Deneme hiçbir zaman bitmez: Adamlar ve “Dünya Günlükleri”

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Deneme hiçbir zaman bitmez: Adamlar ve “Dünya Günlükleri”

Röportaj: Murat Meriç – Fotoğraf: Aylin Güngör
ÖNCEKİ Aklımdakiler: Can Bonomo SONRAKİ Şarkı şarkı: Jakuzi ve “Hata Payı” albümü

Adamlar, diskografinin üçüncü halkası “Dünya Günlükleri” ve dahasını Murat Meriç’e anlatıyor.
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Türkçe sözlü alternatif rock adına verdiği nitelikli örneklerle sahnenin aranan gruplarından biri olan Adamlar, üç yıllık aranın ardından yeni bir uzunçalarla çıkageldi. Dünya Günlükleri, grubun hikâyeciliğine yeni boyutlar kattığı gibi ses evrenini de elektronik dokunuşlarla zenginleştiriyor ve Adamlar’ın ifade biçimine dair arayışlarının devam ettiğini gözler önüne seriyor.

Murat Meriç’le bir konser öncesinde sohbete koyulan Adamlar, ailelerinin müziklerine olan ilgisinden isyan ettikleri şeylere, şehirle olan ilişkilerinden sözlere verdikleri öneme birçok ilginç anekdota değiniyor. Çok uzatmadan yeni albümün de ötesinde; grubun şimdiye kadarki serüvenine dair geniş bir çerçeve sunan söyleşi için sizi Meriç ve Adamlar’ın masasına alalım.

Image

Hikâyenin başlangıç noktasına dönelim isterim… Soru şu: Hâlimden Konan Anlar’dan Adamlar’a nasıl geçildi? Benim bildiğim hikâyede Tayfun (Polat) Tolga’yı Burak’la tanıştırıyor, sonra Gürhan katılıyor ve kimi ayrılıklar ve yeni katılımlarla yola devam ediliyor.

Tolga: Her şey internet üzerinden başladı. Eskiden MySpace vardı. Hâlimden Konan Anlar orada var olmuş bir projeydi. Bir süre kendi kendine ilerledi ama kendi içinde ciddileşmeye başlayınca görünür oldu. Zaman zaman değişik elemanlar geldi, kendi çapımızda konserler yaptık. Sonra bir gün, uzun isimli gruplar yeni bir şeyler demeye başladığı anda kendimi kızamık geçirmiş gibi hissettim, bir rahatsızlık hâli geldi…  Düşündüm düşündüm, Adamlar ismini buldum ve bu komik göründü gözüme. O dönem, galiba Lombak’taydı, Adamlar Anti Klişe Timi gibi bir şey vardı; aklıma getiren odur. Düşündüm, “güzel isim, akılda da kalır” dedim. Sonra hemen SoundCloud’a baktım, o ismi almak için bir harekette bulundum ve aldım. Sonrasında da altını doldurmak kaldı. O zamanlarda yaptığım şey hafiften üstüme kalıyormuş gibi hissetmiştim, ben bununla tanımlanıyorum hissi vardı. Biraz da bundan kurtulmak için, kendimi başka türlü ifade edebileceğim bir yola saptım. Bir arayış aslında bu. Hâlâ sürüyor, daha da sürecek.

