69. Cannes Film Festivali: Tüm sezon konuşulacak otuz film

Bu yazıyı paylaş
İçerik

69. Cannes Film Festivali: Tüm sezon konuşulacak otuz film

Yazı: Melikşah Altuntaş
ÖNCEKİ Švankmajer, kitle fonlaması ve kültür endüstrisinden kaçış: Böceklerin bağımsızlığı SONRAKİ "Rams" ve "Belgica" bu ay vizyonda: Beyazperdenin husumetli kardeşleri

Bu yıl 11-22 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirilen 69. Cannes Film Festivali’nde yine onlarca film izleyici ve sektör karşısına çıktı, geriye yıl boyu konuşacağımız bir avuç önemli film kaldı.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Gerek ticari, gerek sanatsal manada yılın belki de en önemli sinema olayı diyebiliriz Cannes Film Festivali için. Yönetmeninden yapımcısına, festivalcisinden dağıtımcısına, sinefilinden basınına kadar, tüm dünyadan binlerce sektör insanı ve film izleyicisi her yıl olduğu gibi bu yıl da mayıs ayının ortasını iple çekti ve nefis filmlerle dolu festival programına ve dünyanın en büyük film marketine on iki gün süresince misafir oldu.

Festival öncesi, yirmi bir filmden oluşan Ana Yarışma bölümündeki filmlerin açıklanmasından itibaren heyecan doruk noktasına ulaşmış ve merak dolu bekleyiş başlamıştı. Almodovar, Jarmusch, Loach gibi ustaların başını çektiği programı takip eden üç yan bölüm de dünyaca ünlü yönetmenlerin ilgiyle izlenecek son filmleriyle doluydu. Yarışma dışı gösterilen filmler, özel gösterimler ve programda yer almayan, ancak markette sektör profesyonellerinin karşısına çıkan onlarca yeni film de cabası.

Bu yazıda tüm filmlerden söz etmek elbette ki mümkün değil ancak festivali takip ettiğim sekiz gün boyunca gördüklerim arasından dikkat çekici filmlerden kısaca bahsetmek boynumun borcu.

Image

I, DANIEL BLAKE
Yön: Ken Loach
Ana Yarışma

Altın Palmiye’ye on üçüncü kez aday gösterilerek kırılması güç bir rekoru elinde bulunduran seksen yaşındaki Ken Loach, on yıl aradan sonra ikinci kez kazandığı büyük ödülle de bir başka rekoru egale etmiş oldu. George Miller’ın başkanlık ettiği ana jürinin favorisi olan film, prömiyerini gerçekleştirdikten sonra da hem seyirci tarafından uzun süre alkışlanmış, hem de eleştirmenlerden ortalamanın üzerinde eleştiriler almıştı. Açıkçası Loach sinemasına aşina seyirci için çok da şaşırtıcı bir seyir tecrübesi sunmayan film, İngiltere’deki sağlık sistemi açmazlarını, her zamanki gibi alt sınıfa mensup ana karakterleri üzerinden, bu kez epey melodram eğilimleri taşıyan bir öykü üzerinden anlatmayı seçmiş. Yeşilçam sinemasına epey aşina olan bizler için özellikle son yarım saatinde girdiği yolda çok sayıda klişe hamle barındıran senaryosu bir yana, epey gösterişsiz rejisiyle de neredeyse sıradan bir seyirlik sunan filmin, politik söylemi ve insancıl bakış açısıyla hemen herkesi kolayca etkisi altına alması şaşırtmasa da, kimseyi izlediğine pişman etmeyeceği de kesin.

Ödül Potansiyelleri: Altın Palmiye’yi kazanması zaten yeterince büyük bir başarı olsa da, filme yıl boyu doğru bir kampanya yapılması durumunda, Oscar dahil pek çok ödül listesinde rahatlıkla mücadele edebileceğini söylemek mümkün.

TONI ERDMANN
Yön: Maren Ade
Ana Yarışma

Cannes’da her gün büyük bir merakla beklenen Screen dergisinin eleştirmenler jürisinden, 4 üzerinden 3,8 ortalama alarak erişilmesi güç bir başarı yakalayan bu pek eğlenceli Alman komedisi, bir önce filmi Alle Anderen / Everyone Else ile kendine hayran bırakan kadın yönetmen Maren Ade’nin imzasını taşıyor. 142 dakikalık süresini hissettirmeyen bir senaryo kurgusu ve reji tercihi takip eden film, bir noktadan sonra izleyicisini iki ana karakterinin çekim alanına öyle bir dahil ediyor ki, her bölümü yirmi beş dakikadan oluşan HBO imzalı altı bölümlük bir mini dizi izliyormuş hissine kapılarak, Toni Erdmann’ın içinde akıp gidiyoruz. Başarılı bir iş kadını olan ve kendisinden epey uzak bir hayat süren kızının hayatına farklı bir kimlikle bomba gibi düşen ve kızının dünyasını tatlı tatlı trolleyen bir babanın merkezinde ilerleyen film, antolojik kimi komedi anlarıyla da Cannes’daki prömiyerinde salonu inleten kahkahalar ve ara alkışlarla tam bir şenlik havası yarattı.

