TSU!: Hayatın ta kendisi!

Bu yazıyı paylaş
İçerik

TSU!: Hayatın ta kendisi!

Röp: Ekin Sanaç, Foto: Aylin Güngör
ÖNCEKİ Şarkı şarkı 123 ve “Anja” albümü SONRAKİ Trip hopun 20 yılı

J. Hakan Dedeoğlu ile, yalnızlığı seven projesi TSU!’nun yeni albümü HMS Angora’nın şerefine, daldık koyu bir muhabbete...

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Akordu değiştirilmiş bir gitar ve “arada derede çıkan” arpejlerle sökülen, hiyerarşik olmaktan uzak, hayata çok yakın besteler... Nereden geliyor? Nereye çağırıyorlar? Bir Laz köyüne, Anamur kıyısında bir eve, 18 Mart sahiline ya da İngiltere’de hiç aşina olmadığınız bir muhite...  Shahzad Ismailly’nin 88 Records’u tarafından plak olarak basılan yeni TSU! albümü HMS Angora, kesintisiz dinleme keyfiyle sizi hayatı nerede aramak istiyorsanız oraya götürüyor galiba.

Plak çıktı konserini 5 Haziran’da Karaköy Külah’ta yapacak TSU!’ya o gece, albüme de eşlik eden Shahzad Ismailly ve Gyda Valtysdottir konuk olacak. İşte Bant’ın J. Hakan Dedeoğlu’su ve TSU! gerçeklerine dair bilmek istediklerimiz, sansürsüzce burada. 

İki yılın ardından ikinci albüm. Neler değişti?
Hepimizin hayatında çok şey değişti ama TSU! için pek bir şey değişmedi. Aynı hislerle tıngırdatmaya devam.

Albümün ismi nereden geliyor?
Albümün ismi İngiliz annemin İngiliz dedesini, Çanakkale Savaşı zamanında, İngiltere’den Çanakkale’ye getiren savaş gemisinden geliyor. Kendisi, James Clayton, mayın toplama gemisi olan HMS Angora’da bulundu. Yıllar sonra torununun bir Türk ile evleneceğini bilmeden, karaya ayak basmadan, bu topraklara baktı, mayınlarımızı etkisiz hâle getirdi, sonra da güvertede düşüp kalçasını kırıp evine geri gönderildi. Hayatın inanılmaz tesadüflerle dolu olduğunu sık sık kendime hatırlatmayı seviyorum... Bu açıdan bakınca albümün ismi hayatın ta kendisini kutluyor diyebilirim aslında.

Image

Kapak fotoğrafı hakkında bilgi verebilir misin? Ona bakmak sana ne hissettiriyor?
Kapakta gördüğünüz arkadaş bizim ekipten Sadi Güran. Mekân da Çıralı, sene 2010. Fotoğraf da Aylin Güngör’e ait... Bu fotoğrafı ilk gördüğüm andan beri çok seviyorum. Bu fotoğraf “zaman” kavramı ve anlamı üzerine oldukça derin bir etkiye sahip benim için... Doğanın durağanlığı ve bizim sürekli hareket halinde olmamızın yarattığı kontrast...

Kayıtlarla ilgili zamansal, mekânsal ve konuksal bilgileri verebilir misin?
Kayıtlar 2012’de İstanbul’da Studio Bee’de yapıldı. Albüm Shahzad Ismailly ve Gyda Valtysdottir tarafından kaydedildi. Kendileri albümde de müzisyen olarak yer alıyorlar. Onlara ek olarak Carla Bozulich muhteşem vokalleriyle iki parçayı aklımın hayalimin almayacağı yerlere taşıdı. Aaron Roche ve Jhno da bazı parçalara da ufak dokunuşlarla hayat verdiler. 2012’de Studio Bee’deki kayıtlardan sonra İzlanda’da kendi partisyonlarını kaydettiler. Albümün miksi Berlin’de Francesco Donadello tarafından, masteringi ise Seattle’da Mell Dettmer tarafından yapıldı.