Peki SoundCloud hesabını açtığında hiç Adamlar şarkısı yok muydu elinde?
Tolga: Eski şarkılar vardı. Hesabı açınca orayı doldurmak, şarkı yapmak gerekti elbette. Birkaç tane yapıp koydum. Daha sonra iki proje ayrı ayrı yürürken birbirine karışmaya başladı. O ara,  “hepsini birleştirsem, yenilesem, bir grup olsa nasıl olur?” sorusunu sordum; “dertlerimi basit bir rock grubu setup’ıyla anlatsam” dedim… Kendi içinde farklı farklı amatör kayıtlar, farklı farklı fikirlerdi bunlar. “Hepsini toplayayım, bir grup olsun, onun da adı Adamlar olsun, böyle devam etsin bakalım, buradan nereye varacağız?” gibi bir merak sonrasında bu noktaya geldik. Tayfun Abi sayesinde eski basçımız Burak’la tanıştık, o Gürhan’la tanıştırdı, Berkan geldi ortak çevreden… Derken grup kendi kendine oluştu. Hâlâ tam bilmiyorum, nereye gidiyoruz? İşin aslı, Hâlimden Konan Anlar, Adamlar’ın demosu gibi: Onun üzerine grubu inşa ettik ve ilerledik.

Üçüncü albümünüz Dünya Günlükleri yakın zamanda çıktı, konserler yoğun. Söyleşiden hemen önce Konya, Bolu ve İzmir’e gittiniz…
Tolga: Konya ve İzmir’e gittik ama Bolu’da çalamadık. Fen Lisesi konserimiz vardı, ses sistemiyle ilgili bir sıkıntı varmış, son dakikada iptal oldu. Yoldayken öğrendik, çalamadan döndük.

Memleketin dört yanını dolaşmış görünüyorsunuz. Gidemediğiniz, gitmek istediğiniz bir yer var mı?
Tolga: Haklısın, bir sürü yerde çaldık ama hâlâ Diyarbakır’a gidemedik mesela. Bunu çok istiyoruz. Urfa’ya da gidemedik daha.
Berkan: Hatay vardı gitmek istediğimiz, bir festival sayesinde o da oldu.

Festivaller bu işe yarıyor, değil mi?
Emre: Gidemediğimiz yerlere gidebiliyoruz bu sayede. Ama her şey bir yana, açık havada konser veriyor olmak çok güzel. Karanlık Anadolu barlarından sonra iyi geliyor.
Tolga: Karanlık Anadolu Barları ne güzel oldu, albüm ismi gibi.

Size de uyar aslında. Müziğinizin karanlık bir tarafı var, onu işaret ediyor. İnsanlar sizi seviyor ama sanki biraz temkinli davranıyor, yaklaşmak için…
Tolga: ‘Ateşle yaklaşmayınız’ gibi…

“Karanlık” kelimesini şöyle açayım aslında: Şarkılarınız kitlelere hitap ediyor, grup elinden çıkıyor ama bir taraftan fazla bireysel. Asıl karanlık hâl bu. Yine de çekingenliği bırakıp içine girdiğiniz anda bir anda içine çekiliyorsunuz. En azından benim deneyimim bu yönde. Başta “nedir” diye baktım, açıkçası temkinliydim ama sonrasında kendimi kaptırdım ve Adamlar hayranı oldum.
Tolga: İçerisi biraz karışık, evet. Müziği de iç dünya gibi algılıyorum aslında ben. Sözle bir şeyler anlatmak önemli. Bizde olan biten her şey şiir üzerinden gelişiyor. Şarkı sözü bana farklı bir konu gibi geliyor. Benimkiler, daha çok şiir anlatımı; en azından kafamda yer tutan bu. Dolayısıyla, insan ister istemez içe dönüyor, döndükçe de daha geniş bir alan içerisinde hareket edebiliyor. Buradaki “iç” durumu bizde var olan bir şey.

Şarkılarda da kendini belli ediyor bu. Son albümdeki “Benden Bana” örneğin…
Tolga: O çok öyle bir şarkı ama, hissi gerçek… Bir gün oturup annemle rakı içerken geldi, bir şey hissettim ve o hissettiğim şey şarkı oldu. Doğrudan bunu anlatıyorum “Benden Bana”da. Bir yalnızlık hâli aslında, şarkıda kendini anlatıyor ama böyle söyleyince olmuyor.

Bir taraftan şöyle bir dize var, “Hikâye”de karşımıza çıkan: “Kendime döndüm deli dediler…”
Tolga: Karışık olan o. Öyle olmuyor ama diğer türlü de olmuyor.