Ödül Potansiyelleri: Ana jüriden şok edici bir biçimde eli boş dönen film, Cannes’da yalnızca FIPRESCI ödülüyle yetinmek durumunda kaldıysa da Yabancı Dilde En İyi Film Oscar adaylığı dahil olmak üzere çok sayıda ödül ve adaylık kazanması kesin gibi.

POESIA SIN FIN (ENDLESS POETRY)
Yön: Alejandro Jodorowsky
Yönetmenlerin 15 Günü

Şilili seksen yedi yaşındaki usta yönetmen ve sanatçı Jodorowsky tıpkı Ken Loach gibi yaş aldıkça kariyerinin en başarılı hamlelerini sergilemeye devam eden birkaç istisnai isimden biri. Hatta Jodorowsky’nin bu yeni dönemi için, kariyerinin en iyi yılları olduğunu düşünenler de çoğunlukta. Açıkçası iki yıl önce izlediğimiz otobiyografik filmi The Dance of Reality ile seyircisini kendi çocukluğuna rengârenk bir dünya ve benzersiz bir görsel tasarımla taşıyan yönetmen için ben de aynı şeyi düşünüyorum. Bir önceki filmini takip eden bu son harikasında, bu kez çocukluk dönemi noktalayıp gençliğine adım atan bir Jodorowsky izliyoruz hikâyemizin kahramanı olarak. Usta yönetmenin kurduğu benzersiz dünya yine saat gibi tıkır tıkır işliyor ve bize de yeniden bu her anıyla büyüleyici beyazperde deneyimini doya doya yaşamak düşüyor. Kitle fonlaması yöntemiyle bütçelendirdiği filmini prömiyer günü gelip sunan ve yaşını hissettirmeyen coşkusuyla seyircisine şükranlarını sunan Jodorowsky’nin bu erişkinliğe adım epiği, bana göre bu yıl Cannes’da izlediğim filmlerin en iyisi.

Ödül Potansiyelleri: The Dance of Reality gibi görmezden gelinmediği takdirde çok sayıda ödül töreninde adının en az birkaç kez zikredilmesi epey olası filmin. Özellikle sanat ve Christopher Doyle imzalı nefis görüntü yönetimi birkaç ödül hak ediyor.

SIERANEVADA
Yön: Cristi Puiu
Ana Yarışma

Bu yıl resmen Rumen Yeni Dalgası rüzgârları esen Ana Yarışma’nın 175 dakikalık bu nefis aile taşlaması, The Death of Mr. Lazarescu ve Aurora filmleriyle daha önce Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünün tozunu attırmış Cristi Puiu’nun belki de kariyerinin en iyi işi. Babalarının kırkı nedeniyle bir araya gelen orta yaşlarının başındaki kardeşleri, anneleri, teyzeleri ve kuzenleri küçük bir apartman dairesinde toplayan ve uzun süresini hiç de hissettirmeyen hareketli ve ekonomik rejisiyle Puiu, anlattığı yarı-otobiyografik öyküyle seyircisini etkilemeyi ve kendi hayatı ve ailesi üzerine düşündürmeyi başarıyor. Yarışmanın en sevilen filmlerinden biri olmasına rağmen jüriden eli boş ayrılan bu nefis dramedi, Romanya sinemasının son dönemki yükselişini destekleyen, ilgi çekici işlerinden ve bu yıl Cannes’dan kalan en değerli filmlerden.

Ödül Potansiyelleri: Hem kendi ülkesinde, hem de gerekli ilgi gösterildiği takdirde dünya çapında ilgi görmesi olası bu filmin tek dezavantajı uzun süresi olabilir, ki o da Puiu sevenlerin alışık olmadığı bir şey değil-.

Image

JUSTE LA FIN DU MONDE (IT’S ONLY THE END OF THE WORLD)
Yön: Xavier Dolan
Ana Yarışma

