere gelme nedenim özellikle o yıllarda sigara ve içki kullanmamış olmam. Ama arabamın torpidosunda her türlü Amerikan içkisi ve sigarası da vardı. Büyük zevkim babama ikram etmekti. Ben o yılları kazasız belasız bugüne kadar getirdim. Bugün de keyif olsun diye belki bir bardak şarap içebiliyoruz ama vücuda zarar verecek şekilde bir kullanma olmadı. Sadık Bütünley, Sabi vardı, Muzaffer vardı, Fahir Oltulu vardı. Fahir Oltulu Saint Joseph’deydi, Fransızcası mükemmeldi. Adamo çok meşhurdu ve Adamo parçalarını da söylüyordu. Adamı zorla sahneye çıkardık, sonra ismi Adamo Fahir oldu. Çok tutuldu. O zamanlar basın çok farklı bir boyuttaydı. İnsanları fazla sıkmazlardı, ne yapıyorlarsa o yazılırdı. Rahat rahat dolaşırdık ama yine de bir rahatsızlık vardı. 

Kerim Çaplı 14 yaşında bize geldi. Korkunç iyi bateri çalıyor. Aynı Ringo Starr gibi. Saçlar kahküllü. Boy kısacık ama namütenahi müzik yeteneği var Büyükada’da konser verdik. Üç defa arka arkaya verdik. En son konserimizde tembih ediyoruz, 12 vapuruna yetişeceğiz, yanımızdan ayrılma, arabaya tesisatlar yükleniyor, biz de yanındayız vapura biniyoruz. Kerim orada bir hata yaptı herhalde ve geride kaldı. Vapura bindik iskele çekildi ve Kerim kaldı orada. Bir anda etrafını sardılar ve Kerim yok. Bir hafta 10 gün sonra çıktı ortaya. Odeon’a gelince plakların hiçbirinden maddi bir menfaat sağlayamadım. Odeon’dan o sırada biz “Moda” ve “Fırtına” bestelerini yaptık. Her iki bestede de bateriyi Kerim Çaplı çaldı. Kerim Çaplı’nın belgeseli yapılıyor ama bu yok. Halbuki Kerim Çaplı’nın belki de en iyi yılları 14 yaşındaki yıllarıydı. “Moda”da epey farklı bir sound var. Bu soundda Kerim Çaplı’nın vurduğu baterinin tek tek, tane tane ritmini duyabiliyorsunuz. “Moda” ve “Fırtına” yapıldı. “If I Had a Hammer” ve “Savage”i çaldık. Maddi tarafını soruyorsanız hâlâ bugün bir şey almış değilim ama internette filan satılıyor plaklar. Bu bizim alışkanlığımız herhalde. Satıyorlar ama ödemiyorlar bir şey. Meslek birlikleri alıyor ama onlar da ödemiyor.  

“Moda”nın kayıtlarıyla ilgili anlatacağınız bir hikâye var mı?
Şimdi bu Odeon’un plağını o zaman Yeşilköy’deki stüdyolarında kaydettik. Ama onun dışındaki bütün elektronik  kayıtlar benim kendi kurduğum ve yeni çıkan plağımın kapak resminde göreceğiniz stüdyoda bir kişi tarafından yapıldı. Şimdi bütün sanatçılar der ki ilk klibi biz yaptık, sen yaptın, o yaptı, şu yaptı diye gider. Ama bizim o yıllarda sahnede ve televizyonda yaptığımız şovlarda her hareketimiz klipti. Benim daha sonra merakım şov dansı olarak devam etti. Baleden hanımkızlarımızı alıyorduk. Hanımkızların çalışması yasaktı. Onlara maskeler giydirip tanınmaz hale getiriyorduk ve şovlarımızda televizyonda dekorlarını hazırlıyorduk. Konulu danslı şovlar yapıyorduk. Bu Yıldız Yağmuru döneminde bayağı senelerce devam etti. Sonra Gökçen Kaynatan ve Arkadaşları Şov Orkestrası bir-iki sene sonra geldi ve birkaç sene hafta arası ve haftasonu programı yaptık. 

