Şevval Kılıç röportajı: Trans cinayetleri politiktir

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Şevval Kılıç röportajı: Trans cinayetleri politiktir

Röp: 13Melek, İllüstrasyon: Sadi Güran
ÖNCEKİ Prune Nourry: Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Biz kimiz? SONRAKİ 22. LGBTİ Onur Haftası nerdeen nereye sergisiyle başlıyor

Trans cinayetleri basında tek tek örneklerle şahit olduğumuz ve ölümü normalleştirmiş günümüz toplumlarında ciddiyetine tam olarak varamadığımız vakalar. İntiharları ve basına yansımayan örnekleri saymazsak Türkiye'de 2008'den beri en az 35 trans birey nefret cinayetine kurban gitti. Bu cinayetleri konuşmak için LGBTİ aktivisti Şevval Kılıç ile buluştuk, laf kentsel dönüşüme, radikal solun meseleye bakışına, hapishaneler ve göçmen bürolarındaki LGBTİ ayrımcılığına kadar gitti.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Trans mücadelesinin neresinde olduğunuzla ve yapılan çalışmalarla başlayalım.
Kendimi insan hakları savunucusu olarak tanımlıyorum ama 16 yıldır LGBTİ mücadelesi içinde yer aldım. Çeşitli STK'larda çalıştım, kurucuları arasında bulundum. İstanbul LGBTT'nin kurucu başkanıyım fakat iki üç sene çalıştıktan sonra trans olanlar ve olmayanlar ayrışması meydana gelince ayrıldım. Biz o örgütü trans ağırlıklı çalışan ve trans bireylerin karar alma mekanizmalarında yer aldığı bir örgüt olarak kurmuştuk. Hareketin beyazlaştığını, gay-lezbiyen dominasyonuna girdiğini, trans bireyleri görmezden geldiğini ve bunun sadece Türkiye'de değil dünyada da bir problem olduğunu bildiğimiz için trans odaklı bir politika yapılması gerektiğini öngörmüştük. Adını da Trans İstanbul koyacaktık, ama bir ablamızın bunun demokratik bir isim olmayacağı itirazı ile adını İstanbul LGBTT koyduk. Yoksa örgütte LGB bir çalışmamız yoktu. Daha sonra trans olmayanlarla trans olanlar arasında bir ayrışma oldu ve translar ayaklandı. "Karar alma mekanizmalarında translar olmazsa biz de yokuz" dedik ve oradan ayrıldık. Bir sene kadar önce Trans Blok'u kurduk, şimdilik bir merkezimiz yok ama zamanı gelince buranın bir trans sosyal merkezi olmasını istiyorum. Zira aktivizm yapan örgütler var ve kimsenin alanı ile çelişmek istemiyorum. Başka şehirlerde de birçok örgüt var, Gezi'den sonra Diyarbakır, Antep, Mersin, Antakya ve Malatya gibi şehirler de dâhil olmak üzere 10-15 LGBTİ örgütü kuruldu. Herkesin çalışma alanı farklı. SPoD'cular "Biz beyaz yakalı da olabiliriz, tabanda çalışmak ya da sokak aktivizmi yapmak zorunda değiliz" diyerek lobicilik ve personel eğitimleri gibi aslında çok da ihtiyaç olan ve bir boşluğu dolduran çalışmalar yapıyorlar. Lambda daha kültür merkezi gibi işliyor, Onur Haftası Lambda'nın ev sahipliğinde yapılıyor. İstanbul LGBTT sokak aktivizmi konusunda çok tecrübeli, megafonlarının pili sürekli doludur. Hattâ Roboski bombalandığında İstanbul'da ilk eylem koyan örgüt İstanbul LGBTT idi. Çabuk reaksiyon gösterebilen bir yapılarız, birçok sol örgüt gibi ağır bürokratik süreçlerimiz yok, hemen inisiyatif alıp harekete geçebiliyoruz. Bense bir sosyal merkez kurmak istiyorum çünkü diğer LGB bireyler için daha kolay olan sosyalleşme aktiviteleri bizim için sorun olabiliyor. Transların herhangi bir nefret söylemine maruz kalmadan rahatlıkla çay kahve içebilecekleri alanlar sınırlı. Elbette alttan politik bir zemin oluşturulur ama kimseye politikayı dayatmayacağız. Gezi sürecinde şunu da gördük, zırıllar dediğimiz bugüne kadar hiç örgütlenmemiş ve politize olmamış bir sürü LGBTİ birey de geldi parka. Onlar geldiğinde bizi elektrik çarptı, çok politize olduğumuzu, dilimizin çok değiştiğini, tabandan çok koptuğumuzu fark ettik. Bununla yüzleştik ve özeleştirimizi verdik.

DÜNYANIN NERESİNE GİDERSENİZ GİDİN TRANS BİREYLER LGBTT HAREKETİ İÇİNDEKİ EN FAKİR, ÖTEKİLEŞTİRİLMİŞ VE EZİLEN KESİM. BU DURUM JAPONYA'DA, ABD'DE, NORVEÇ'TE YA DA BİR AFRİKA ÜLKESİNDE HEP AYNI.

