Müziğe dair kısalar

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Müziğe dair kısalar

Yazı: Alex Mazonowicz, Emre Karacaoğlu
ÖNCEKİ Teftiş: Bu ay ne dinlesem? SONRAKİ Beyazperdenin Renkli Saçlı Karakterleri

HUZUR BOZUCULARIN EN YÜCESİ

Yazı: Alex Mazonowicz

“Gitarı bu şekilde çalman gerekiyor yani, öyle mi? (…) Tanrı yardımcımız olsun, şu küçük maymundan çok daha iyi şarkı söyleyebilirim ben. Buna şarkı söylemek mi denir? Boğulan köpek sesi sanki!” Jimmy’nin babası, Quadrophenia

Pop müziğin yarattığı öfke ve kafa karışıklığı, önemli sayılmasa da en cazip özellikleri arasında yer alıyor. Siyahlara ait swing kulüpleri beyaz ana akım tarafından günah ve zina yuvası olarak tasvir ediliyordu. Rock’n’roll için şeytanın müziği denilirdi. Bazı müzisyenlerin televizyona çıkması yasaklanmıştı. Hippi sahnesi uyuşturucuyla, sonrasında da hard rock satanizmle bağdaştırılmıştı. Punk rock 1970’li yıllarda tabloid gazetelerin manşetlerini süslüyordu; bir adam, Sex Pistols’ı görünce o kadar tiksinmişti ki televizyonunu parçalamıştı. Yine aynı yıllarda eleştirmenler rap ve hip hopun müzik sayılıp sayılamayacağı sorusunu gündeme getirmişti. 1980’li yıllarla birlikte cinsel kimlik ve cinsellik gibi kavramların önündeki bariyerler bir bir ortadan kalkınca muhafazakâr yorumcular toplumsal ahlak kurallarını sorgular olmuştu. Toplum genç nesillerin ekstaziyle kendinden geçişini endişeli gözlerle izlerken, 90’lı yıllar da İngiliz hükümetinin “sürekli tekrarlanan ritimlerden oluşan” müziklere karşı kanun çıkarmasına şahit olmuştu. 2000’lerde bile, sözüm ona liberal erkekler, genç kadın pop starların cinsellikleriyle barışık olması karşısında tetiklenen dindar içgüdüleriyle mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Uzlaşmazlık, aynı aşk dolu şarkı sözleri gibi, pop müziğini var eden bir kavram.

Diğer yandan Mick Jagger, John Lydon, Elvis Presley gibi isimler de var. Pop müziğin yıkıcı doğasını temsilen posterleri süsleyen üç (beyaz ve erkek) müzisyen. Düzeni kucaklayan ya da düzen tarafından kucaklanan üç adam… Jagger’ın şövalye ruhu, Lydon’un televizyon reklamları, Presley’nin Amerikan hükümetine yaranma çabaları… Hip hop ve rap, şarkı söylemeyi beceremeyenler için kolay bir çıkış yolu oldu ve Black Eyed Peas gibi gruplar tarafından sterilize edildi. Tekno ise kafelerde, sosyetik diskolarda ve televizyon cingıllarında çalınır hâle geldiğinden, vaktiyle “sert” bir müzik olduğu akıllara bile getirilmiyor. Punk artık gülünç, rock’n’roll Casio klavyeden çıkan seslerle örülü ve protest şarkılar da çocuk kanallarındaki çizgi filmler kadar farkındalığa sahip... Aynı pop müziğin doğası gibi... Sanki her yeni bir jenerasyonla birlikte, diğerleriyle olan alâkasını yitirmeye lanetlenmiş...

Bir de tabiî Daily Mail var. Merkez-sağ görüşün barometresi işlevi gören İngiliz gazetesi… Benim gibi takıntılı bir şekilde, tiksineceğini bile bile gazetenin internet sitesinde yazılan yorumları okumak için tıklayanların ise nefret pornosu…

“Vahşi taraflara doğru AŞIRI ahlaksız bir yürüyüş: Uyuşturucuya, gelmiş geçmiş tüm rock starlardan daha fazla önem ve tehlikeli denecek bir ihtişam atfetti. Geçtiğimiz mayıs ayında geçirdiği karaciğer naklinden sonra, Lou Reed’in aşırılıkları sonunda kendisini yakaladı.”

Bir pazartesi sabahı Lou Reed’in ölümünü duyuran haberin başlığıydı bu.

Orta sınıf bir ailenin çocuğu olan Reed, herkesin uymasını beklediği toplumsal kurallara karşı 180 derecelik bir dönüş gerçekleştirdi. The Velvet Underground uyuşturucu, sado-mazoşizm ve diğer tabulaştırılmış mevzular hakkında açıkça konuşabiliyordu. Fakat her şeyin ötesinde, tüm bunları, bugün bile hâlâ etkileri süren bir müzik tutkusuyla yapıyordu. Benim gibi yazarlar için, The Beatles ve Little Richard’ın ilk çıktığında son derece farklı ve taze olan müziklerinin neden sonradan alışabildiğimiz bir hâl aldığını ama Velvet Underground’un hâlâ ilk günkü gibi gürültülü ve çiğ kaldığını anlatmaya kalkışmak çok zor. Tabiî ki yıllanmış bir müzik bu ama ana akım tarafından emilerek sterilize edilmedi hiçbir zaman. Binlerce grup tarafından defalarca kez taklit edilen bu müzik daha en başta niyet edildiği şekilde, hep aynı gürültü olarak kaldı. “Hound Dog”, “Ride on Time” ya da “Jumping Jack Flash” gibi şarkıları hoparlörde yüksek sesli çaldığınızda, bir süre sonra herkesin müziğe başıyla eşlik etmeye başladığını görürsünüz. “Enter Sandman” çalınca, 25 yaşın üstü herkes şarkıya katılır. Fakat “Venus in Furs”ü yüksek sesle çalarsanız, gerçek anlamda müziği sevmek için herhangi bir çaba harcamaya niyeti olmayanlar, homurdanma misali tınlayan vokalleri, kakofonik kemanları, ucuz davulları ve akortsuz gitarları duyunca kaçınılmaz olarak kulaklarını kapatacaktır.