Image

Şimdi sizden Fakir Sihirbaz’ı anlatmanızı isteyeceğim ama o dönemki stüdyoyu, teyp kaydını ve o süreci kısaca bir anlatabilir misiniz?
[Plağı tutarak gösteriyor] Plağın kapağı, plağın arka yüzü, o yıllardaki teknik aletlerim burada. O yılların daha evveliyatı var. Orada böyle bir kasa yok, daha dağınık. Uzaktan kumandaları var. Akai X-330. Dört kanallı ama kanal demeyeyim, “track” diyeyim. Yarım inç bandı dörde bölüyoruz. Bir yüzünde iki kanal var, bir üç var, arkası dört iki ve ben onları full track olarak kullanmak suretiyle kayıtlarda yapıyordum ama epey zor oluyordu. Bu gördüğünüz parçaların hepsi o teknolojiyle çıktı ve yapıldıktan sonra gene 1970’li yıllarda “Sihirbaz”ı yaptım, “Cehennem”i yaptım ve Ankara’ya altı parçanın denetim için kaydını yolladım. Hepsi de denetimden geçti. Ankara’dan ekip geldi. Şimdi “Fakir Sihirbaz” deyince sihirbazın yeteneği var ama fakir zavallı. 

Bir video klipten bahsediyoruz “Fakir Sihirbaz” parçası için...
Evet. Klip için geldiler Ankara’dan, çekimler yapıldı. Benim bir spor arabam vardı ’62 model. O arabada manken Füsun Özben var, yanında bir beyaz hanım daha var manken. Yaşlı bir kişi arabayı kullanıyor. Fakir Sihirbaz zavallı. Gözünde gözleri, saçı uzun hâlâ o yıllarda. Kamera yaklaşıyor sihirbazın gözüne. Parmaklarını şıklatıyor ve bir anda arabada bakıyorsunuz adam yok, sihirbaz arabayı kullanıyor. Ama bu sihirbaz! Arabayı normal kullanır mı? Yeşilköy’de tam Gelik Restoranı önünde el gazını çekmiş, Füsun Özben ve diğer mankenler yanda, kamera da bizim evin balkonunda. Oradan geçiyoruz. El gazını çekmişim, 80 kilometreyle gidiyor araba. Sihirbaz yerinden kalkıyor, kaputun üstüne ayaklarını dayıyor, poposunu da çerçeveye dayıyor. Tabii o sırada kızların hiçbirinin haberi yok böyle bir şovdan. Kıyamet kopuyor, çığlık çığlığa. Herkes sanıyor ki eğleniyoruz biz ama heyecandan çığlık atıyorlar ve bütün klipleri cambazlık yaparak, dublörsüz çektik. 14 gün sürdü bu. Her şeyi aldılar gittiler. İşte acemilik orada başladı. Ben hiç düşünmedim tabii, onun bir de montajı var. Montajı yapamadılar. Mümkün değil hepsi birbirine karıştı. Onu çeken arkadaş da araba kazası geçirmiş ve bizim o 14 günlük emeğimiz heba oldu gitti. 1960’lı yıllar. 1968 gibiydi. Bazı emekler var tabii ki heba olup gidiyor böyle. Sonra Yıldız Yağmuru’nu yaparken bunları öğrendik. Öncelikle Kayhan Öztepe bir montajcıydı, çok iyi bir yetenekti. Yani hakikaten yokluktan geldik. Şimdiki gençlik çok şanslı. Teknoloji geldi ama yaratıcılık yok. Çocuk daha doğduğu anda altı yaşında kaldırıp okula yolluyorlar. Fuzuli ne kadar bilgi varsa yüklüyorlar. Çocuğun elinde iPad bütün keyfi oyun oynamak. İnsan öğrendikçe beyin hücreleri gelişiyor, geliştikçe yaratıcı oluyorsun. Öbür türlü çocuk 20 yaşına geldiğinde psikolojik rahatsızlıklarla boğuşuyor. Çünkü aldığı radyasyonlarla kavruluyor çocuk yaşında. İnşallah bu düzelecek ama pek ümitli değilim. 

