“Sürekli devinen bir ilişki biçimi”: Emre Yeksan’ın “Yuva”sı

Bu yazıyı paylaş
İçerik

“Sürekli devinen bir ilişki biçimi”: Emre Yeksan’ın “Yuva”sı

Röportaj: Yiğit Atılgan
ÖNCEKİ “Bu filmde hiç iyi yok, hiç kötü yok”: Ali Vatansever’le “Saf” üzerine SONRAKİ Aklımdakiler: Volkan Öge

Başrolü İğneada ormanlarının oynadığı Yuva’nın nereden geldiğini, nasıl ortaya çıktığını, yaratıcısı Emre Yeksan’dan dinledik.
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Emre Yeksan’ın Körfez’in ardından birey ve mekân üzerinden anlatılarını sürdürdüğü ikinci uzun metrajı Yuva, dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nde yaptı ve İstanbul Film Festivali’nden En İyi Erkek Oyuncu (Kutay Sandıkçı), En İyi Görüntü Yönetmeni (JakubGiza), Onat Kutlar anısına verilen Jüri Özel ödüllerinin yanı sıra Ankara Film Festivali’nden En İyi Özgün Müzik (Mustafa Avcı) ödülüyle ayrıldı.

Başrolü İğneada ormanlarının oynadığı ve kadrosunda Kutay Sandıkçı, Eray Cezayirlioğlu, İmren Şengel ve Okan Bozkuş’un yer aldığı Yuva, şehirdeki hayatını ve geçmişini terk ederek doğaya çekilen karakterinin hikâyesini anlatıyor. Yuva, 10 Mayıs’ta Başka Sinema dağıtımıyla vizyona girdi. Yuva’nın nereden geldiğini, nasıl ortaya çıktığını, yaratıcısı Emre Yeksan’dan dinledik.

Yuva’nın öyküsünü ilk olarak 2013’te şekillendirmeye başlamışsın. O zamandan bugüne geçen süreci ve yönetmenliğe adım atışını kısaca anlatabilir misin?
2013 Mayıs ayı ortalarıydı. Körfez’in senaryosunun ikinci versiyonunu bitirmiş bir süre dinlenmeye bırakmıştık. O boşlukta Yuva’nın hikâyesi gelip kendini dayattı. Öncesinde bir süredir üzerine düşündüğüm, kafamda dolaştırdığım ama kâğıda dökecek olgunluğa gelmemiş hikâyeler vardı. Bir şekilde taşlar yerine oturdu ve Veysel ve Hasan’ın hikâyesi ortaya çıktı. Ama belki de iskelet diyebileceğim bu ilk metin oluştuktan sonra hızla Körfez’e dönüp onun yapım sürecine adapte olmam gerekti. Bu sırada da her molada dönüp Yuva’ya tekrar bakma şansımız oluyordu. En baştan filmin başrol oyuncusu Kutay Sandıkçı’yla senaryo üzerine çalışmaya başladık, onun da yazım sürecine ciddi katkıları oldu. Körfez’in post-prodüksiyonunu tamamlama aşamasındayken de Yuva’nın tretmanıyla Venedik Film Festivali’nin Biennale College fonuna başvurduk. Fonu aldıktan sonraki sekiz ay içerisinde de filmi tamamladık.

Image

“Kardeşleri kardeş yapan toplumun tanımladığı soyut bir kan bağı mı, yoksa bir ortak mekâna dair sahip olunan ortak hissiyat mı?”