Şarkıların ortaya çıkışında yalnız olduğun anlar ve ortak üretim anları nasıl birbirinden ayrılıyor ve bir araya geliyor? Süreci biraz anlatır mısın?
Aslında ortak üretim anları çok fazla yok, parçaların hepsi temelde benim bestelerim. Parçaların ham hallerini Shahzad ve Gyda ile paylaşmıştım, onlar da kayıtlardan önce kendi bölümlerini yazıp gelmişlerdi kayıtlara. Elbette kayıt öncesi provalarda bir iki spontane yazım gerçekleşti ama az. İlk kayıtlar bittikten sonra parçaların ham hâlleri Shahzad ve Gyda ile dünyayı iki yıl boyunca dolaştı. Onlar vakit buldukça birşeyler eklediler. İlk albümün kayıtlarını yapan ve bana her zaman çok büyük ilham kaynağı ve destek olan Carla ve Jhno da albümde yer almak istediklerini söylemişlerdi. Ki bu benim için hayalini dahi kurmadığım bir olasılıktı. Benim gitarım dışında eklenen çello, bas, vokal, düdük, trompet, ufak elektronik dokunuşlar ve vurmalıların neye benzeyeceğini bilmiyordum. Shahzad ile o iki yıl hiç görüşmedik, çok az yazıştık. Albüm dünyanın farklı yerlerinden başka yerlerine dosyalar hâlinde uçup durdu. Herkes bence içinden geldiği gibi, hissederek üzerine, tam da kıvamında eklemeler yaptı. Hepsine her zaman müteşekkir olacağım.

Albümle ilgili baskı yayın ve dağıtıma dair bilgileri verebilir misin?
Albüm Shahzad Ismailly’nin yandan bir hobi gibi yürüttüğü 88 Records’tan plak formatında 300 kopya olarak yayınlanacak. İstanbul’da da ben olağan mekânlara dağıtıyor olacağım.

Tüm besteler çıplak gitarlardan mı yola çıktı? Aralarında farklılaşan var mı?
Tüm besteler gitarla yazıldı. Evimin çeşitli noktalarında, aralarda, derelerde, anlık, şans eseri ve hızlıca yazıldı.

İlk ortaya çıkışından albümdeki son haline evrilişini göz önünde bulundurduğunda hangi şarkı seni en çok şaşırttı?
Kesinlikle Carla’nın vokal yaptığı ve Jhno’nun düdük çaldığı “Lilac And Stork”. Gerçi Jhno’nun düdüğü, yani kavalı biraz iyice Anadolu çoban havası kattı ama sağlık olsun.

Bu albümle de şunu fark ediyorum, bir TSU! albümü müdahalesiz baştan sona dinlenen bir müzik bütünü... Şarkılar birbiriyle yarışmıyor, sıra çalmıyor. Senin için “HMS Angora hissini tek başına en iyi anlatan bu” diyebildiğin bir parça var mı?
Aslında yok... Zira dediğin gibi parça kayırmaca yok...

Albümdeki şarkı sıralaması senin için ne ifade ediyor? Nasıl kurgulanıyor?
Hikâye anlatıcılığı gibi bir kurgu söz konusu değil, parçalar kendi içlerinde öyle olsalar da. Parçaları uzun uzun dinleyip, hangisi hangisini daha iyi takip ederi bulmak, biraz kulağının biraz da gönlünün sana yol göstermesine izin vererek oluşan bir şarkı sıralaması var.