Biz de kabaca sizin iPad’inize geçeceğiz. EMS Synthi’ye. Bu bölümde bir synthesizerdan bahsedeceğiz: EMS Synthi diye bir alet. Türkiye’ye nasıl geldiğini Gökçen Abi daha iyi anlatacak. Burada DJ Fitz’in bir sözünü hatırlatmak istiyorum. Ben daha Gökçen Kaynatan’ın bugünkü söyleşimize vesile olan, lansmanını yaptığımız plağındaki kayıtları teypten dinlemeden önce şöyle zihin açıcı bir şey söylemişti: “Bence Gökçen Kaynatan krautrock’tan önce krautrock yapmıştır”. Bunu sonradan araştırınca 1970’lerin başında krautrock’ın en önemli isimlerinden biri olan Klaus Schulze’nin atmosfer yaratmakta sadece EMS Synthi’yi kullandığı ortaya çıkıyor. Daha sonra daha modern zamanların efsane prodüktörü Aphex Twin’in EMS Synthi’den asla kopamadığı ortaya çıkıyor. Böyle uzay mekiği gibi bir aletten bahsedeceğiz. Detaylarını Gökçen Kaynatan anlatacak. Önce nasıl elinize geçtiğini, daha sonra ses özelliklerini bize detaylı bir şekilde anlatır mısınız?
Şimdi dediğim gibi ben radar osilatöründen bir syntehsizer yaptım da o kadar basitti ki hiçbir alternatifi yoktu, tek boyutluydu. Dışarıyla da temasım olduğu için iyi bir synthesizer almak istiyordum. Dediler ki bana, “Biraz beklersen iyi bir synthesizer çıkacak”. Bekledim ve nihayet geldi. Gittim aleti açtılar. Fişleri taktılar ve bir şov yaptılar bana. İki tane enstrüman girişi var dışarıdan, iki mikrofon girişi var. Stereo. 0 desibelden 40 bin Hz’e kadar çıkıyor. Dokunmatik bir klavyesi var. Harika bir şey. Makineyi aldık. Ama teknik detayları anlatan çocuk prizleri çekerken yüzüme tebessüm etti. Bayram değil seyran değil niye güldü bu bana? Kapadı çantayı verdi bana. Ben eve gittim. Koşa koşa çantayı açtım. Taktım onları ses yok. Sabaha kadar düt sesi çıkmadı. Koltuğumun altına aldığım gibi firmaya gittim. Sabah 7.30 muydu neydi bu beni gördü, gülüyor. Dedim ne gülüyorsun? “Çalamadın değil mi?” dedi. “Çalmıyor” dedim, “Sen çaldın bana bozuğunu verdin”. “Yok” dedi, “Sen bunun okuluna gideceksin”. Ne diyorsun ya? Satarken söylemedin ki! “Söyleseydim almazdın” dedi. Şansa oturduğum köyün yan köyüymüş. Bana bir kitaplar yüklediler, aldım, synthesizer’ın o yıllarda tamamını öğrendim. Komik olan Pink Floyd bir ara bunu kullandı. Birtakım sequencer devreleri kullandı. Barış Manço da kullandı. Başka tanınmış müzisyenler de kullanıyorlar ama EMS synthesizer ile melodi çalan ben bugüne kadar duymadım. Araştırın bakalım bulacak mısınız? Klavyeyi enstrüman olarak kullanan yok. Sequenceri kullanıyor, çalıyormuş gibi yapıyor ama ses onun sesi değil, başka birtakım aletlerin sesleri oluyor. “Doğanın Ötesi” ya da “Anjiyo”da dinleyeceğiniz gibi EMS’in frekans bütünlüğü ve kalitesi çok farklıdır, hemen anlaşılır. O dışarıdan gelen sanatçılarımız, şimdi isim vermeyeyim, Türkiye’ye geldiler konser verdiler ve biz en önden seyrettik. Altı metre mesafeden dinledik ve ben EMS sesi duymadım ama çalıyordu adam. Daha fazlasını ayıp olacak diye söylemeyeceğim. Şimdi bu alet 0 desibelden başlıyor 40 bin hertz’e kadar çıkıyor, yani 27 oktav. 27 oktavın ancak biz dörtte birini duyabiliyoruz. Ondan sonrası 15 bin cycle’ın üstüne çıktığı için kulağımız duymuyor ama duymamasına aldanmayın onu beş dakikanın üzerinde dinleyemezsiniz... Bizim Cumhur Atalay, TRT’den yapımcıdır, bir gün stüdyoya geldi. İkazlarıma rağmen 15 dakika kaldı ve “Bana bir şey olmadı” dedi. Ertesi gün bütün sanatçılar bindik arabalara Uludağ’a gittik. Saat 11.00’de bir kulak ağrısı tuttu Cumhur Atalay’ı, zar zor Bursa’ya yetiştirdik. Testler yaptılar, kulağın biri tamamen sağır. Diğer kulak da % 30 duyuyordu. Bu makine aynı zamanda bir işkence aleti olarak kullanılabilir. Onu dinlemeden osilatörden takip etmek lazım. Ama ben osilatörü getirmedim. Neyse bugüne kadar ucuz atlattık kısaca. “Doğanın Ötesi”nde dinlediğiniz Synthi AKS’ın sesidir. 