On dokuz yaşında çektiği ilk filmi I Killed My Mother ile Altın Kamera kazanan, sonraki filmleriyle de Belirli Bir Bakış ve Ana Yarışma’da cirit atan ve yirmi beş yaşında çektiği Mommy ile Godard’la Jüri Özel Ödülü kucaklayan Kanadalı Xavier Dolan’ın bu altıncı filmi, yine seyirciyi ikiye bölen ve yuhalanırken ödüllendirilen bir sinema olayına dönüştü. Nathalie Baye, Vincent Cassell, Marion Cotillard ve Lea Seydoux gibi Fransız sinemasının en ünlü isimlerinden birkaçını başrole taşıyan Dolan, içine üç dört tane video klip sıkıştırdığı, popüler şarkıların ses bandında bir an bile susmadığı ve oyunculukların en abartılı tonlarda ve en uçlarda gezindiği filminde, on beş yıl sonra baba evine dönerek tüm ailesiyle vedalaşmaya çalışan, ölümün pençesinde bir genç adamın hikâyesini anlatıyor. Melodramın dozunu tutturamayan ve ilk taslağı çekilmiş gibi duran ham senaryosunun zayıflığından mustarip film, basın gösteriminde yuhalanmış ve genel olarak da festivalin bu yılki en zayıf filmleri arasına kaldırılmıştı ki, Jüri Büyük Ödülü’nü kucaklayıverdi. Seveninden çok abartıyla göklere çıkarılmasından yakınan, nefret edenleri bol olan Dolan’ın büyüsü devam ediyor olmalı ki, kendisinin ilk İngilizce filmi olacak yedinci eserine Natalie Portman, Jessica Chastain, Kit Harington, Kathy Bates, Susan Sarandon, Nicolas Hoult ve Adele gibi isimler şimdiden doluşmuş durumda.

Ödül Potansiyelleri: Film beklenenin aksine ciddiye alınmış ve ödüllendirilmiş olduğundan, izlerken kikirdeyen ve izlediği oyuncular adına utanan kalabalıklara rağmen özellikle oyuncu kadrosuna yıl boyu ödüller çıkarabilir gibi.

NERUDA
Yön: Pablo Larrain
Yönetmenlerin 15 Günü

En son geçtiğimiz yıl kendisine Berlin Film Festivali’nden En İyi Yönetmen Ödülü kazandıran El Club’ünü izlediğimiz Şili sinemasının yeni dönem ustalarından Pablo Larrain’in merakla beklenen ve bir şekilde Ana Yarışma’da değil, Yönetmenlerin 15 Günü bölümünde seyirci karşısına çıkan son filmi, yönetmenin No’dan sonra bir kez daha Meksikalı Gael Garcia Bernal’i başrole taşıyan, kendine özgü bir mizaha sahip, çılgın bir alegori. Pablo Neruda’nın tüm yaşamı boyunca peşine takılan ve Neruda’nın bizzat kendisi tarafından yaratılmış hayali bir dedektif karakteriyle girdiği köşe kapmaca oyununu merkeze alan film, Larrain’in son filmlerinde karşımıza çıkan pembe, mavi, mor renk paletiyle âdeta uzun bir Instagram videosunu andırıyor. Açıkçası Larrain’in bu ısrarla insanı izlediği kurgunun dışına iten renk seçimiyle ne yapmaya çalıştığını anlamlandırabilmek güç. Kimi zaman eski solculuk kutsaması mı taşlaması mı yaptığı belirsizleşen hikâyesiyle ne anlatmaya çalıştığı konusunda kafası karışık görünen film, yer yer düşüş yaşasa da bir şekilde izleniyor.

Ödül Potansiyelleri: Larrain’in önceki filmleri gibi hit olması pek olası görünmeyen bu son filmi, Bernal’in karikatür performansındansa Neruda’ya hayat veren Luis Gnecco’ya yarayacağa benziyor.

PATERSON
Yön: Jim Jarmusch
Ana Yarışma

Yarışmada beklentinin en yüksek olduğu birkaç filmden biri elbette ki Amerikan bağımsız sinemasının ustalarından Jarmusch’un son filmiydi. Başrolünde son dönemin popüler yıldızlarından Adam Driver’ın yer aldığı ve amatör bir şair olan New Jerseyli bir otobüs şoförünün sıradan bir haftasına odaklanan film adını, hem kahramanı, hem de kahramanının yaşadığı New Jersey’nin bir bölgesinden alıyor. Henüz ilk sahnelerinden itibaren izleyicisini Paterson’ın ruhuna ortak eden ve bu durağan, yaprak kımıldamayan rutinin bir parçası haline getiren film, ilerledikçe zeminde oluşan çatlaklarla daha renkli ve derinlikli bir hal alıyor. Azılı hayranları tarafından bağırlara basılması kuvvetle muhtemel bir Jarmusch filmiyle daha karşı karşıya olsak da, yönetmenin Only Lovers Left Alive ile başladığı nostalji duygusunu bu filminde de tatmak, ustanın ufaktan söylenmeye başlayan ihtiyar tadı vermeye başladığını söylemeyi bir nebze mümkün kılıyor. Bununla birlikte Jarmusch’un sinemasından beklediğimiz olgunluktan da nasibini almış bir film olduğu kesin Paterson’ın.

Ödül Potansiyelleri: Ana yarışmada eleştirmenlerin göklere çıkardığı ancak jüriden hiçbir ödül kazanamayan filmlerden olsa da, Jarmusch’a ve Driver’a yıl boyu irili ufaklı ödül ve adaylıklar kazandıracak gibi görünüyor.