Zevksiz bir rock dinleyicisinin, sevdiğiniz müzik hakkında nefret dolu bir şekilde yakınmasının yarattığı hissiyatı ancak gerçek pop severler anlayabilir. Siz onların kavrayamadığı bir şeyi anlıyorsunuzdur ve bu bayağı önemli bir şeydir. Daily Mail da eğer Reed’in arkasından negatif bir yazı koymuşsa bundan Lou Reed bazı şeyleri doğru yaptı anlamı çıkarılmalıdır. Daily Mail’in tiksinti dolu hislerine ön sayfadan yer vermesi Lou Reed’i anmak için yapılan en yerinde hareket olabilir.

Eroin bağımlısı, sapkın seks düşkünü ve tüm jenerasyonlardan gençler için her daim kötü örnek teşkil edecek biri...

Lou Reed.

 

 

SANATÇININ BİR MUTSUZ OLARAK PORTRESİ*

Yazı: Emre Karacaoğlu

Müzik ya da sanatın diğer dallarından biriyle meslekî olarak mı uğraşıyorsunuz? O zaman, ömür boyu sürmesi muhtemel bir mutsuzluğa hazırlıklı olmanız lâzım.

Eserleriyle maddî rahatlığı ve mutluluğu yakalamış birçok sanatçı olsa da, onların yanında, kayda geçmeyen başarısızların ve hayatları esnasında takdir görmemiş öncü sanatçıların miktarı yürekleri burkacak kadar çok büyük. Dolayısıyla en kötüsüne hazırlanmakta fayda var.

Sanatçının muhtemel mutsuzluğunun sebepleriyse pek çok: sanatçı duyarlılığından ötürü varoluş karşısında duyduğu hayal kırıklığı, yalnızlığı, yüksek empati duygusunun getirdiği acıları, eserleri konusunda mükemmeliyetçi kaygıları, kendini beğenmişlik ile mütevazılık arasındaki mücadelesi, bir eser ortaya koymanın gerginliği, maddî imkansızlıkları vs... Ama benim bu yazıda odaklanmak istediğim ve bunların arasında üst sıralara koyduğum sebepse takdir görememe ve hattâ hor görülme. Bir sanatçının mutsuzluğunu en derinleştirecek sebebin bu olduğunu düşünüyorum.

Çok ilginçtir; sürekli sanatla yan yana anılan diğer uğraşta, yani bilimde, bu, o kadar söz konusu değil. Hattâ biraz gözüpek bir ifade olabilir ama bilim insanları mutluluğa sanatçılardan daha yakındır. Telaffuz ettiğim açıdan değerlendirin: bilim insanı, kabiliyetlerini sonuna kadar kullanabildiği bir uğraşla meşguldür ve elde ettiği sonuçlar –çoğu zaman halk tarafından anlaşılmasa da– herkes tarafından takdir görür ve saygı uyandırır. Örneğin Görelilik Kuramı’nı ya da CERN deneyini anlamadığı için, “Ben böyle bilimin içine tükürürüm,” diyen birisi neredeyse gerçeküstü gelmektedir kulağa. (Ki aslında ülkemizde bu bile dile getirildi ya, hadi neyse!) Oysa bir sanatçının, anlaşılamayan eserinden dolayı aşağılanması, özellikle bizim coğrafyamızda, gündelik bir hadisedir.

Ki aslında Ortadoğu’yu bir kenara bırakın; bu, bütün dünyada geçerli. Örneğin, daha geçen sene, sayısız çok-satanın yazarı Paulo Coelho, James Joyce’un Ulysses’ini şişirilmiş ve içerik olarak da boş bulduğunu ifade etmişti. (Oysa roman hakkında yazılan sayısız üniversite tezinden birini eline geçirip okusa, belki bunu dile getirmeye utanırdı.)

Konuya örnek teşkil eden bir diğer an da Scott Walker’ın 2012 sonunda Bish Bosch albümünü yayımlamasıyla yaşandı. 2006 yılına ait The Drift’inin çizgisindeki, musique concrète esinli, bolca garip ses, söz ve metinlerarasılık içeren avangart albüm birçokları tarafından yerden yere vuruldu. Klibi yayımlanan “Epizootics!”in Youtube yorumlarındaki tartışmalardan da rahatça görebilirsiniz. En donanımsız dinleyicinin bile her türlü hakareti etmekten kendini alamadığını gözünüzden kaçırmayın.

İngiliz filozof Bertrand Russell’ın hayatta mutlu olmanın yollarına dair düşüncelerini aktardığı Mutluluk Yolu isimli kitabında, sanatçıların durumu yine böyle karanlık çizilmektedir: “Kendilerini seçkin bir zümreye kapatıp, dışarıdaki soğuk dünyayı unutamadıktan sonra, insan kitlelerinin şüpheciliği karşısında, hayatta çok az kişi sadece kişisel telkinle gerçek mutluluğu yakalayabilir… Sanatçı, kendisinden nefret ettirme ya da kendinden nefret etme gibi ıstıraplı bir kararın pençesindedir.”

Bu kararı eninde sonunda vereceksiniz.

*James Joyce’dan özür dileyerek. 

ÖNCEKİ Teftiş: Bu ay ne dinlesem? SONRAKİ Beyazperdenin Renkli Saçlı Karakterleri
Bu yazıyı paylaş