22 Nisan'da Çağla Joker çalıştığı evde öldürüldü. Yakın geçmişte Kuşadası'nda Dora Özer, Antep'te Sevda Başar ve Beyoğlu'nda Gaye isimli trans kadınlar öldürüldü. 2008'den beri en az 35 trans cinayeti işlenmiş. Bu cinayetler kimler tarafından ve hangi gerekçelerle işleniyor?
Bunlar bizim duyabildiğimiz cinayetler. Arada bir sürü de intihar oldu, örneğin 19 yaşında bir kız Boğaz Köprüsü'nden attı kendini. Biz bu tip kader intiharlarının da cinayet olduğunu söylüyoruz. Bunlar hayat koşullarının dayattığı intiharlardır ve onları da nefret cinayeti olarak adlandırmak gerekli. Bu cinayetlerin neden işlendiğini bilsem sokağa çıkıp bu cinayetleri durdururdum. Bir sürü etmen bir araya geliyor. Bir kere bu topraklarda savaş var, Kürdistan'a gidince bunu görmek çok kolay. Bu savaşı ayakta tutmak için topluma sürekli agresyon pompalanıyor, agresif bir topluma dönüştük. Kadını, erkeği, çoluğu, çocuğu, Kürt'ü, Türk'ü, kedisi, köpeği, bitkileri bile agresif. Bu bir sebep. Toleranssızlık, cinsel açlık, cinsel devrimini yaşamamış geleneksel bir toplum oluşumuz da var. Burası için muz cumhuriyeti diyorlar, bunu fazlasıyla ırkçı bir tanım olarak görüyorum. Burası bir Çük Cumhuriyeti, heteroseksizmin ve erkek egemenliğinin kalesi. Erkek olmanın ve erkeğe dair kodlara sahip olmanın göklere çıkartıldığı bir toplumda trans olmak neredeyse absürt bir şey. Trans bireyler bu heteroseksist sistemin kırılma noktaları, erkekliğe çarpılmış birer tokatlar. Transların varlığının hazmedilmesi çok güç, çünkü adamlar hayatlarını ve bütün ideolojilerini bir organın üzerine kurmuş. Sen o ideolojinin karşısına geçip gülüyorsun, adamsa bir de üstüne para verip o erkten ve testosterondan arıtıyor bedenini. Adamın hayatının temellerini kurduğu şeyi sen yok sayıyorsun, buna bir nefret var. Ben artık bunun sadece saydığım gerekçelerden dolayı olduğunu da düşünmüyorum. Derneğimiz vasıtasıyla yurtdışındaki birçok toplantıya katılıp değişik örgütlerle bir araya geliyoruz. Dünyanın neresine giderseniz gidin trans bireyler LGBTT hareketi içindeki en fakir, ötekileştirilmiş ve ezilen kesim. Bu durum Japonya'da, ABD'de, Norveç'te ya da bir Afrika ülkesinde hep aynı. Transların LGB bireylerden daha aptal oldukları için böyle olduğunu düşünmüyorum, bu sınıfsal bir hadise. Sistemin hiçbir zaman trans bireylerle arası iyi olmayacak. Gay, lezbiyen ve biseksüel bireyler sistem için bir noktada kazanılabilinirler. Eğitim alabilir, sisteme kalifiye emek verebilir, gerekirse çocuk sahibi bile olup yeni emekçiler de üretebilirler. Elbette homofobi yok demiyorum ama translara geldiğimizde translar sisteme hiçbir noktasından entegre olamazlar. Zaten kendi ekonomilerini yaratmışlar, çoğu seks işçisi ve hiçbir şekilde üretmiyorlar. Birçok toplum geleneksel ailenin, erkek ve kadının bir araya gelip çiftleşmesi ve çocuk doğurmasının üzerine kurulu. Her zaman ilk gözden çıkarılabilecek kesim bu yüzden translar. Zaman içerisinde dezavantajlı gruplar ya da hassas gruplar gibi tanımlar kullanıldı translar için, zira toplumdaki sosyoekonomik değişikliklerde ilk ve en çok etkilenen grup translar. Geçenlerde Beyoğlu Emniyet Müdürü değişti ve translar girmesin diye iki binanın kapısını kaynaklattı. Bunu çok kişi bilmez ama biz biliriz. Asker uğurlama günlerini biliriz, o gün sokağa çıkmayız çünkü saldırılar olur. Futboldan nefret edenlerimiz bile maç günlerini herkesten iyi bilir. Bilhassa seks işçiliği yapanlar bilir ki, bunlar trans nüfusun ağırlığını oluşturuyor maalesef.

Cinayetlerden sonraki hukukî süreçler nasıl yürüyor?
Çok fazla sorun var ve LGBTİ örgütler bu yüzden çok çalışmak durumunda. Şu an Türkiye'de en hızlı büyüyen hareketlerden biri LGBTİ hareketidir. Bunun sonucu olarak durum 10 sene öncesine nazaran farklı. Örneğin katilin "Bu beni düzmek istedi" lafı hâkimler tarafından yüzde 90 ağır tahrik olarak algılanırken şimdi bu biraz değişti. Devlet ve hâkimler bizi daha çok sevmiyor. Ama onları bizim istediğimiz gibi karar vermek zorunda bırakıyoruz. Medyayı kullanıyoruz, kamuoyu yaratıyoruz ve her şehirde aynı anda eylemler koyuyoruz. Kadınlık gururu diye bir şey yok kanunlarda ama erkekliğe hakaret diye bir şey var. Diyarbakır'da Roşin Çiçek'i amcası ve babası öldürmüş. Biz buradan tüm örgütler oraya gittik, aile bize saldırdı. Madem çocuk ölmüş, akrabalardan biri içeri girmiş, bir tane daha girmesin diye tepki veriyorlar. Birçok örnek var. Trans seks işçilerinin çalıştığı son kalan randevuevlerinin bulunduğu Bayram Sokak'ta oturan ve Cihangir'de yaşayan bir kız vardı. Romantik ilişki yaşadığı bir çocukla sevişiyor ama bir yere varamayacağını düşündüğünden bir daha sevişmek istemiyor. Çocuk da bunu öldürüyor. Çocuğun babası polis, hattâ kızı öyle tehdit ediyor, "Seni öldürürüm, iki senede çıkarım" diyor. Çocuğu karakola babası götürmüş, cezanın üçte birinin gitmesi demek bu çünkü kendisinin teslim olması iyi niyet göstergesi olarak sayılıyor. Kız iyi çalışan ve para kazanan bir kızdı. Ailesi bankadaki paralarına, arabasına, tapularına ve hattâ evdeki halılarına kadar her şeyi aldı ve cesedi bize bırakıp gitti. "Günah" dediler, "Ailemizi lekeliyor" dediler, ama halısına kadar almaktan da imtina etmediler. Bizdeki emsal dava sistemi ABD'deki gibi işlemiyor, o yüzden nefret cinayeti davalarının bir standardı yok, hâkimin takdirine kalmış durumda. Biz de çok gümbürtü koparıp hâkimi bizim istediğimiz kararı almaya zorluyoruz. Mesela Ahmet Yıldız davasında sidik yarışına döndü, koca hâkim biz aşağıda eylem yaparken "Siz nefret suçuna dair slogan atıp bu davayı başka bir şeye dönüştürmeye çalışıyorsunuz, bu sıradan bir cinayet davasıdır" diye haber gönderdi. Ama bu sıradan bir cinayet davası değil, Ahmet Yıldız ailesi tarafından eşcinsel olduğu için öldürüldü. O dava da sürüyor, aynı Pınar Selek davası gibi, Türk adaletinin absürtlüğüne şahit oluyoruz. Genelde nefret suçları cinayetle sonuçlanıyor, nefret saldırısı ile sonlanmıyor, yumruk, tokat ya da lafla kalmıyor. Cinayete dönüşmeyen saldırılarda da mağdur translar hiçbir yere gitmezler, evlerine dönüp ağlarlar. Adalete güvenmezler çünkü, ikinci bir mağduriyet yaşamak, karakolda tekrar tacize uğramak, devletin heteroseksist ve aşağılayan tavrına maruz kalmak istemezler. Translar toplu taşıma bile kullanmaz. Orada saldırıya uğramıyorlar ama milletin tacizkâr ve yıldırıcı bakışını görmek istemiyorlar. O yüzden translar aç bile olsalar ceplerindeki son parayı taksiye vermek zorundadır, evlerine başka türlü gidemezler. En son nefret suçlarına yönelik yasa bile oluşturuldu ama cinsel kimlik ve yönelime dair suçlar kapsama alınmadı.