Image

ALBÜM
Yön: Mehmet Can Mertoğlu
Eleştirmenler Haftası

Yokuş ve Fer gibi kısa filmleriyle çok sayıda ödül ve bolca övgü toplayan yirmi altı yaşındaki Mehmet Can Mertoğlu’nun ilk uzun metrajlı filmi Albüm, aynı zamanda bu yıl Cannes’da resmi programa seçilen tek yerli film olma özelliğini taşıyor. Evlat edinme süreci devam ederken, sahte bir hamilelik yaratıp, bu süreci de fotoğraflarla belgeleyen orta-direk çiftin başından geçenleri takip ettiğimiz film, Türkiye sinemasında eşine az rastlanır reji tercihleriyle, yerli sinema için taptaze bir soluk vaat ediyor. Mertoğlu’nun seçtiği anlatım dili, epey yakın durduğu Rumen Yeni Dalgası’nın etkilerini taşımakla beraber, Avusturyalı usta Ulrich Seidl’ın özellikle son dönem filmlerinde dikkat çeken mizah unsuruna benzer bir tat da yakalıyor. Bununla birlikte, tüm bu referanslardan bağımsız değerlendirildiğinde, yarattığı absürt mizansenler ve Yeni Türkiye’nin kodlarını deşifre eden cesur diliyle son derece özgün ve yaratıcı bir film olduğunu söylemek mümkün Albüm’ün. Eleştirmenler Haftası bölümünden kazandığı France 4 Visionary Award da bu savın altını çizer nitelikte… İzleyicisinin sinir sistemini bozmaya oynayan uzun ve oyunbaz plan sekanslar, başroldeki Şebnem Bozoklu ve Murat Kılıç’ın genel mizansene hizmet eden doğal performanslarıyla birleşince, izleyicinin seyrini zorlayabilecek unsurlar yerini gönüllü bir röntgenleme haline bırakıyor ve bir sonraki filmini şimdiden merak ettiğimiz genç bir sinemacının varlığına dair umut  tohumları ekiyor.

Ödül Potansiyelleri: Türkiye-Fransa-Romanya ortak yapımı filmin bu üç ülkenin de ödül listelerine de rahatlıkla girebileceği bilgisi bir yana, Albüm’ün Cannes’ı takip eden festivallerin de yarışmalı bölümlerinde şansı yüksek.

AMERICAN HONEY
Yön: Andrea Arnold
Ana Yarışma

Ödüllü kısa filmlerinin ardından, pek sevilen ve övgülere boğulan Red Road, Fish Tank, Wuthering Heights gibi filmlerle karşımıza çıkan Andrea Arnold’a, Cannes’da üçüncü kez Jüri Özel Ödülü getiren son filmi, romantik ve macera dolu bir yol filmi. Arnold’ın yine aşk yaşadığı 4:3 görüntü formatıyla çektiği bu bol şamatalı gençliğe erme hikâyesi, Güney Amerika’da genç yaşına rağmen altında ezildiği yorucu sorumluluklardan sıyrılıp, tesadüfen çekim alanına girdiği bir grup gencin peşine düşerek beklenmedik bir maceraya atılan on sekiz yaşındaki Star’ı takip ediyor. Amerika kırsalındaki üst, orta ve alt sınıfa mensup evleri gezerek dergi aboneliği satan bir ekibin iki buçuk saati aşkın hikâyesi etrafında gezinen film, Cannes’da genel olarak olumlu eleştiriler almayıp, sırtını fazlaca video klip estetiğine dayamakla, yeni ya da yaratıcı olmamakla suçlansa da, Arnold’ın tutarlı ve hedefine odaklı reji marifetleri muazzam bir görüntü yönetimi ve muazzam ses bandıyla American Honey, seyir zevki yüksek bir gençlik filmi.

Ödül Potansiyelleri: Harmony Korine’in Spring Breakers’ına benzetilen filmin en iddialı olduğu adaylıklar Independent Spirit ödüllerinden çıkacak gibi görünüyor.

Image

MA VIE DE COURGETTE (MY LIFE AS A COURGETTE)
Yön: Claude Barras
Yönetmenlerin 15 Günü

Hemen her yıl yarışmalı bölümlerin dışında bir Disney ya da Dreamworks animasyonunun prömiyerine alıştığımız Cannes’ın resmi programı bu yıl yalnızca iki farklı bölümde iki yabancı animasyonu misafir etti. Bunlardan biri altmış üç dakikalık bir Fransız stop-motion harikası olan My Life As A Courgette. Annesinin kaza sonucu ölümüyle soluğu yetimhanede alan minik kahramanının bu yeni yuvasındaki varoluş mücadelesine odaklanan film, tam manasıyla bir mendil ıslattıran. Henüz başından itibaren salonu saran duygu selinin özellikle son yirmi dakikada ayyuka çıkarak filmi izlemek üzere bir araya gelmiş insanları perişan ettiği bu içli hikâye, özenle yaratılmış karakterleri ve umut yüklü dili ile de kalpleri kazanmayı başarıyor. Kısa süresi nedeniyle tadı damakta kalan bu sevimli animasyonun, hafif karanlık tonu ve yetişkinlerin dünyasına ait bazı çıplak gerçekleri son derece net bir dille yüzlere vurmayı ihmal etmemesi nedeniyle pek de çocuklara göre olmadığını eklemek lazım.