Beslendiğiniz kaynakları sorsam? Ne dinliyorsunuz, ne okuyorsunuz, ne izliyorsunuz? Yıllar önce bir söyleşide sormuşlar, ekseriyetle ikinci yeni şairlerini anmışsınız…
Tolga: Bugün aynı isimleri söylemem muhtemelen. Oradakiler o an aklıma gelenlerdi. Belki de o ara deli gibi Turgut Uyar okuyordum, sorulunca çıkmış. Sonrasında hep başka şeyler oldu, bu soruya her zaman başka cevaplar ürettim. Gelirken bir tek bunu düşündüm aslında, ‘bu soru gelirse ne derim?’ diye. Bu, aslında zevkli bir soru. Bir yandan kendini de ele veriyorsun. Ama galiba doğru olan, direkt bir şeyi işaret etmek değil de hepsinin güzel olduğunu, seni büyüttüğünü söylemek. Böylesi güzel. Yine de iki isim vereyim: Son zamanlarda bende iki şey var: Neşet Ertaş ve Morphine. Bu kadar. Bu ikisi çok şey söylüyor ve ben sürekli onları duyuyorum. Söylediklerinin, hayatta karşılığı olduğunu da görüyorum.
Berkan: Çocukluğumdan bu yana dinlediğim, okuduğum, gördüğüm her şeyin karışımı beni ben yapıyor. Kendi adıma ancak böyle bir şey diyebilirim. Sürekli dinlediğim, ara ara takıldığım şeyler var elbette ama baştan sona düşünecek olursak, şu zamana kadar beslendiğim şeyler, bugüne kadar gördüklerim. Çocukken okuduklarım, sonrasında gittiğim konserler, dün izlediklerim, hepsi bugünümü şekillendiriyor.
Emre: Aslında hepimizde durum aynı. Bir de bunun üzerine çevreyi ekleyelim: Burada yaşamak, burada doğmak, buranın dertlerine sahip olmak… Bir yandan instagram’a bakıyorsun, bambaşka bir psikoloji var. Herkes rahat, herkes mutlu. Yaşarken öyle olmuyor ama… Aceleyle bir sürü iş yapmak zorunda kalıyorsun. Her şey bir yana, şehir hayatı hepimizi etkiliyor. Kafamızdakini etkilemese bile tasarımını ve sunumunu etkiliyor.

Bu noktada şehirle olan ilişkinizi sorayım: Ne kadar karışıyorsunuz? Zamanınızı evde mi geçiriyorsunuz, sokaklarda mı? Bu müziğinizi nasıl etkiliyor?
Tolga: Konserler bu noktada belirleyici oluyor. Sahnede, bir sürü insan karşısında salgıladığınız adrenalin, sonrasında dinlenme ihtiyacı doğuruyor. Dolayısıyla şehirde geçen zamanımın çoğunda evdeyim diyebilirim. Bir de sahne yanında maskeli durumları getiriyor. Tiyatrodan doğru düşünürsek oraya maskeyle çıkıyorsun, hünerini sergiliyorsun. Ama sonrasında onu çıkartıp tekrar duş alman gerekiyor. Ruhani bir duş bu. Bende öyle oluyor en azından. Yine de dışarıya çıkıp hayata karışmayı seviyorum. 2008 – 2009 yılları arasında Erzurum’da yaşadım, hayat beni oraya yöneltti. Orada bir şey fark ettim: Gece kar yağarken, sokaklarda kimse yokken dolaşmak çok sevdiğim bir şeydi ve bana dünyada olduğumu hissettiriyordu. Belki bu acele, bu kargaşa olmasa, o ritmi çözebilsek hepimiz hep dışarıya çıkmak isteyeceğiz. “Hep beraber bu dünyada yaşıyoruz ve insanız” hissini alabileceğimiz yerler var, onları bulmak gerek.