Gökçen Kaynatan ve Elektronikleri bizim ilk bir saatte değindiğimizin biraz daha dışında bir kavram. Çok önemli üç parçası var: “Cehennem”, “Cehennem Yolu”, “Anjiyo”. “Cehennem Yolu” ve “Cehennem”den başlayarak hikâyelerini ve teknik yapılarını anlatabilir misiniz?
Bizim dinimizde ve bütün dinlerde bir cennet bir de cehennem var. Aslında bizim dünyamız insanlara armağan edilmiş bir cennet ama sırlar boyu insanlar birbiriyle kavga etmişler ve ederken de sağı solu kırıp dökmüşler ve cennet aslında bilirsek kıymetini bizim yaşadığımız dünya. Ama cehennem bir kavram. Ben de “Cehennem Yolu”nu bir şekilde başlayarak yapıt haline getirdim. Yılı eski yıllara dayanıyor, 1969-1970’e dayanıyor. Ben kendime göre bir cennet yapayım dedim, o cehennem çıktı. Şimdi cehennem kavramı nasıl olur? Bildiğimiz kadarıyla dünya farklı bir boyuta gelecek, her şey dirilecek, zangoçlar çıkacak, birtakım sesler efektler şunlar bunlar diye düşündük ve onu elimizden geldiğince anlatıma yakışır halde kayda geçtik. Takdiri sizin. 