Ödül Potansiyelleri: Seyircinin bağrına basacağı besbelli bir animasyon olması, filmi yıl boyu verilecek tüm ulusal ve uluslararası ödül listelerinde En İyi Animasyon kategorisinin iddialı yarışmacılarından birine dönüştürecek gibi.

JULIETA
Yön: Pedro Almodovar
Ana Yarışma

İspanyol sinemasının en sevilen birkaç ustasından biri olan Almodovar’ın uzun süredir merakla beklenen son filmi, yönetmenin epey fena bir komedi olan bir önceki filmi I’m So Excited! ile düşen kredisini yükseltmeye yetmese de, yönetmenin sinemasında aşina olduğumuz kimi unsurları öne çıkarması ve her şeye rağmen derli toplu bir hikâye anlatma çabasıyla orta karar bir yerde duruyor. Kızından uzun süredir haber alamayan yalnız bir annenin geçmişine dönerek bu noktaya nasıl geldiğinin hikâyesini parçalı bir senaryo kurgusuyla anlatan Almodovar, hikâyesinin detaylarına yerleştirdiği kimi yapay yönelimlerle elindeki malzemeyi zayıflatıyor. Sinemasında sıklıkla yer verdiği anne kız çatışmasından beslenen melodram eğilimlerini sonuna dek taşıyan filminde Almodovar’ın önceki filmlerinin aksine bu kez anne karakterinin merkezinde gezinmesi de yönetmenin sinemasında bir başka olgunluk emaresine işaret ediyor. Bu kez önceki filmlerindeki kadar yaratıcı ya da şaşırtıcı bir öyküye sahip olmaması Julieta’nın unutulmaz Almodovar filmlerinden birine dönüştürmesini engelleyip, minik bir tekrar duygusu da yaratıyor ancak yönetmenin en kötü filminden bile keyif almanın bir yolunu bulanlar, Julieta’dan da memnun ayrılabilir.

Ödül Potansiyelleri: Özellikle başrol kadın oyuncularına her daim ödül ya da adaylık çıkarmayı başaran Almodovar’ın Julieta’sı daha çok kendi coğrafyasında gezinebilecek potansiyelde.

Image

BACALAUREAT (GRADUATION)
Yön: Christian Mungiu
Ana Yarışma

Cannes’da bu yılı Romanya sinemasının yılı haline getiren birkaç filmden biri de kuşkusuz Rumen Yeni Dalgası’nın belki de en ünlü yönetmeni Christian Mungiu’dan geldi. Daha önce 4 Months, 3 Weeks and 2 Days ile Altın Palmiye, Beyond the Hills ile de En İyi Senaryo ödülü kazanan Mungiu’ya bu defa En İyi Yönetmen ödülü getiren son filmi, kızı tacize uğrayan bir babanın verdiği sosyal ve kriminal mücadeleye odaklanırken, aile yapısındaki çatlakları didikleyen çok katmanlı hikâyesi ve düşmeyen bir tempoyla akıp giden usta işi rejisiyle de incelikli bir filme dönüşüyor. Cannes’da yarışmanın son günlerine denk gelen filmin prömiyerinden her anlamda dört başı mamur bir film izlemiş olmanın konforuyla ayrılan seyirci arasında hızla yarışmanın favorilerinden birine dönüşen Graduation’ın, son derece sade bir hikâyeden bile kocaman bir sinemasal haz çıkarmayı başaran Mungiu’yu çağımızın ustalarından birine dönüştürdüğünü söylemek abartılı olmaz.

Ödül Potansiyelleri: Bu yıl Romanya’nın Oscar adayı olarak seçilmesi durumunda adaylığına şimdiden kesin gözüyle bakabiliriz. Aynı durum başta Altın Küre olmaz üzere çok sayıda uluslararası ödül ve adaylık için de geçerli elbette.

HELL OR HIGH WATER
Yön: David Mackenzie
Belirli Bir Bakış

Çeşitli kısa ve uzun metrajlı filmlerinin ardından 2003’te Young Adam ile dikkat çeken İngiliz sinemasının yetenekli yönetmenlerinden David Mackenzie, Hallam Foe, Perfect Sense ve Starred Up gibi kalburüstü tür filmlerinden sonra kariyerinin en büyük işi sayılabilecek son filmiyle bu kez soluksuz izlenen bir suç gerilimine imza atıyor. Jeff Bridges, Chris Pine ve Ben Foster gibi üç ünlü yıldızı başrole taşıyan ve bu üçlüyü Güney Amerika’da bir dizi banka soygununun ortasına atan filmin tıkır tıkır işleyen senaryosu bir yana, Mackenzie’nin tüm marifetlerini ortaya serdiği muazzam rejisi de takdire şayan. Coen’lerin No Country for Old Men’iyle tematik benzerlikler taşıyan filmin yönetmenlik marifeti konusunda da bu filmden aşağı kalır yanı olmadığı gibi, Mackenzie’yi Amerika’da da A sınıfı yönetmenler arasına sokması epey olası görünüyor. Son olarak, film müziği konusunda Amerikan bağımsız sinemasının belki de en muazzam bestecilerine dönüşmüş olan Nick Cave ve Warren Ellis ikilisinin bir kez daha mucizevi bir ses bandı kaydederek filme nefis bir katkı sağladığını belirtmek gerek.