Sizde var mı böyle gurbet hikâyeleri?
Berkan: Benimki biraz karışık. İstanbul’a 2012’de Side’den geldim. Bizimkiler Almanya’dan gelmişler, oraya yerleşmişler. Benim için değişik bir deneyim oldu İstanbul. Arada herkes gibi şaşıyorum, sıkılıyorum ama Side’ye döndüğümde de burayı özlüyorum. Değişik, adrenalin bağımlılığı gibi bir şey sanırım bu. Açıkçası şehirden beslenme hâli çok mümkün değil çünkü dışarıda inanılmaz bir kaos var. Gözünü kapatıyorsun, kafanda Mahler çalıyor ama açtığın anda karşına çıkan “Ankara’nın Bağları”. Orada da kaçacak bir yerin yok ne yazık ki…

Kaçacak “yer” var aslında: Kitaplar, filmler, şarkılar bir sığınma noktası olarak devreye girebilir...
Tolga: İster istemez oluyor ama bu. Herkesin başına gelen bir şey. Gurbette olsan müziğine onu yansıtırsın. Mesela Muharrem Ertaş, dinlediğinizde gerçek bir ozan. Oğlu Neşet Ertaş’ın sazını ve türkülerini dinlediğinde daha şehirli olduğunu hissediyorsun. Orhan Gencebay, bir adım ileride: Onu dinlerken tekerleğinin otobana sürttüğünü anlıyorsun.
Emre: Bizim albümlerde de bu karmaşayı hissetmek mümkün aslında…

Image

Image

“Denemeler hiçbir zaman bitmiyor, bunu seviyoruz.”

Giderek daha da mı karmaşıklaşıyor albümler? Başta blues’dan hip-hop’a uzanan bir durum vardı; şimdi elektronik dokunuşlar da girmiş işin içine…
Tolga: Aslında hepsini bir oyun gibi düşünmek mümkün. “Ne yapabiliriz?” diye başlıyoruz ve sürekli müziğimize yeni şeyler katıyoruz. Bu süreç bizim açımızdan da heyecanlı oluyor. Ne yapacağımızı bilmeden işe girişiyoruz bazen ama güzel bir yere gidiyor. Doygunluk zamanı gelene kadar şarkılarla oynuyoruz. Denemeler hiçbir zaman bitmiyor, bunu seviyoruz.

“Zombi”de karşımıza çıkan “İstanbulamıyorum aradığımı” ifadesi böyle bir deneme mi? Tolga: Kendime hep şunu sorarım: “Tamam, burayı anladım; bundan sonra acaba daha yavaş bir yere geçip bu toplu delilikten kendimi soyutlasam mı?” Ben İstanbul’da doğdum, burada büyüdüm. Çiçeği önce televizyonda gördüm, “çiçek budur, güzeldir” diye kazıdım kafama ve başkasının söylediği şekilde, başkasının gösterdiği biçimde onu algıladım. Halbuki kendim görsem çok daha iyi olurdu. Şimdi Netflix böyle: Sana bir şeyleri seçip gösteriyor, bilmediklerini oradan öğreniyorsun ama aslında senin arayıp bulabileceğin başka bir sürü şey var… Onları aramak dururken oradakilerle yetiniyoruz. Nihayetinde bunları düşünürken sanki her şey bana söyleniyormuş gibi hissettim ve “ben de bulamıyorum” diye cevap verdim. O dize bu hislerden çıktı.