Son olarak Gökçen Kaynatan ve Elektronikleri’nin en önemli parçalarından biri de “Anjiyo”. Doğayla ilginiz olduğu kadar kendinizle olan ilişkinizin en önemli parçası. Onu da süreç olarak anlatabilir misiniz? Organik elektronik buradaki tartıştığımız mesele, o yüzden “Anjiyo”yla ilişkiniz de bence çok önemli. Çok detayına girmeden, kişisel bazı detayları çıkararak bir de onun hikâyesini anlatabilir misiniz?
Hani “Ben Almanya’dayken...” diye lafa başlanır ya, Goethe Schule’deyken benim sol gözümde bir nokta peydah oldu, göremez gibi oldum, beni kliniğe yolladılar. İngilizce biliyorum ama Almanca hiç anlamıyorum. Adamlar bana telaşla anlatıyorlar ben de “Ja! Ja!” diyorum ama hiçbir şey anlamıyorum. 15-20 gün lazer ışığıyla gözümü tedavi ettiler. Ondan sonra geçti ama benim baş dönmelerim geçmedi. Türkiye’ye geldiğim zaman gözüm bozulmaya başladı. Okul dönemindeyken 1 milimetrelik iki nokta arasına yedi tane çizgi çizerdim sonra onları göremez oldum. Gözlük taktım. 15 gün sonra gözüm yine bozuldu. Hacettepe’ye yolladılar beni. Hacettepe’de teşhis koyacaklar bir röntgen çekildi, sonra bir de anjiyo çekeceğiz dediler. Şimdi benim de iğneye karşı bir anti tebessümüm var. Bir iğne için iki buçuk saat kovaladıklarını biliyorum beni. Girdik hastaneye. Anjiyo çekilecek. Ameliyat kıyafetlerini aldık, oturttular beni. Koca bir lamba yukarıda. Doktorların ağzı burnu kapalı. İçeri girdiğimde bir tuhaf oldum. Ben gittim bir başkası geldi adeta. “Ne yapacaksınız bana?” dedim. “Seni bayıltacağız, kolunu bacağını bağlayacağız, bir iğne yapacağız ve beyninin röntgenini çekeceğiz”. “Beni bayıltmanıza müsaade etmem, bayıltmayın, elimi kolumu da bağlamayın, bacağımı da bağlamayın ama başımı bağlayın” dedim. Makine çalışıyor çünkü üstümde, belki ters bir şey olur. Ben size batırın dediğimde batırırsınız dedim. Bu tıpta bir ilk oluyor herhalde. İğneyi çıkardılar. Boyu 28 santim filan gibi, içindeki delik en azından 2,5 milimetre. Koca bir şırıngası var. Tentürdiyot sürdüler. “Bayıltalım, bağlayalım yoksa şırınga edeceğiz, beynin kavrulacak” dediler. “Yok” dedim, “siz devam edin”. Gerçekten beynim yandı ama sesim çıkmıyor. Bir de “En ufak bir gık yaparsam istediğinizi yapabilirsiniz” dedim. Çünkü operasyonda böyle bir şey yapmak mümkün değil. Ben de anlamadım nasıl kabul ettiler. Altıncı poza geldi. Sol tarafımdan bir kablo yanığı kokusu geliyor. “Yok” dediler, “Sana iğne yaptığımız için koku hissi veriyor”. Dokuzuncu poza geldik. Ben yukarıdayım, kendim aşağıda. “Kablo alev aldı” diye bağırdım. Hepsi o kadar. Hepsi söylenerek gittiler. Hemşireyle baş başa kaldık. Üstümde sadece örtü var, üşüdüğümü söyledim. “Şimdi sedye gelir, dört tane de adam gelecek, sizi koyup gidecekler” dedi. Bekledim, sedye geldi ama adamlar yok. “Kalkayım mı ben?” dedim. “Yok” dediler, “düşersin aşağıya”. Neticede ben kalktım çarşafımı da aldım, oraya serdim ve yattım. Hemşire dedi ki “Ben bunca yıldır buradayım, böyle bir anjiyo grafiği görmedim, duymadım, siz nasıl bir hastasınız?” Bu garip bir şeydir, anlatılmaz ama anlattım işte. Eve geldim. EMS’in başına geçtim hemen ve oradaki olayların hepsini frekans olarak döktüm. Bir yaşanmışlıktır o. Dinlemesi, takdiri sizde. 

 

 

ÖNCEKİ 2017: Müzik klipleri, yeniden basım ve derleme albümler SONRAKİ İstanbul punk mitolojisi: Tünay Akdeniz
Bu yazıyı paylaş