DİRENİŞTE ÇOK YOLDAŞ KAZANDIK AMA LGBTİ'LERDEN HOŞLANMAYAN İNSANLAR DA O HOŞLANMAMA HALLERİNİ DÜŞMANLIK SEVİYESİNE TAŞIDI. ARTIK HOŞLANMAMAKLA KALMAYIP LAF ATMAYA, FİİLİ ŞİDDETE GEÇMEYE BAŞLADILAR, KUTUPLAŞMA BÖYLE BİR ŞEY.

Yakın zamanda Kızılay'da bir AVM'de ve Galatasaray Hamamı'nda transların içeri alınmamasına dair haberler okuduk. Bir yandan da Trans Onur Yürüyüşü artık çok daha kalabalık. Sokaktaki insanın bakışı biraz değişiyor mu?
Bence kutuplaşma oluyor. Gezi'den sonra bir şeyler çıtladı, birbirimize dokunduk ve gördük ki toplumun önemli bir kesimiyle çok da bir sorunumuz yokmuş. Direniş sürecinde birçok şey yaşadık. İlk gün Fransız Kültür'ün önünde gaz yemiş ve acı içindeyken gözümü kapadım ve rayları pusula alıp depar atmaya başladım. "Birisi beni tutacak" diye düşündüm ve beni tutan LGBTİ biri değildi. Bizim için bir transın İstiklal'de depar atması mucize. Benim toplumsal güvenle ilgili sorunlarım var, gözümü kapatıp koşamam, hep sağıma soluma bakmak durumundayım. Ya da Çarşı grubu ilk gün "orospu" ya da "fahişe" diye küfür ediyordu, yanlarına gidip "Burada fahişeler de var, bizimle onurlu bir şekilde en başından beri direniyorlar, siz buna hakaret edemezsiniz" dedik. O zaman dillerine sinmişti ama şimdi değişti. Biz bu sene Onur Haftası'nın temasını "Temas" olarak koyduk, zira biz farklı yapılarla temas ederek bugüne geldik. Bazı cinsiyetçi radikal sol örgütler bile şimdi LGBTİ konusunu önlerine mesele olarak koydular. Özetle direnişte çok yoldaş kazandık ama LGBTİ'lerden hoşlanmayan insanlar da o hoşlanmama hallerini düşmanlık seviyesine taşıdı. Artık hoşlanmamakla kalmayıp laf atmaya, fiili şiddete geçmeye başladılar, kutuplaşma böyle bir şey. Gezi'den sonra cinayetler değilse de nefret söylemleri ve suçları çok arttı. Kimse transfobik beyanatlar vermekten imtina etmiyor, eskiden homofobik olsa da çekimser kalanlar artık eyleme geçiyor.  Bu sol-sağ ya da Türk-Kürt meselesi için de geçerli. O dönemlerde Tophane'de oturuyordum, sol tarafımda milyon dolarlık evler, sağ tarafımda ise palalılar vardı. Dört senedir orada yaşayan soru işaretli bir kadındım ama hiçbir nefret söylemine ya da laf atmaya maruz kalmadım. Direnişten sonra ise sokağın küçük veletleri bile bana çok ağır sözler söylemeye başladılar, bu bir gösterge aslında. Korkak biri değilim ama ister istemez korktum çünkü üç-beş ruh hastası tarafından öldürülmek istemiyorum. Sonunda taşındım oradan.