Parthanea, Lilac and Stork, De Henares, bu isimler nasıl parçalara yapışıyor?
Bundan dört sene önce TSU! parçalarını ilk yazmaya başladığımda ilk yazdığım parçaya “Moon Over Anamurium” adını vermiştim, içgüdüsel olarak. Sonra liriksiz parçalara nasıl isim vereceğim konusunda bir süre düşündükten sonra bunu biraz kendim için eğlenceli ve anlamlı bir hâle getirebileceğimi fark ettim. Ve her parçaya hayatımla bir şekilde ilgisi olan insanların, yerlerin, olayların, anıların isimlerini vermeye başladım. Ama doğrudan değil, biraz kelimelerle oynayarak. Hepsini anlatmaya gerek yok ama elbette bu isimlerin hepsinin benimle, hayatımla bir bağı var. Bestelerin bir şekilde bu yer ve anılarla da bağlantılı olduğunu hissediyorum. Verdiğin örnekteki isimler de şifreli yer isimleri aslında. Ayrıca belirli bir yerin artık unutulmuş ya da sistematik olarak değiştirilmiş eski ve kadim isimlerini kullanmak, bu yerlere bir saygı duruşu niteliği de taşıyor.

“Ömür Havzası”nın ismi nereden geliyor?
Bu parçanın isminin hikâyesi biraz farklı. İki yıl kadar önce bir sahafın vitrininde eski bir kitap kapağı görmüştüm. Etkileyici bir illüstrasyon vardı kapakta ve Ömür Havzası yazıyordu... “Ömür Havzası” dedim kendi kendime “ne kadar etkileyici bir isim...” Sonra fark ettim ki aslında kitabın bir kısmı başka bir kitabın arkasında kalmış ve gerçek ismi “Kömür Havzası”... “Olsun” dedim, “’Ömür Havzası’ birçok hisse tercüman olabilecek bir isim”... Ve bu isme uygun olabilecek hisler taşıyan bir parça yazdığımda, onun için kullandım.

Şarkı söylemek ya da söylememek TSU! için nasıl bir karar? Nasıl bir denge?
O garip bir mevzu aslında. Hayatım boyunca akor/vokal besteler yaptım. Benim için doğal bir şeydi... Akoru vur, vokali yap... TSU! benim için gitarımın akordunu değiştirmem ve arpejle çalmamla başladı... Bu teknikte ve farklı akort diziliminde kolay kolay vokal yapamadığımı, istesem de içime sinen vokalli parçaları yazamadığımı fark ettim. Bunu dert de etmedim, sonra da fark ettim ki aslında vokallerimden hiçbir zaman memnun değildim... Hiçbir zaman iyi bir şarkı sözü yazarı olamadığımı da fark ettim. Dolayısıyla bu şekilde ve bir şekilde vokali baya oldukça arka plana atmış oldum. Böyle de güzel valla... Arada içime sinen vokalli parça çıkarsa tabiî ne âlâ, hayır demeyiz.

“Day Of Skucha” ismi, Ricochet’nin “Skucha”sını akla getiriyor. Bağlantı ya da hikâye var mı?
Doğrudur ikisi de aynı yer aslında. Yıllar evvel babam beni Sapanca gölünün arkasında kalan dağların iç tarafında yer alan bir Laz köyüne götürmüştü. Köyün Lazca ismi, “kara çukur” anlamına gelen Skuça’ydı... İsme vurulmuştum. Bu isim hayatım boyunca zihnimde yer etti... Ricochet döneminde de güzel bir kelime olduğu için ortaya atmıştım. TSU! içinse, babamla çıktığım o büyülü seyahate adanmış bir parça o.

“Kids of 18 March”, 18 Mart Çocukları, senin gençliğine gönderme yapıyor. TSU!’nun müziğinde gençliğine yaptığın göndermelerden biraz bahsedebilir misin?
TSU!’nun müziği, parça isimleriyle birlikte, çok iddialı olmasa da, çok ön plana çıkmasa da hikâyeler anlatıyor. Bana dair... Hayatıma dair belgelemek istediğim, anlatmak istediğim, ve başkalarının da kendisinden paralellikler bulabileceği hikâyeler. Hepimiz gençliğimize dair bazı anları özleriz. Bu özlemden kaçış yok. Dolayısıyla TSU!’da bolcana gençliğimdeki bir âna yönelen parçalar var. 18 Mart Çocukları gibi... Büyüdüğüm mahalle... 18 Mart... İlk albümden Sonora... Gençliğimde duyup vurulduğum, müzik algımı değiştiren Sonora Pine’a ithafen. Yine ilk albümden Allerton... İngiltere’de anneannemin oturduğu muhitin ismiydi... Her yazım orada geçti ve ne yalan söyleyeyim çok özlüyorum.