Sözleri ve müzikleri sen yazıyorsun. Peki şarkılar nasıl oluşuyor? Hep beraber girip üzerinde çalışıyor musunuz yoksa her şeyi yazdıktan sonra geriye çalmak mı kalıyor?
Gürhan: Birkaç farklı durum var burada… Başta hazırlanıp bir anda çaldığımız şarkılar var ama stüdyoda arayışlarımız da oluyor. Şarkılar birbirinden farklı. Hazırlık aşamasında da farklı denemeler yapıyoruz. Genelde asıl yapıyı beraber çalarak stüdyoda buluyoruz. Sonra gelip kaydediyoruz. Bir de ara süreç var elbette: Konserlerde deniyoruz –ki en önemlisi bu. Sound nasıl tınlıyor, yüksek volümde şarkı nasıl duyuluyor, seyirci nasıl tepki veriyor? Bunları yerinde görmek iyi oluyor.
Tolga: En zoru şu: Bir şarkıyı oluşum aşamasında her türlü derinliğiyle hayal etmek durumundayız. Mesela çok büyük bir sahnede çaldığında nasıl duyuluyor ya da burada küçücük bir sahnede seyirciye nasıl gidiyor? Başta hayal ettiğimiz, genelde küçücük bir sahne. Konsere çıkınca ya da festivallerde şarkı cılız kalabiliyor. Orada nasıl davranacağımızı hâlâ bulamadık. Garip bir durum, yıllar önce BKM Mutfak’ta çalmıştık, 100 – 120 kişilik bir salondur o… Geçen hafta, aynı şarkıları, en az 25 bin kişinin olduğu bir festivalde çaldık.
Emre: Hepsini bir anda kotarmak zor olabiliyor. Aslında çok da farkında değiliz ne olup bittiğinin çünkü dışarıdan göremiyoruz.

Bu anlamda dinleyici tepkisi önemli sanırım. Bunlar size ulaşıyor mu?
Tolga: Dinleyiciye bütün dinleyenler dahilse, etraftan gelen tepkileri çok duyuyoruz. Geçenlerde, annemin 50’li yaşlardaki bir arkadaşı arayıp annesiyle birlikte müzikleri ve sözleri çok beğendiklerini söyledi. Annesi, 80’li yaşlarında… Bunu öyle bir ifade ettiler ki, şaşırdım. Böyle derdi olan insanlardan arada şarkılarımızla ilgili cümleler geliyor ve bu, “müzik yapıyoruz ve beğeniliyoruz”dan daha sıcak. Açıkçası beni daha çok tatmin ediyor. Ama herkes elbette bir sürü şey söylüyor.

Aileler müziğinize nasıl bakıyor? Konserlerinize geliyorlar mı?
Tolga: Benimkiler çok seviyor, biraz üzülüyorum onlar adına.
Gürhan: Yakın yerde olduğu zaman ablamlar kaçırmıyor.
Tolga: Bende de çok var o durum, şikayetçiyim doktor bey. Çok fazla içinde olmaya çalışıyorlar bazen. “Biz bir show yapıyoruz; gelin, izleyin, gerisini de bize bırakın” diyorum ama bırakmıyorlar.
Berkan: Dünyadaki bütün insanlar, yakınlarımız dahil, bizi sevmek zorunda değil elbette… Yine de müzisyen arkadaşlarımın beğendiğini söyleyebilirim. Bu beni çok sevindiriyor.

İlk albümün başlığı her zaman merak ettiğim bir şeydi ama albümün yayımlanmasını müteakip bu bir de gerçek oldu. Albüme Eski Dostum Tankla Gelmiş derken muhtemelen aklınızda böyle bir şey yoktu ama neyi hissederek koymuştunuz bu ismi? Nasıl çıktı ve gerçekleştiği an neler düşündünüz?
Tolga: Hayatta hep olan bir şey bu elbette ama sahiden tankla geleceğini düşünmemiştik açıkçası… 

İnanılmaz bir öngörü değil mi bu?
Tolga: Demek ki biz zamanında onu okumuşuz…
Emre: Ben açıkçası bir süre bizi alacaklar diye çok korktum.