Trans nüfusun ağırlığını seks işçilerinden oluştuğunu söylediniz. Seks işçiliği hangi koşullarda yapılıyor?
Biz zorunlu seks işçiliği tanımını kullanıyorduk, şimdi İngilizcede "survival sex" kavramı daha çok kabul görüyor. Hayatta kalmak için yapılan seks işçiliği. Transların ilk tercihi seks işçiliği yapmak değil. 200-300 transla bir anket çalışması yaptı ve gördük ki bu bireylerin hepsinin değişim sürecini yaşamadan önce bir eğitimi ve kalifikasyonu mevcut. Aptal, işe yaramaz, hiçbir şeyden anlamayan insanlar değiller ama bir şekilde seks işçiliğine itiliyorlar. Seks işçiliği zaten çok sancılı bu ülkede. Dünyada üç sistem var: Yasaklayıcı/cezalandırıcı, düzenleyici ve meslek olarak tanımlayan. Biz kâğıt üstünde düzenleyici olarak gözüküyoruz. Genelevlerinin açılması bazı kanunî koşullara oturtulmuş, seks işçilerinin hakları korunuyormuş gibi gözüküyor. Ama aslında bu seks işçisi olmayanları seks işçilerinden korumak üzerine çalışan bir sistem. Seks işçilerinin sağlığı ve refahı kimsenin umurunda değil. Üstelik devlet 2002 yılından beri genelevlere yeni alım yapmıyor. Genelevler dünyanın en şahane yerleri olmasa da bugün seks işçiliği yapmak zorunda olan insanlar için kurtuluş yerleri. Orada cinayet yok, HIV yok, güvenlik sorunu yok, göreceli olarak para kazanıp hayatlarını idame ettirebiliyorlar. Sokakta çalışan biyolojik kadın ve trans seks işçilerinin sayısı ise 100 binlerle ifade ediliyor. Bunların 40 bin tanesi geneleve girmek için dilekçe vermiş. Devlet "Ben elimle kadınıma fahişe vesikası vermem" diyor. Ama onlara para cezası kesmeye bayılıyor. Burada pezevenklik kavramını sorgulamak istiyorum. Kimdir pezevenk? Seni geneleve almayan mıdır? Her gün cebine girip "Yarın da gelip paranı alacağım" diyen midir? Devlet bunu Kabahatler Kanunu'nu bahane edip yapıyor. Esasında bu kanun sokakta yüksek sesle mal satanlar için çıkarılmış, ama seks işçilerini ezmek için kullanılıyor. Çünkü oradaki duruşumuz bile etrafı rahatsız ediyor. Cezası da 179 lira. En güzel, en genç, en biblo kızlar bile 20-30 lira gibi çok komik rakamlara çalışıyor. Seks işçiliği tarihsel popülaritesini yitirdi, artık internet var, herkes bir şekilde bir seks partneri buluyor. Sen bu insanlara böyle cezalar kesiyorsan onlardan birkaç tane daha iş almasını istiyorsun demektir. Benim bildiğim pezevenklik de budur. Tamamen şehrin karanlık sokaklarına, kanunsuzluğa itilmiş bir alan, kayıtdışı yapılan seks işçiliği. Her türlü tehlikeye ve suiistimale açık. Geneleve zamanında girebilmiş çok az bir trans nüfus var. Başvuru sürecini de birebir yaşadım, bir arkadaşımla kurula kadar gittim. Ciğerlerine, kanına, evlilik durumuna bakıp uzun bir sürüncemeye sokuyorlar süreci. Sonra beş kişilik bir kurul zar zor bir araya geliyor ve bu insanlara neden fahişe olmak istediğini anlatıyorsun. Tanımadığın bir adama bacaklarını açmaktan çok daha yıkıcı bir süreç aslında bu. "Parasızım, annem kalp hastası, çocuklarıma bakmam lâzım" gibi ajitasyon şeyler söylüyorsun, "Sana cevap vereceğiz" diye gönderiyorlar. Biyolojik kadınları çok daha fazla eziyorlar zira transların başka bir meslek yapma şansı yokmuş gibi bir algıları var. Sonra devletten şu minvalde bir dilekçe geliyor: "Karaköy Genelevi, tarihî doku içerisinde yapılmış bir mekândır, tek girişi ve tek çıkışı vardır, deprem ya da yangın olursa biz bu kadınların hepsini kurtaramayız, sayılarının artmasını istemiyoruz."  Bu resmî bir cevap olamaz. Sen bu cevabı alıp idarî mahkemede devlete karşı dava açıyorsun, o dava da orada düşüyor. 1970'li yıllardaki genelev algısı ile bugünkü algı çok farklı. Eskiden geneleve düşülürdü. Bugün geneleve tırnaklarıyla tırmanıyor insanlar. Biliyorlar ki oraya girseler en azından ölmeyecekler.

YILLARCA BİR TANE BÜLENT ERSOY GÖSTERİLMİŞ, BİR DE MERTER'DE KANLAR İÇİNDE BİR TRANS GÖSTERİLMİŞ. ARADAKİ RESİM YOK. TRANSLARIN DA KENDİLERİNE DAİR BÖYLE BİR ÖNGÖRÜLERİ YOK. OFİS ÇALIŞANI, TEMİZLİKÇİ YA DA ÖĞRETMEN OLMAK GİBİ BİR ŞEYİ HAYAL EDEMİYORLAR; ÖNCE HAYAL EDECEKSİN Kİ O YOLA BAŞ KOYASIN.

Seks işçisi bir transı yaşlanınca ne bekliyor?
Ölüm. Sokaklarda öksüre öksüre ölmek. Bir arkadaşımız verem hastasıydı, çok yaşlıydı, araya insanlar sokup Büyükada'daki sanatoryuma yerleştirdik. İki gün kalıp kaçtı, orada kendi gibi olmayan insanlarla yapamadı. Bayram Sokak'a geldi, sürekli ifrazatı var, köşe başında yere yumuldu ve öksüre öksüre öldü. Ama arkadaşlarının yanındaydı, o hastanedeyse tek başına kalacaktı, bunu istemedi. Birçoğu böyle. Eski nesil yine şanslı, çoğunun evi var, 80'lerde çalışmış, para kazanmış. O dönem translar egzotik canlılardı. Şimdi öyle bir durum söz konusu değil, kimse seks yapmak için para ödemek istemiyor. Translar ancak günü kurtarıyor, karnını doyuruyor, zar zor kirasını ödüyor. Eskiden orta sınıflarken şimdi fakirleşip en alt sınıflardan biri hâline geldiler. Kentsel dönüşüm sürecinde Tarlabaşı'ndan ilk onlar sürüldü. Çünkü dayanacak güçleri yok.