Çok uzun zamandır farklı ekipler/farklı alanlarda müzik yapıyorsun. TSU!’da sanki her şeyin bir araya geldiği fakat çok yalın olduğu bir duruş var. Şu an durduğun yerden baktığında önceden yapmış olduğun müzikler nasıl gözüküyor? Zaman içinde farklı anlamlar taşımaya doğru evrildiler mi kafanda?
Geriye dönüp bakmak ve tartmak pek huyumda yok benim... Dolayısıyla karşılaştırma yapamıyorum pek. Tek bildiğim TSU! ile, hayatımda ilk kez kendi yaptığım bir müzik ile tamamen barışık, mutlu ve en önemlisi huzurluyum.

Şarkılarının taşıdığı hisler anlamında yoruma açık olabilmesi fikri hoşuna gidiyor mu? Yoksa aktarmalarını istediğin belli şeyler oluyor mu?
Her parça her dinleyici için farklı bir anlam taşıyacaktır. Kendi hayatındaki bir an, bir koku, bir sevgi, bir düş, bir ayrılık, bir arzuyla ilişkilendirecektir. Bunu ben tasarlayamam. Benim tek dileğim her şeyin en saf olduğu noktada insanlarla buluşabilmek. 

TSU! besteleri bana, kimsenin önceden varmadığı, zamanın bildiğimizden farklı attığı bir yerlerde bulunmayı ve oralarda yalnız olmayı hissettiriyor. Müziğinde tesiri olan, başlı başına etkileyen kurgular, zamanlar ve mekânlar var mı?
Bazı sokakların, yolların, bir dağ yamacının, yan yana olağanın dışında dizilmiş birkaç ağacın, evimin salonuna yılın sadece belli zamanında vuran akşamüstü güneşinin, söylenen ve havada asılı kalan bir kelimenin, tarihin ve inancın ve daha nice şeyin tarifi hemen hemen imkânsız etkileri var üzerimde... TSU!’nun müziği benim bunları özümseme, özetleme ve paylaşma dürtüm aslında... Ve beni derinden etkileyen ama bir türlü bütünleşemediğim onca şeyle belki bir başka hayatta, paralel bir zamanda bütünleşme dileği, alttan alta, sessizce... 

İnsanı bulunduğu yerden alıp götürebilen bu müziği burada (İstanbul) olmasan da aynı şekil yapabileceğini düşünüyor musun?
Müziğe hiçbir zaman çok yoğunlaşamadım. Hep arada derede çıktı besteler. Şehirde, evde koşuşturmaca halindeyken... İster miydim de her şeyi bırakıp müziğe tamamen odaklanmayı bilemiyorum. Dolayısıyla başka yerde olsam nasıl olurdu, neler çıkardı onu da bilemiyorum. Ama işte bir haftadır Anamur’dayım, gitarım da burada, çıkan sesler aynı...

Yaptığın müziğin insanlarla kurduğu iletişimde seni en çok etkileyen şey nedir?
İnsanların Bandcamp üzerinden albümü, beleşe indirebilme opsiyonu varken para vererek indirmeleri nedense çok hoşuma gidiyor. Benim için olmasa bile, müzisyenlerin bu yeni ve sarsıcı düzende para kazanabileceklerine dair bir umut olduğunu düşünüyorum ve bu beni mutlu ediyor. Ve tabiî bunun ötesinde paylaşmak... Karşılıksız... Ne güzel bir his.

ÖNCEKİ Şarkı şarkı 123 ve “Anja” albümü SONRAKİ Trip hopun 20 yılı
Bu yazıyı paylaş