Ödül Potansiyelleri: Filmin Amerika’da nasıl bir kampanyayla vizyona girip ne kadar ses getireceği meçhul, ancak Jeff Bridges’ın oyuncu adaylıkları başta olmak üzere büyük bir potansiyeli olduğunu söylemek mümkün.

THE LAST FACE
Yön: Sean Penn
Ana Yarışma

Bu yıl Cannes’ın belki de en büyük skandalına dönüşen ve festivalin en çok konuşulan filmlerinden biri olan meşhur Sean Penn hezimeti The Last Face de kesinlikle ayrı bir parantezi hak ediyor. Screen dergisindeki meşhur eleştirmen yıldız tablosunda 4 üzerinden 0,2 ortalama alarak kırılması güç bir rekora imza atan Penn’in abartılı derecede kötü bulunan filmi hakkında detaylı yorumlarda bulunmak isterdim ancak benim gibi ne olursa olsun salon terk etmeyen sadık bir izleyiciyi bile yarım saatin sonunda salondan dışarı fırlatan bu tecrübeyle ilgili fazlaca yorumda bulunamayacağım. Şahit olduğum ilk yarım saatte, henüz açılış öncesi ekrana yansıyan yazıyla bile salonda dalga geçen kahkahalara neden olan filmde, Charlize Theron’ın karakteri tarafından sarf edilen akla hayale sığmaz basitlikteki replikler ve Javier Bardem’in yakın plan ve her nedense yavaş çekim izlediğimiz ayak yıkama sahnesi (ayaktan süzülen damlaların kameraya doğru döküldüğü bir alt açıyla) benim için unutulmaz bir tecrübeye dönüştü. Sudan’daki savaşı ilk akla gelen, durmadan hareket eden kamera ve anlamsız yakınlaşma ve uzaklaşmalarla görüntülemeyi akıl etmiş Sean Penn rejisinin, daha önce Cannes’da ana yarışmaya iki film daha sokmuş ve bir kez de jüri başkanlığı yapmış bir yönetmenden epey uzakta olması bir yana, böylesine çarpıcı bir savaşı değil, o savaşın kıyısında yaşanan iki beyaz Amerikalı’nın inandırıcılıktan uzak aşkını anlatmayı tercih etmesi de zihinlerimizdeki Penn resmiyle çelişen terciler arasında.

Ödül Potansiyelleri: Cannes’daki ödül töreni gecesinde Türkiye’de olmayı seçen Penn, yıl boyu gerçekleştirilecek ödül törenlerinde de ancak sunucu esprilerine malzeme olabilecek gibi görünüyor.

Image

THE NEON DEMON
Yön: Nicolas Winding Refn
Ana Yarışma

Bu yıl izleyici ve eleştirmenleri, seven ve nefret eden olarak ikiye ayıran üç filmden biri olan (diğer ikisi de It’s Only the End of the World ile Personal Shopper) The Neon Demon, basın gösteriminde bu diğer iki film gibi yuhalansa da kesinlikle ilginç bir seyir tecrübesi yaşatan, seyir zevki yüksek bir görsel tasarım harikası. Pusher serisi ve Bronson’ın ardından Drive ile büyük bir çıkış yakalayan ve Only God Forgives ile hipster dünyasının taçsız kralına dönüşen Nicolas Winding Refn’in kendisi de şirazesinden hepten çıkmış ve skandalsever bir yönetmene dönüşmüş durumdaydı bildiğiniz gibi. Son filminin de açılış ve kapanış jeneriğinde adının baş harflerinden oluşturduğu logosunu gözümüze gözümüze sokarak bir markalaşmaya yürüyen Refn, toprağı Lars von Trier’e benzer bir kariyer eğilimi içerisinde sanki… İlk bakışta masum görünen, fakat yaklaştıkça içlerindeki karanlığın belirginleştiği bir grup modelin etrafında gezinen hikâyesini sanat kitapları dolusu görsel malzemeyle renklendiren yönetmenin kan ve vahşetle olan ilişkisi de bilinen şekilde tam gaz sürmekte. Cannes’daki gösterimi sırasında Lumiere salonunu dolduran 2.500’e yakın izleyiciye sıkça histerik kahkahalar attıran ve özellikle son yirmi dakikasında sinirleri hepten bozan bu özgün ve nevi şahsına münhasır taşlamanın, beyazperdede senaryo ve hikâye anlatımıyla fazlasıyla ilgilenenlerin dikkatini epey çekeceği aşikâr.