Transların seks işçiliğinden başka işlerde çalışabilmesi için yollar açılıyor mu?
Tek tük güzel örnekler var, bir şeyler değişiyor ama maalesef çok yavaş. Yeni jenerasyon farklı çünkü aileler değişmeye başladı. Çocuğunu trans ya da eşcinsel diye evden kovmuyor ya da eğitimden alıkoymuyor. Şimdi yüksekokullarda, hattâ çok havalı üniversitelerde açık kimlikleriyle okuyan trans çocuklar var. Hattâ kimlikleri değişmemiş bile olsa mahkemeden karar çıkartıp hocalarının istedikleri kız ya da erkek isimleriyle onlara hitap etmesini sağlıyorlar. Ama bunlar çok münferit vakalar. Genelde insanlarda yeterli bir algı yok. Yıllarca bir tane Bülent Ersoy gösterilmiş, bir de Merter'de kanlar içinde bir trans gösterilmiş. Aradaki resim yok. Transların da kendilerine dair böyle bir öngörüleri yok. Ofis çalışanı, temizlikçi ya da öğretmen olmak gibi bir şeyi hayal edemiyorlar; önce hayal edeceksin ki o yola baş koyasın. Biz o iki resmin arasını dolduruyoruz. Şimdi İstiklal Caddesi'nde piyango bileti satan var, başkası THY'ye girdi hostes olacak, böyle güzel örnekler var. İnanılmaz aileler de var. Bir baba 16-17 yaşında bir kız çocuğuyla Ankara'dan gelmiş. "Bu ameliyat olacağım, cinsiyet değiştireceğim diye tutturdu. Bizi terk etmekle tehdit ediyor, gözümüzün bebeğini, sokaklara atamayız. En iyi doktor İstanbul'daymış, bizi onunla görüştürün" dedi. Bu da erkek bir adam, o da tek oğlu ve bunu bir erkeklik meselesi hâline getirip boğazını kesebilirdi. Bir arkadaşın anası çoban, "Benim yavrum esnektir, kıvraktır" deyip bağrına basabildi. Benim babam ise Avrupa görmüş yüksek eğitimli denebilecek biri ama hazmedemedi ve 20 sene konuşmadı benimle. O cinsiyetçi kafa eğitim durumu, coğrafya, ırk ya da din tanımıyor.

Kentsel dönüşümden bahsettiniz. Bu sürecin trans bireyler üzerindeki etkisi nedir?
En son Beyoğlu'nda kapılar kaynaklandıktan sonra da bunun rant sebebiyle yapıldığına dair bir basın açıklaması yapıldı. 90'larda Ülker Sokak da rant yüzünden bitti. O dönem Cihangir kriminal bölgeydi, girilemeyen sokakları vardı. Hem LGBTİ, hem de zenci gettosuydu. Tarlabaşı'ndan Kurtuluş'tan önce Cihangir'de yaşıyordu bu kişiler çünkü ucuzdu. 1996'da Habitat toplantısı yapılacaktı, büyük bir etkinlikti. Önce zenciler, kadın erkek, çoluk çocuk saçlarından sürüklene sürüklene o sokaktan atıldılar, sonra da sıra translara geldi. Şimdi Ülker Sokak'ta ev kiralamayı bırak, kafelerde çay içmeye paran yetmez. Tarlabaşı ve Avcılar'da da durum aynı. Mesela Avcılar'da yıkılmaya yüz tutmuş evleri translara verdiler zira aklı başında hiç kimse orada oturmaz. Bina çatlak, ama kızlar gariban, başka çareleri yok, oraya sığındılar. Şimdi o binalar yıkılacak ve daha sağlam binalar yapılacak diye rant devreye girdi. Çok belirgin resimler bunlar, çok acımasız ve kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Eskiden translar hiçbir mekâna alınmazdı, servis açılmazdı translara. Şimdi translar birçok yere alınıyor ama paran varsa alınıyorsun. Bu da başka tür bir faşizm, faşizmin araçları da gelişiyor. Biz ilkel faşizmden rafine ve kurumsal bir faşizme geçiyoruz şu anda.