Hepsini bir kenara bırakalım… Tank albümün adına nasıl girdi?
Tolga: Albümde “Bizim Zamanımız” adlı bir şarkı var, bu söz onun içinde geçiyor. Şarkı bir ev hâlini anlatıyor: “Bulaşıklar birikmiş, minderde uyuyakalmışım, kalktım ne yapacağım ben” tadında iç hesaplaşmalara girerken bir yalnızlık haline saplanıyor. Aslında “arkadaşlarım, dostlarım, sevdiklerim neredesiniz?” cümlesinin espriyle kurulmuş hâlidir bu. Albüm kapağını ve ismini ararken yanımızda Hakan Özer vardı. Kendi şarkılarını yapan bir müzisyen. Yeditepe’de de resim öğretmeni aynı zamanda. Kapaktaki de onun fotoğrafı. Gördüm, “bu olsun kapak” dedim, oldu. İsimleri de onunla çalışıyorduk. Ben “İnsanın Düştüğü Durumlar” olsun istiyordum ama şarkıların sözlerine bakarken bu cümleyi gördük ve isim olarak seçtik.

Kapaklar siyahtan beyaza nasıl döndü? İki siyah albüm sonrası beyaz albüm şaşırtıcı oldu.
Tolga: Değişik olsun istedik. Beyaz, otuzlu yaşlara daha oturan bir sadelik gibi geliyor bana.
Emre: Bir de teknik durum var: Kullandığımız fotoğraf siyahta güzel gözükmeyecekti… Biraz da mecburiyetten kaynaklandı bu.

Bu kez ortalığa çıkmaya karar vermiş, kapağa kendi fotoğrafınızı koymuşsunuz…
Tolga: Evet, o kadar olayın içindeyiz artık. Güzel oldu ama, beğendik.

İçinize sindi yani…
Tolga: Buna hâlâ olumlu cevap veremiyorum çünkü açıkçası ben yaptığım şeylerle çok tatmin olamıyorum.
Berkan: Aslında yorucu bir tempo içinde yayımlandı bu albüm. Kayıt süreci ve albüme hazırlık dönemi konserlerle birlikte devam ettiği zaman bizim için biraz yıpratıcı oluyor. Kendi adıma bu süreçte çok yorulduğumu söyleyebilirim. Dünyada nasıl oluyor bilmiyorum ama bizde konserler, provalar, kayıt süreci, fotoğraf çekimi, klip çekimi aynı anda olmak durumunda. Hepsi üst üste gelince insan yoruluyor. Bir de bu yıl buna bedelli askerliklerimiz eklendi, arada farklı zamanlarda ona gittik geldik. İyi oldu ama, artık rahatız.
Tolga: Zamanın izafi olduğunu gördüğümüz yerdir askerlik. Bir o, bir de narkoz. Yiyen varsa bilir, zaman bir anda geçer: 10, 9, 8 diye sayarken sekizden sonrayı hatırlamazsın ama bir saniye sonra uyanırsın. Oysa arada neler neler olur… Askerlikte de tam tersi: Bir günde ne kadar çok şey yapılabilirmiş fikri kalıyor insanda. Gördük, öğrendik ama sonra devam ettiremedik onu. İstanbul’a dönüp o keşmekeşe girince o da yalan oluyor.

“İstanbul insanın ömrünü yiyor,” diyorsun…
Tolga: Öyle ama o da güzel. Bırakalım yesin.

“Ateş Ederim”de geçen bir sözü alıntılayıp soru yapayım: “Ben bu oyunu bozarım” dediğiniz, isyan ettiğiniz zamanlar oluyor mu?
Tolga: Oluyor, olmaz mı?.. Çok oluyor hem de. Ben arada sesimle ifade ediyorum zaten onu.
Berkan: Sinirlenince volümümüz artıyor, şarkıları yüksek dozda sunuyoruz seyirciye…

“Utanmazsan Unutmam”ın Akustikhane versiyonunun sonunda böyle bir kaptırmaca hatırlıyorum…
Tolga: Evet, iyi hatırlattın onu! Tam da öyle bir şeyden söz ediyorum.