Ödül Potansiyelleri: Ciddiye alınması halinde özellikle sanat ve görüntü yönetimi ve kurgu gibi teknik kategorilerde iddialı olabilecek film, bir iki yönetmenlik adaylığı da kazansa fena olmaz.

UMI YORIMO MADA FUKAKU (AFTER THE STORM)
Yön: Hirokazu Koreeda
Belirli Bir Bakış

After Life, Nobody Knows, Still Walking, Like Father Like Son gibi pek sevilen filmleriyle tanınan Japon sinemacı Hirokazu Koreeda, geçtiğimiz yıl Ana Yarışma’da karşımıza çıkan Our Little Sister’dan sonra bir kez daha sıcak bir aile hikâyesi anlattığı son filminde, yalnız ve çaresiz bir babanın, dağılmış çekirdek aile içerisindeki varoluş mücadelesine odaklanıyor. Sevimli, samimi ancak alışılmış bir Uzak Doğu dramı.

PERSONAL SHOPPER
Yön: Olivier Assayas
Ana Yarışma

Fransız sinemasının ustalarından Assayas’ın Clouds of Sils Maria’yı takip eden son filminden Kristen Stewart’ı bir kez daha dünyaca ünlü bir yıldızın kişisel asistanı rolünde izliyoruz. Yakın zamanda kaybettiği ikiz kardeşinin hayaletiyle boğuşan bir genç kadını merkez alan filmi, gereksiz CGI kullanımı ve senaryosundaki bazı dağınıklıklar dışında özellikle Assayas sinemasından hoşlanan seyirci için belli bir düzeyi tutturmayı başarıyor.

ME’EVER LAHARIM VEHAGVAOT (BEYOND THE MOUNTAINS AND HILLS)
Yön: Eran Kolirin
Belirli Bir Bakış

İsrail yapımı bu keskin aile taşlaması, her biri ayrı bir dertle boğuşan anne baba, erkek ve kız çocuğun dünyasına eşit mesafede ve mizahi bir dille yaklaşan, etkileyici hikâyesinin hakkını teknik açıdan karşılayamasa da tutarlı bir rejiyle karşımıza çıkan, dikkate değer bir film. Görüntü yönetimi, ışık ve müzik konusundaki ciddi zaafları görmezden gelerek izlemek şart.

AH-GA-SSI (THE HANDMAIDEN)
Yön: Chan-Wook Park
Ana Yarışma

Oldboy’la sağladığı sükseye sonraki filmleriyle yaklaşamasa da hayranlarını memnun eden filmler çekmeyi sürdüren Chan-Wook Park’ın sinemasına özgü oyunbaz hikâye anlatımı ve sürpriz yönelimlerle dolu son filmi, doksanlı yılların seksi gerilimlerini andıran atmosferi ve teknik kusursuzluğuyla, kendini ciddiye almayan, seyir zevki yüksek bir film.

LOVING
Yön: Jeff Nichols
Ana Yarışma

Üç ay önce Berlin Film Festivali’nde Midnight Special ile yarışan Nichols’ın Cannes’a yetiştirdiği son filmi Loving, buram buram Oscar formülü kokan senaryosunun kurbanı oluyor ve Nichols’ın marifetleriyle dahi yeni bir cümle kurulması imkânsız bir beyazperde deneyimine dönüşüyor. Başroldeki Ruth Negga’nın performansı ise filmin neredeyse en iyi şeyi.

MA LOUTE (SLACK BAY)
Yön: Bruno Dumont
Ana Yarışma

Fransız sinemasının pek sevilen yönetmenlerinden Dumont’un alışılageldik mayınlı bölgesini terk ederek, P’tit Quinquin ile girdiği grotesk komedi dünyasında yoluna devam ettiği bu son filmi, seveni için muazzam, sevmeyeni için zulüm gibi bir iki saatlik sinemasal tecrübe vaat ediyor. Juliette Binoche’un kafa şişiren epey zorlayıcı performansı ise bana göre çekilecek dert değil.

TRANSFIGURATION
Yön: Michael O’Shea
Belirli Bir Bakış

Bu yılki Belirli Bir Bakış bölümüne neden seçildiğine dair ciddi soru işaretleri yaratan bu zayıf Amerikan bağımsızı, hayranı olduğu vampir mitinin bir parçası şeklinde hareket eden ve seri cinayetler işleyen siyahi bir lise öğrencisinin duygu dünyasını aralamayı deniyor. Açıkçası uzun zamandır Cannes’dan çıkan en zorlama hikâyelerden birine sahip, heyecan vermeyen ilk filmlerden biri.