Bütün bu ayrımcılıkların basındaki temsili nasıl?
Baktık ki bu basın cinsiyetçi, homofobik, transfobik ve ötekileştirici dilden kurtulamıyor, biz de "O zaman kendi basınımızı oluştururuz" dedik. Şimdi günde KaosGL gibi günde binlerce kez tıklanan portallarımız var. SPoD da bu tekelden kurtulalım diye hem LGBTİ hem de LGBTİ olmayan alternatif haberlerin olduğu ve tartışıldığı "Çark" isimli bir e-portal açıyor. Medya eğitimleri de veriyoruz. Yavaş yavaş birşeyler değişiyor. Öte yandan insan hakları literatürü de değişiyor, benim bile Batı’da bir toplantıya gittiğimde azarlandığım oldu. Eşcinsel yönelim ve trans kimlik gibi terimleri kullanıyorduk, Arjantin'den bir ağbi "Biz artık toplumsal cinsiyet ifadesi diyoruz, her türlü kimlikleştirmeye ve etiketleştirmeye karşıyız. Kimlik inşa eden değil, kimlikleri yıkan bir politikayız, o yüzden kimlikleri tanımıyoruz" dedi. Queer de bir anlamda kimliksizlik politikası zaten. Ben de "Kusura bakmayın, biz bir yandan kesik kafalarla uğraştığımız için bazen literatür tartışmaya vaktimiz olmayabiliyor" diye yumuşatmaya çalıştım. Artık basında eşcinsel birey, trans birey gibi ifadelere rastlıyoruz. Ama devletin devasa bir baskısı var. Mesela CNBC-E'deki bir dizide "gay" kelimesi altyazıda "şorolo" diye çevrilebiliyor. Geyin tercümesi eşcinseldir, şorolo değil. Fakat "eşcinsel" dese devletin bakış açısıyla bunu meşrulaştırmış olacak. Devlet bu dilin kullanılmasını istemiyor, bazı basın da buna göre davranıyor.  Devlet LGBTİ kelimesini telaffuz bile etmiyor. Geçen sene BM İnsan Hakları Komitesi'nin davetiyle İsviçre'ye gittik, bizden trans hakları ihlallerine dair bir rapor istediler. Yedi AKP'li milletvekili de oradaydı. İlk gün sen raporunu okuyorsun, ara veriliyor, ertesi gün de onlar sözlerini söylüyor. Bizim vekillerden yedisi birden aynı gün hasta oldu, bizimle aynı kareye girmemek için salonun içerisinde köşe kapmaca oynadılar. LGBTİ terimini telaffuz bile etmeyip "Türkiye'de kadın cinayetleri de var, önce onlara bakalım" dediler. Lozan Antlaşması'nın diliyle konuşup Türkiye'de böyle bir azınlığın olmadığını, azınlığın Yahudi ve Ermenilerden oluştuğunu söylediler. Koca koca adamların karşına geçip gözüne baka baka yalan söylüyor olması insanlık onuruna aykırı. Sen vekilsin. Birine toplantı talep ettiğimizi ilettik, "Bu bizim için çok hassas bir konu" diye cevap geldi. Sen vekilsin, senin görevin hassas konuları çözümlemek, ne işe yarıyorsun o zaman?

YOZLAŞMA DA GENEL AHLAK GİBİ ÇOK MUALLÂK BİR KAVRAM. BUNUN İÇİNE HER ŞEYİ SOKARSIN, BİR GÜN KÜPE DE SOKARSIN, KARELİ GÖMLEK DE SOKARSIN, KIRMIZI ÇORAP DA SOKARSIN.

Mevcut siyasî partilerde ya da örgütlerde karşılığını bulabiliyor musunuz trans mücadelesinin?
Şunu hep söylüyorum: Zaman bizden yana. Zaman ileri doğru akıyor ve eninde sonunda LGBTİ bireyler talep ettikleri demokratik hakları kavuşacak. İnşallah uzak olmayan bir gelecekte bir ibne başbakanımız da olacak. Biz yıllardır elimizden geldiği kadar bize yakın durduğuna inandığımız birçok yapıyla beraber yürüyoruz. Anti-militaristlerle, çevrecilerle, feministlerle, sosyalistlerle, Kürtlerle hep beraber yürüdük. Ve oralarda kırılmalar yarattık. Mesela bazı feministler Kadın Yürüyüşü'nde "Translar erkeklik deneyiminden geliyor, bizlerle yürüyemezler" dedi, onlara mağduriyet hiyerarşisi yaptıklarını söyledik. Bize ilk olumlu tepki veren Kürtler oldu. Dışlanmaya ve ayrımcılığa maruz kalmak genlerine işlemiş. Diyarbakır'a gittik, bize yine sokakta bakıyorlar ama eşitlik ve özgürlük deyince "Başımın üstüne" diyorlar. CHP biraz geç kaldı ama son yerel seçimde adaylar çıkardı. Kulağıma geliyor, "Bugün LGBTİ'leri çekersen bu 100 bin oy demek" diyorlarmış. Bu çok karamsar bir tahmin hattâ, bana sorarsan toplumların üçte biri LGBTİ bireylerden oluşuyor. Burada kendini açıklamış ya da açıklamamış milyonlarca LGBTİ birey var. Radikal sola gelirsek, dergi çevreleri ve Halk Cephesi gibi oluşumlar da LGBTİ meselesini tartışıp bizden konuşmacılar istiyorlar. Ama seks işçiliği onlar için hâlâ bir kırılma noktası. Öyle radikal sol örgütler var ki sağ ahlakçılar kadar ahlakçılar. "Kadın bedeni meta değildir, satılamaz" diyorlar. Bir kere seks işçiliği sadece kadınlar tarafından yapılan bir şey değil. Üstelik kadınlar sömürülüyorsa da heteroseksist bir dominasyon var olduğu için sömürülüyor. Cinsiyet eşitsizliğinin olmadığı bir dünyada sömürülmeyecek bu kadınlar. İsterlerse kol kasıyla kazanırlar paralarını, isterlerse vajina kasıyla. Bunun arasındaki farkı kafalardaki ahlak algısı oluşturuyor. İlk argümanları "Sen annenin çalışmasını ister miydin" sorusu. Ben annemin madende de çalışmasını istemem, madencilik onursuz bir meslek mi? Ben annemin taksici olmasını da istemem, taksicilik onursuz bir meslek mi? Üstelik benim annem orospu olsaydı senin anneni sevdiğinden daha az sevmeyecektim annemi. Ama bu bahsettiğim kesimlerin bir kısmı yeni bilgiye kapalı, "Ayakkabı kutusuna paraları İsrail koymuştur" diyen AKP'li muhafazakârlar gibiler, bağnazlık böyle bir şey. Yozlaşmaya karşı kampanya başlattılar mesela. Birçok sol örgütün hattâ Kürt Özgürlük Hareketi'nin büyük şehirlerdeki LGBTİ dostluğu farklı, bölgedeki LGBTİ dostluğu farklı. Hebûn derneği var mesela Diyarbakır'da, aylardır belediyeye bir küçük ofis için yalvarıyorlar. Burada ise HDP hareketinin yöneticileri yolda görünce selam veriyor, "Nasılsınız Şevval Hanım?" diye soruyorlar. Bir yandan gururum okşanıyor ama bir yandan da politika en nihayetinde. Dersim'de güya yozlaşma karşıtı kampanya diye bazı sol radikal örgütler birahanelere saldırdı. Biz bunun daha vahimini de biliyoruz. Halk Cephesi'nin baskın olduğu Gülsuyu gibi mahallelerde bir seks işçisi kadınla müşterisini pazarlık yaparken yakalıyorlar, soyuyorlar, boyunlarına halat geçirip mahallede gezdiriyorlar. Bunu Orta Çağ'da engizisyon bile yapmadı. Bu kampanya İstanbul'da da yaygınlaştı, uyuşturucu satanlara, fahişelik yapanlara eylemler düzenliyor ve şiddet uyguluyorlar. Seks işçisini uyuşturucu satanla bir görüyorlar. Yozlaşma da genel ahlak gibi çok muallâk bir kavram. Bunun içine her şeyi sokarsın, bir gün küpe de sokarsın, kareli gömlek de sokarsın, kırmızı çorap da sokarsın. Biz "Genel Ahlaksız" diye pankartlarla yürümüşüz, ahlak, normal ve yozlaşma gibi kavramlar çok dikkatli tüketilmeli. Yoksa ben de yozlaşmaya karşıyım ama ben bundan örneğin soylulaştırmayı anlıyorum, buna karşı elbette beraber savaşalım. Ama senin vajinayla kurduğun romantik bağ benimkiyle aynı olmak zorunda değil. Senin seviştiğin gibi sevişmek zorunda hiç değilim.