K24 sitesine yazdığın Ayhan Geçgin’in son romanı Bir Dava’ya dair eleştirisi yazısına yazarın eserlerindeki ev kavramının yerinden bahsederek başlayıp evin boşluk ve yokluk durumlarıyla ilintisinden bahsetmişsin. “Yuva” deyince kişisel olarak aklında ne/neresi canlanıyor?
Yuva’nın hikâyesi farklı kaynaklardan, duygulardan, sorgulamalardan beslendi ama hepsini bir araya getiren kavram da ‘ev’ oldu sanırım. Veysel’in arkada bıraktığı da, doğanın ortasında kurmaya çalıştığı da bir ev, bir yuvaydı sonuçta. Aynı şekilde iki kardeşi birbirine bağlayan temel unsurlardan biri de evin ortak oluşu. Kardeşliğe dair kafamdaki sorulardan biri de “kan mı, ev mi”ydi? Yani kardeşleri kardeş yapan toplumun tanımladığı soyut bir kan bağı mı, yoksa bir ortak mekâna dair sahip olunan ortak hissiyat mı? Bu ikisi arasında bir gerilim hep oluyor bence. Bir yandan da Veysel’i karşısına çıkan bir üçüncü ev, doğanın ona teklifsizce sunduğu bir yuva sayesinde kafası karışmış bir karakter olarak düşündüm. Terk ettiği, inşa etmekte olduğu ve yoluna çıkan üç evin ortasında kalmış bir adam. Bu anlamda yuvayı bitmiş, tamamlanmış, sınırları ve anlamı sabitlenmiş bir şey değil de sürekli değişen, oluş halinde ve organik bir şey olarak düşünmeyi tercih ettim. Dolayısıyla yuva denince aklımda canlanan bir mekân değil de bir duygu, bir mekânla kurulan ve sürekli devinen bir ilişki biçimi diyebilirim.

Az önce bahsettiğim yazıdan bir alıntı: “Ayhan Geçgin romanlarının ilk bakışta birtakım aylaklar, flanörler gibi görünen kahramanları aslında bu kavramların işaret ettiği gibi sokakları, şehri ya da kırsalı deneyimlemek, o mekânla iletişime geçmek için arşınlamıyorlar. Hepsi de büyük bir boşluğun içinde, oradan oraya hareket eder gibiler.” Körfez’in Selim’i ve Yuva’nın Veysel’i açısından bu satırlar nereye oturuyor?
Ayhan Geçgin romanlarıyla, özellikle de karakterleriyle çok yakın hissediyorum. Dolayısıyla Selim de Veysel de belli açılardan Ali İhsan’a, Aslı’ya, Fikret’e, diğer romanların isimsiz kahramanlarına benziyor. Ortak bir aylakça dolaşma hali, bir arayış onlarda da var. Ama fark sanırım tam da bu alıntıladığın cümlede beliriyor. Selim İzmir’i, Veysel de ormanı o mekânla yeniden bir ilişki kurma çabasıyla arşınlıyorlar. İlki artık yok olduğunu kabul ettiği eski bir temasın, çocukluğunun şehrinin yerine yenisini kurmaya çabalarken, ikincisi kendisini içinde dolaşıp durduğu ormanın bir parçası haline getirmeye çalışıyor. Dolayısıyla mekânlarla kurmaya çabaladıkları ilişkiyi arkalarında bıraktıkları evin, geçmişin boşluğunu genişleten, onu hissettiren değil de onun yerini dolduran bir ilişki olarak görüyorum. Ayhan Geçgin kahramanları sokaklarda ya da ormanlarda dolaşırken kafaları hep o anın dışında bir şeylerle, kendi varoluşlarıyla, hesaplaşmalarıyla da meşguldür. Buna karşılık Selim ve Veysel’in çoğunlukla içinde bulundukları anla meşgul olduklarını düşünüyorum.

Image

“Kişiselle politik arasında, psikolojikle toplumsal arasında olduğu varsayılan ayrımların çok keskin ve büyük oranda yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla hayatı bunların sürekli birbirinin içine geçtiği biçimde algılayan ve yaşayan biriyim.”

Körfez’deki Selim kentli bir karakter, kentin içinde kendine yeni bir yaşam alanı açmaya çalışıyordu. Yuva’daki Veysel ise yaşam mekânı olarak ormanı seçmiş ve bu alanda tutunmaya gayret ediyor. İki öykünün yakınlaştığı ve uzaklaştığı yerler neler?
Ortak nokta sanırım senin de tespit ettiğin üzere ikisinin de birey ve mekân ilişkisi üzerine anlatılar oluşu. Yaşadığımız yerin, en dar anlamından en genişine, duygu dünyamız ve hayat algımız üzerinde çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Selim de Veysel de bu ilişkinin belirleyiciliğine kendisini açmış, teslim etmiş karakterler. O anlamda da kardeşler aslında. İki filmin uzaklaştığı noktalarsa daha çok ton ve biçim alanında sanki. Körfez’de hafif, uçucu, mizahlı bir dil arayışım vardı. Yuva ona kıyasla daha karanlık ve daha ciddi bir tona sahip.