MA’ ROSA
Yön: Brillante Mendoza
Ana Yarışma

Filipinli üretken sinemacı Mendoza’nın birkaç film sonra yeniden ana yarışmaya terfi ettiği son filmi, uyuşturucu ticaretine bulaşmış, alt sınıfa mensup bir ailenin, kokuşmuş bir kanunsuzluk içerisinde yolunu bulma çabasına odaklanan hikâyesini, karanlık görsel tercihler, hareketli bir reji ve başroldeki Jaclyn Jose’nin ödüllü performansıyla karşımıza getiren orta karar bir film.

APNEE
Yön: Jean-Christophe Meurisse
Eleştirmenler Haftası

Fransız sinemasının son dönemde çıkarmış olduğu en özgün ve kopuk işlerinden biri olmayı kıl payı ıskalayan bu kahkaha tufanı gariplik abidesi, son derece sıkı bir açılışa sahip olmakla birlikte, vaatkâr girişini sürdürmeyi başaramayan ve ilerledikçe hafiften sarpa saran bir absürt komedi. Yine de Eleştirmenler Haftası seçkisinde yarışma dışı da olsa böyle bir filme rastlamak iyi geldi.

LA TORTUE ROUGE (THE RED TURTLE)
Yön: Michael Dudok De Wit
Belirli Bir Bakış

Studio Ghibli’nin bu en taze animasyonu, son derece lirik ve edebi bir hikâyeye odaklanan, gösterişsiz ancak epey etkili bir film. Belirli Bir Bakış bölümünden Jüri Özel Ödülü’yle ayrılan bu diyalogsuz animasyon, hiçliğin ortasında bir adaya sıkışıp kalan bir ademoğlunun meditatif öyküsünü, seksen dakikalık özgün bir anlatıya dönüştürüyor.

AQUARIUS
Yön: Kleber Mendonça Filho
Ana Yarışma

Brezilya sinemasının kendine has bir sinemasal dile sahip, yetenekli yönetmenlerinden Kleber Mendonça Filho’nun bol ödüllü ilk filmi Neighboring Sounds’unun ardından bir kentsel dönüşüm hikâyesi anlatmaya koyulduğu son filmi, başroldeki Sonia Braga’nın performansıyla övgüye boğulan, hafiften de birkaç sezon önce izlediğimiz Gloria’yı andıran kalburüstü bir seyirlik.

FAI BEI SOGNI (SWEET DREAMS)
Yön: Marco Bellocchio
Yönetmenlerin 15 Günü

İtalyan sinemasının ustalarından Bellocchio imzalı bu dağınık dram, çocukken kaybettiği annesinin travmasını ömrü boyunca taşıyan bir adamın hikâyesini fazlasıyla yüzeysel bir tonda ele alan ve epey sarkan bir senaryo yüzünden akmayan bir rejinin kurbanı olan kasvetli bir dram. Başroldeki Valerio Mastandrea’nın performansı da filmi kurtarmaya yetmiyor.

RESTER VERTICAL (STAYING VERTICAL)
Yön: Alain Guiraudie
Ana Yarışma

Bir önceki filmi Stranger by the Lake ile gey sinemanın uluslararası hitlerinden birine imza atan Guiraudie’nin aşırılıklarla dolu sinemasını seven seyirci için eğlenceli ancak geride kalanlar için seyri zor bir tecrübeye dönüşen bu kendine özgü alegori, arthouse sinemaya özgü kimi formülleri takip ettiğini hissettiren hafiften hesapçı tavrı nedeniyle içine girilmesi zor bir film.

MAL DE PIERRES (FROM THE LAND OF THE MOON)
Yön: Nicole Garcia
Ana Yarışma

Bu yılki yarışmalı bölüme neden seçildiğine anlam vermenin neredeyse imkânsız olduğu ve Cannes’da Fransız filmlerine ayrılan adil kotanın aşımına işaret eden bu zayıf dönem romansı, başroldeki Marion Cotillard’ın her şeye rağmen ikna edici olmayı başarabilen performansı dışında son derece özelliksiz bir melodram.

LA FILLE INCONNUE (THE UNKNOWN GIRL)
Yön: Jean-Pierre & Luc Dardenne
Ana Yarışma

Cannes’ın çift Altın Palmiye ödüllü gedikli yönetmenlerinden Dardenne Kardeşler son iki filmdir festivalden elleri boş dönüyor. Açıkçası son derece minimal hikâyesi ve Dardenne’lerin alışılageldik sinemasının dışında pek de heyecan verici bir şey barındırmayan bu son filmlerinin ödüle değer bir numarası da yok. Yine de her zamanki gibi belli bir çıtanın üstünde elbette.

 

ÖNCEKİ Švankmajer, kitle fonlaması ve kültür endüstrisinden kaçış: Böceklerin bağımsızlığı SONRAKİ "Rams" ve "Belgica" bu ay vizyonda: Beyazperdenin husumetli kardeşleri
Bu yazıyı paylaş