Bahsettiğiniz örgüt ve gruplar tarafından da tabu olarak görülen bir mesele bu.
Bir erkek bir kulüpte rahatça tişörtünü çıkarabiliyor ama bir kadın aynısını yapınca herkes donakalıyor, bunu anlamıyorum. Eurovision'u kazanan Conchita Wurst çok güzel yaptı mesela, gerçekten kıl faşizmi diye bir şey var. Kılının nerede kaç santim olduğu senin toplumdaki statünü belirliyor. Böyle şeyler insanların kimyasını bozuyor, kulaklarına su kaçırttırıyor. Toplumsal değişimler zaman isteyen şeyler diye düşünüyorum genelde ama bir taraftan da Gezi direnişine bakıyorum ve "Toplumlarda bazen çok güçlü bir uyaran olduğunda bir günde bile bir kırılma olabiliyor demek ki" diyorum. Artık şu cinsel devrimimizi bir an önce yaşayalım. Radikal sola dönersek Hasta Tutsaklara Özgürlük Platformu'nda translar burada söz hakkı alamaz diye konuşuldu. Bunun üzerine o platformdan ayrıldıktan sonra Halk Cepheli bir erkek ve bir kadın bizden randevu aldı. Bir de dergilerine yazı yazmışlardı, "Eşcinsellik aşkın sekse indirgenmiş hâlidir" diyor. Sen kaç eşcinselle seviştin de benim romantik duygularımı biliyorsun ve bunu yazıyorsun? Kadın o yazı için "Ben yazdım, arkasında duruyorum" dedi. "O zaman şuradan başlamak lâzım" dedim: "Önce bir toz bulutu vardı. Siz bütün toplumsal cinsiyet ifadelerini tek standarda indirgemiş, insanlık için mavi iyidir diyerek işin içinden çıkmışsınız.” Ben mavi sevmiyorum, sevmeyeceğim ve sen de bana bunu sevdiremezsin. O kırmızı sevecek, bu pembe sevecek, ben pembe puantiyeli seveceğim, dünya böyle güzel. Hâlâ da bazı grup ve örgütler öyle düşünüyor ama tutumlar yavaş yavaş kırılıyor ve dediğim gibi zaman bizden yana. Zorla ya da güzellikle varacaklar o düşünceye. Bu arada biz öleceğiz, kafalarımız kesilecek, mezarlarımız bile belli olmayacak. Bize o platformu terk ederek tutsaklık altında ölen insanlar için verilen hükme imza attığımızı da söylediler, üstümüze bir vebal yıktılar. O zaman siz de bu sapkınlık söylemiyle insanları kışkırtarak sokaktaki trans cesetlerinin altına imza attınız. Biz insan haklarını bir paket program olarak görüyoruz, Kürt, sosyalist diye ayrım yapmıyoruz.

BURASI ZITLIKLARIN KALESİ. ZEKİ MÜREN'İ GÖRMÜŞ BİR ÜLKE BURASI. MİNİ ETEKLİ, PAYETLİ ELBİSELİ VE APARTMAN TOPUKLU BİR ADAMIN SAHNEYE ÇIKIP "BEN 30 TANE KADINI HAMİLE BIRAKTIM" YALANINI YUTMAYI TERCİH ETMİŞ BİR TOPLUMUZ.