Yuva’daki üniformalı ve silahlı adamların saldırısından korunmak için ağaç gövdelerini siper alan karakterler Körfez’deki yüz maskeleri gibi öğeleri ve polis göz altısı sahnesini anımsatıyor. Akla da ister istemez Gezi’de simgeleşen ve yakın politik tarihimizi şekillendiren direniş süreçleri düşüyor. Senaryoya başladığında çıkış noktan kişisel öykülerin işaret ettiği politik metaforlar mı oluyor yoksa bu metaforlar ister istemez kişisel öykülerin içine mi sızıyor?
Kişiselle politik arasında, psikolojikle toplumsal arasında olduğu varsayılan ayrımların çok keskin ve büyük oranda yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla hayatı bunların sürekli birbirinin içine geçtiği biçimde algılayan ve yaşayan biriyim. Böyle olunca da senaryo üzerine çalıştıkça bu ikisi paralel ve eşzamanlı olarak ilerliyor. Fakat ben mesela bu verdiğin örnekleri hikâyenin evrenindeki reel olgular olarak düşünüyorum. Onları izleyicinin gözünde metaforlaştıran filmde bu olgulara açıklayıcı bir nedensellikten ve detaylardan arınmış olarak yer vermeyi tercih etmiş olmam. Bu da aslında klasik dramaturji diye tanımlayabileceğim yapıyla olan derdimden ileri geliyor. Neden-sonuç zincirleriyle her şeyin açıklanabildiği evrenleri ikna edici bulamıyorum. Gerçeklik bana her zaman daha karmaşık ve girift bir şeymiş gibi geliyor.

Image

“Yuva’da gerçekten Veysel gibi ormanda tek başına yaşayan bir karakterin ruh hali ilgimi çekiyor. Onu kendi kentsel hayatımdan, yakın tarihimizden bir karakterin temsili olarak düşünmedim.”

Muğlak ve çizgisel olmayan bir sinema dilin mevcut ve iki filminde de gerçeküstü öğeler öne çıkıyor. Bu dili tercih etmenin sebebi ne? Ek olarak, Yuva’ya dair bazı eleştiri yazılarında bu öğelerin yeterince geliştirilmediği ya da kamera “yuva”nın içine girdiğinde alegori ve mistisizm arasındaki sınırın ihlal edildiğine dair yorumlar mevcut. Bu konuda neler demek istersin?
Gerçeküstü denebilir mi pek emin değilim ama gerçekliğin sınırında durumlar, oluşlar ilgimi çekiyor. Sanatın gerçekliği zorlayan, yırtan yanlarını seviyorum. Bende çok eskilerden beri olan bir eğilim bu ama realizmin hatta natüralizmin bir nevi sinemasal norm haline gelmiş olması da tepkisel olarak bu eğilimimi perçinliyor herhalde. Bahsettiğin eleştirilere dair yorumum da alegoriden ne anladığımıza bağlı olarak değişiyor. Ben mesela mistisizmle arasında bir sınır olduğunu bile düşünmüyorum. Mistisizmin dayandığı dinler, mitolojiler, ezoterik yaklaşımlar, tasavvufî meseller alegorik birikimin en kabul edilmiş karşılıkları bence. Bu anlamda bir sınır ihlalinden söz etmek zor. Diğer taraftan da alegoriyi basit anlamda bir baskıyı, sansürü devre dışı bırakma stratejisi, mesela Yuva’ya dair söylenenlerde sıkça karşılaştığım Gezi’yi olduğu tarihsel gerçeklikle anlatamamaktan kaynaklı bir ikame yöntemi olarak kodluyorsak o benim ilgimi çeken bir şey değil. En azından hikâyeleri kurarken öyle bir yerden yaklaşmıyorum. Yuva’da gerçekten Veysel gibi ormanda tek başına yaşayan bir karakterin ruh hali ilgimi çekiyor. Onu kendi kentsel hayatımdan, yakın tarihimizden bir karakterin temsili olarak düşünmedim. Ama anlatıyı parçalamayı, boşluklu, muğlak hale getirmeyi seviyorum. O noktada alegori izleyenin gözünde beliren bir şey oluyor. Benim metne yerleştirdiğim bir şifre değil de bakan kişinin algısı, yorumu oluyor. Walter Benjamin’in çok sevdiğim bir tanımlaması var, “eşyalar evreninde yıkıntılar neyse düşünceler evreninde de alegoriler odur” diyor. Filmi, izleyenin kendi anlamlarını üretebileceği bir enkaz, parçalanmış bir anlatı olarak görmek hoşuma gidiyor. Bu yaklaşım tabii ki sağlam bir bina görmek isteyen bazı izleyiciler için hayal kırıklığı yaratan bir durum olabiliyor.

Öykü, en temelinde eski hayatından kaçmış bir adam ve onu tehlikeden korumak için yanına gelen kardeşinin öyküsü. Veysel ve Hasan arasındaki diyaloglardan bir sevgi ve nefret ilişkisi hissediliyor. Sen bu kardeşlik bağını aklında nasıl kurguladın?
Bunu kendi kardeşimle olan ilişkimden esinle kurdum diyebilirim. Yıllarca iki ayrı ülkede yaşayıp çok nadiren görüştük. Ben Türkiye’ye döndükten bir süre sonra kardeşim okulu bitirdi ve yanıma yerleşti. Yıllar sonra birbirimizi yeniden tanımak zorunda kaldık. Halihazırda toplumsal olarak belirlenmiş, kemikleşmiş bir ilişkiyi dönüştürmek pek mümkün olmuyor. Kırıp yeniden inşa etmek gerekiyor. İster istemez bu süreç kardeşliğin anlamını da sorgulamama yol açtı. Kardeşliğin verili ve sabit bir şey değil de inşa edilen bir şey, hatta yıkılıp yıkılıp sürekli yeniden inşa edilen bir şey olduğunu düşünüyorum.

Körfez’de casting’den sorumlu Kutay Sandıkçı Yuva’nın başrolünde oynamakta. Veysel karakteri şekil alırken kendisi ile en çok hangi konuları konuştun?
Kutay, Yuva daha on sayfalık küçük bir taslakken bile Veysel için aklımdaki kişiydi. Hatta dediğim gibi senaryo yazma sürecinde de birlikte çalıştık. Çok yetenekli bir oyuncu olmanın yanı sıra çok iyi bir cast direktörü ve oyuncu koçu. Projeye çok erken bir aşamada dahil olduğu için de Veysel karakterinin tüm kuruluş ve dönüşüm aşamalarını takip etme şansı oldu. Hatta bir noktada bunun oyununa kötü yansımasından bile korktum. Karakterin oluşma sürecine fazlaca hâkim olmasının sezgisel kapasitesini sınırlamasından endişe ettim. Çünkü Veysel kavraması zor bir karakter, anlayarak değil de sezerek oynaması gerekiyordu. Karakterlere geri plan hikâyeleri yazıp oradan motivasyonlar türetmeyi sevmiyorum. Öyle yapınca her şeyi basitleştirilmiş bir neden sonuç ilişkisine hapsediyormuşuz gibi geliyor. Buna ihtiyacı varsa oyuncunun kendisini bunu üretmeye teşvik ediyorum. Kutay’la da bu şekilde hazırlandık ama Veysel sıra dışı bir karakter olduğu için neredeyse set başlayana kadar istediğimiz noktaya gelememiştik. Setten birkaç gün önce yaptığımız uzun bir konuşmayla taşlar yerine oturdu. Hatta öyle ki set bittiğinde Kutay’ı Kutay olarak görmekte zorlanmaya başlamıştık.

Diyalogları sınırlı ve başrolü belki de İğneada ormanlarının oynadığı bir filmde görüntü ve ses tercihleri çok kritik ve Yuva bu iki alanda çok başarılı. Sesten başlayalım. Yuva için ambient müzikler besteleyen Mustafa Avcı ve filmin ses tasarımcıları Fatih Rağbet ve Eli Haligua’nın Yuva’nın işitsel dünyasına yaklaşımları neydi?
Filmde ses dünyasının çok kritik bir rol oynayacağı baştan tespit ettiğimiz bir şeydi. Bu yüzden Mustafa’yla da Fatih ve Eli’yle de setten önce çalışmaya, denemeler yapmaya, bir ses evreni oluşturmaya başlamıştık. Kurguyu yaparken başkalarına ait geçici müzikler kullanmak istemediğimizden Mustafa senaryo üzerinde kararlaştırdığımız noktalar için kompozisyonlar üretmeye başladı. Fatih’le Eli de atmosfer denemeleri yaptı. Ama tabii ki esas çalışma kurgu bittikten sonraki süreçte ortaya çıktı. Ses ve müzik kullanımıyla ilgili ortak yaklaşımımız, öne çıkmayan, kendini çok hissettirmeyen ama filmi sarıp sarmalayan, filmin aurası olacak bir işitsel evren yaratma fikriydi. Filmin duygusunu ağırkanlı bir şekilde belirleyecek ama manipülasyona veya yabancılaştırmaya yol açmayacak bir ambiyans kurmaya gayret ettik. Doğru ayarı tutturabilmek için de kısıtlı vaktimize rağmen çokça revize ederek, gerçekten ince bir işçilikle tasarladık. 