Platformdan bahsetmişken hapisteki trans bireylerin yaşadığı özel sorunlar neler?
Önce şunu söyleyeyim. Transların sosyal hayatta, eğitim hayatında, iş hayatında, vs. yaşadığı ayrımcılıklar derken bu liste bitmez. Transların mücadelesi doğduğu anda başlıyor. Bu tamamen benim düşüncemdir ama trans bireylerin kendilerine atfedilen toplumsal cinsiyet rollerinden mutlu olmadıklarına dair sinyalleri bebekliklerinden beri verdiklerini düşünüyorum. Ya saçıyla, ya kıyafetinin rengiyle, ya oyuncaklarıyla mutlu değildir. Bunu toplumsal cinsiyet şablonlarını bilmeden yapar. Aile bunu ya görmez, ya da başka isim takar. "Bizim kızımız erkek Fatma" ya da "bizim oğlumuz çok kibar" derler, ayrımcılık orada başlar. Ve bu bir silsile hâlinde hayatın içerisinde devam eder. Hapishaneler konusu da bunların içinde bir alancık ve transların en savunmasız olduğu alanlardan biri. Gözaltıların ve karakolda saç kesmelerin olduğu 80'li yıllarda erkekler koğuşuna konmak istenen bir transın çükünü kesip "Bu mudur benim bu odaya koyulma sebebim" diyerek polislere attığını biliyorum. O günlerden bugünlere geldik. Şimdi de mesela hapishanelerde trans kadınlara permatik verilmiyor, birçokları epilasyona gitmemiş olduğu için ikinci günden sakalları çıkmaya başlıyor. Bir kadın öyle yaşayamaz. Trans kadınların hangi koğuşa konulacağı da çüke bağlı. Eğer çük varsa ne erkekler ne de kadınlar koğuşuna konuluyor bir trans kadın. Eğer o hapishanede başka bir trans kadın yoksa bu tek başına tecrit anlamına geliyor. Tecrit en büyük ceza ama trans kadınlara sanki bir iyilikmiş gibi empoze ediliyor. Bu konuda çok gürültü çıkardık, "O zaman sizin ihtiyaçlarınıza özel cezaevi açacağız" dediler. Bu da devletin faşist tutumlarından biri. Bu bir izolasyondur ve o insanları kendi içlerinde yok olmaya mahkûm eder. Hapise giren insanların beyanlarının asıl alınması gerekiyor. Biri "Ben kadınım" diyorsa onun kılına çüküne bakılmamalı. Ve cezası o kişinin ihtiyaçlarına göre uygulanmalı.

Göçmen transların yaşadığı ekstra bir ayrımcılık var mı?
Ortadoğu ülkelerinden ya da Azerbaycan'dan gelen trans göçmenler var. Suriye'den kaçanlar da var ve buraya canhıraş bir şekilde geliyorlar. Savaştan kaçıyorlar, daha rahat bir yaşam talebiyle buraya gelen insanlar değiller. Homofobik ve transfobik tutumdan kaçıp gelen bir LGBTİ birey Suriyelilerin kampına kapatılınca o ayrımcılık devam ettiriliyor. O insanın özel ihtiyaçlarını görülüp LGBTİ bireylerin rahat yaşayabileceği bir ortama yerleştirilmeli. Zaten ayrımcılık gördüğü bir ortama koyarsan yine aynı riskle yaşamaya devam edecek, bu insanın kafa kesilme ihtimali devam ediyor. İran'dan kaçan bir eşcinseli İranlıların yaşadığı kampa kapayarak hiçbir şeyi halletmiş olmuyorsun. Biz bu konuda da gürültü kopardık ve biraz değişti durum. Trans göçmenleri artık Eskişehir'e gönderdiklerini biliyorum. Aslında ne üzücüdür ki onlar da burayı bir basamak olarak görüyorlar, Kanada'ya ya da Avustralya'ya gitmek istiyorlar. Ve haklılar da, ben de buralı olmasam burada kalmak istemezdim. Burası zıtlıkların kalesi. Zeki Müren'i görmüş bir ülke burası. Mini etekli, payetli elbiseli ve apartman topuklu bir adamın sahneye çıkıp "Ben 30 tane kadını hamile bıraktım" yalanını yutmayı tercih etmiş bir toplumuz. Ona inanmak istemişiz, o adamın özünü görmek istememişiz. Bu topluma homofobik ikiyüzlülüğü sokan belki de Zeki Müren'dir.

Ya Bülent Ersoy?
O da ana akım bir kadın ama onda devrimci bir ruh da var. Çok kritik anlarda bizi zıplatan çıkışlar yapabilen bir kadın. Henüz barışıyorum onunla. Benim dönemimin travmasıdır, bizim önümüzde bir Merter'deki kanlı translar, bir de o vardı. Çocukken önünde başka resim ya da rol modeli olmadığı için kendini ister istemez özdeşleştiriyorsun. Sırf trans olduğum için kaçınılmaz olarak ünlü olacağım sanıyordum ve onun gibi olmaktan çok korkuyordum. Ama "Çocuğum savaşta öldü, bir tane daha doğurup onu da savaşa yollayacağım" diye çığlıkların yükseldiği bir dönemde "Siz aptalsınız, benim çocuğum olsa onu asla savaşa yollamam" demeyi becerebilmiş bir kadın. Diyarbakır'da her yere "Biji Diva" diye onun posterlerini asmışlar o dönem. Bir şarkı yarışmasında da eşcinsel olduğu anlaşılan bir çocuk çok güzel söylemesine rağmen eleniyor, Bülent Ersoy da "Niye elendi bu" diye soruyor. Ebru Gündeş, "Biraz kırıktı bu, Türk aile yapısına uygun hareketleri yoktu" diye cevap verince Bülent Ersoy "Siz bu çocuğu elediğiniz için rahat uyuyabilirsiniz ama ben uyuyamıyorum" diye kükredi. TV karşısında ağladık.

Son olarak "Trans cinayetleri politiktir" sloganındaki "politik" vurgusuna değinebilir misiniz?
Bunlar münferit olaylar değil. Sistematik, düzenli ve devlet güdümünde işlenen cinayetler. Devletin bu cinayetlere suçu caydırmaya yetecek kadar ceza vermemesi, trans cinayetlerini bir anlamda meşrulaştırması, failleri paramiliterce cesaretlendirip yol vermesi ve ödüllendirmesi bu cinayetlerin devlet güdümünde olduğunu düşündürtüyor. Bu yüzden politik diyoruz. Aynı sloganı feministler de kullanıyor, "Kadın cinayetleri politiktir" diyorlar. Zira devletin kadın cinayetlerini de görmezden gelmesi bu cinayetlerin devlet politikası olduğuna işaret ediyor.

ÖNCEKİ Prune Nourry: Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Biz kimiz? SONRAKİ 22. LGBTİ Onur Haftası nerdeen nereye sergisiyle başlıyor
Bu yazıyı paylaş