Körfez’de de görüntü yönetmeni olarak Jakub Giza ile çalışmıştın. Onunla nasıl bir çalışma ilişkiniz mevcut?
Jakub’la Körfez’in yazım sürecinde, Varşova’da katıldığımız Ekran+ isimli atölyede tanışmıştık. Filmden bir sahneyi deneme mahiyetinde çekmek için bize önerilen isimlerden biriydi. Birkaç gün sonra senaryoyu okuyup geldiğinde doğru insan olduğunu çok çabuk hissettik. Yaptığı yorumlar, filme dair önerileri o kadar yerindeydi ki senaryoyla gerçekten içsel bir ilişki kurduğu hemen anlaşılıyordu. Hayata ve sinemaya dair bakışımızdaki ortaklık bizi bir araya getirdi diyebilirim. Jakub’un en sevdiğim tarafı bir konu üzerine saatlerce kafa patlatabilen, fikir teatisi yapabilen ama sete geldiğimizde de inanılmaz derecede hızlı ve pratik olan biri olması. Onunla çalışmamız da, ana kadrodaki diğer isimlerle olduğu gibi, bir birlikte yaratma pratiği. Yapım süreci öncesi masa başında günler süren çalışmalarla filmin duygusunu ve aklını birlikte oluşturuyoruz. Sette de o ön çalışmada belirlediğimiz görsel prensipler üzerinden hareket ediyoruz. Sinemayı gerçek anlamda kolektif bir yaratım süreci olarak görüyorum. Ortak aklın kaçınılmaz biçimde devrede olduğu bir üretim pratiği var. Bunun içinde yönetmen kadir-i mutlak bir yaratıcıdansa bütün ekibin fikri ve duygusal katkısını damıtan, filme dahil eden kişi konumunda.

Deniz Tortum Yuva’nın öyküsünden hareketle Selyatağı adlı bir sanal gerçeklik filmi çekti ve bu film festivalle paralel olarak gösterildi. Bu projeye ve mecraya dair fikirlerin neler?
Deniz’i 2013 yılında Zayiat filmiyle tanıdım. O zamandan beri takip ettiğim ve Türkiye sinemasında beni en çok heyecanlandıran yönetmenlerden biri. Sanal gerçeklik işlerini de çok seviyordum. Yuva’nın prodüksiyonunu tasarlamaya başladığımız anda sinematik dünyayı genişletme ve filmin evrenini başka mecralara taşıma fikri de ortaya çıktı. Yuva’yla kardeş iki proje yapmaya karar verdik: bir sanal gerçeklik filmi ve bir grafik roman. Selyatağı bu kardeşlerden ilki. Deniz Yuva’nın senaryosunu okuduktan sonra buluştuk ve filmden ayrı ve bağımsız işleyebilecek ama filmle de diyalog halinde olacak bir sanal gerçeklik deneyimi tasarlamaya karar verdik. Filmin dünyasını kendi bakışıyla yorumlayarak bir senaryo yazdı. Ben de sürece yorum ve önerilerimle dahil oldum. Sonuçta tam da hayal ettiğimiz paralellikte, çok etkileyici bir iş ortaya çıktı. Sanal gerçekliğin kendine has duygusu ve Deniz’in dokunuşuyla Yuva’nın anlam dünyasını genişleten, bir artı birin ikiden fazla ettiği bir diyalog hali. Şimdi de sırada grafik roman projemiz var. Henüz ne zaman çıkacağı belli değil ama Yuva’nın evreni onunla birlikte tamamlanmış olacak.

Image

 

 


 

 

ÖNCEKİ “Bu filmde hiç iyi yok, hiç kötü yok”: Ali Vatansever’le “Saf” üzerine SONRAKİ Aklımdakiler: Volkan Öge
Bu yazıyı paylaş