Bahsi açılmışken sorayım: O şarkıyı yazdıran tam olarak neydi? Açıkçası beni Adamlar’a yaklaştıran şarkıdır o. Roll’un kaptanı Derya Bengi, Twitter’da paylaşırken “Sanki bir Haldun Taner kabaresi izlercesine…” ifadesini kullanmıştı bu şarkı için…
Tolga: Çok güzelmiş bu, kaçırmışım… Benim bir duam vardır, içimde: “İnşallah bir gün kalbimizden siyaset silinir” derim hep. Siyaset kimi şeylere vesile oluyor: İnsanların halini görmek, oradan yansıyarak kendimize bakmak güzel. Böyle bakan ve bunları görebilen biri ondan sonsuza dek beslenebilir ama bir de handikap var: Kendini bu yolda heba edebilir. Elbette yaşadığımız yerle alakalı bilmemiz, takip etmemiz gereken şeyler var; birlikte yaşarken dikkat etmemiz, düşünmemiz gereken şeyler bunlar ama bu, fast-food’un en zararlısı gibi geliyor bana. İnsanların böyle bir yönetime mecbur bırakılması fena. Böyle olunca yaşadığın yerden de uzaklaşıyorsun. Yaşadığım yeri, Türkiye’yi bir bütün olarak sevme hissi bana Kırşehir sayesinde geldi. Oralı ozanların türkülerini dinledikçe bu duygu içime doldu. Öğrenilmiş bir şey değil bu. “Türkler şöyledir, böyledir” diye öğretilen şeyler kuru kuruya bir şeyler katıyor. Oysa benim yaşadığım, canlı bir his. Neşet Ertaş türkülerinden, babasından, emmisinden, Haçı Taşan’dan, Çekiç Ali’den bana dolan bu. Onlarda çok acayip bir rock’n’roll hissi var. Bir yandan da toprağa ve geleneğe bağlılar… Onları dinleyince, Türkiye’nin ruhunu anlıyorsun.

Şarkı, memlekette yaşayanların ruh hâlini özetliyor. Bilhassa “altın bir madalyon gibi taşınmalı vicdan” kısmı. Senin duan biraz da bu noktada gerekli galiba…
Tolga: Bir noktada taraf olup diğer tarafı kötülemek sonsuz bir şey. Bu en kolayı. Sadece siyaset değil, takım tutmak da böyle bir şey. Kimse karşısına geçip bakmayı denemiyor, herkes durduğu yerden ve tuttuğu taraftan bakıyor. Oysa bu oyuna uzaktan baksak çok şey değişecek. Hepimiz insanız, başkalarını anlamayı denemek, politik bir söyleme girmeden insanları dinlemek çok zor değil. Bunları düşünmüşüm ve “bu nasıl söylenir?” gibi bir düşünce içine girmişim demek ki, şarkı böyle çıkmış.

Türkiye’de hayatı politikadan soyutlamak zor ama sanki. En basitinden geçtiğimiz günlerde #HerŞeyÇokGüzelOlacak diyenlere siz de katıldınız ve akabinde Nevşehir’in belediye başkanı, bu cümleyi kuranlara orada konser verdirmeyeceklerini açıkladı…
Tolga: Gündem çok hızlı değişiyor ülkede, sürekli büyük-küçük bir sürü gündem maddesi oluşuyor etrafımızda. Bu bir bombardıman ve durum giderek kaçılmaz hâle geliyor. Oysa insanın biraz sessiz kalmaya, yalnız kalmaya, kendine tahammül etmeye, boşluğa bakmaya ihtiyacı var. Şarkıda anlatmak istediğim biraz da bu galiba.

Image

“Çok çalan bir grup olarak herhangi bir yerde herhangi bir şeyi çalabilecek hâldeyiz gibi geliyor ama sözlere verdiğimiz önemi düşünürsek, şarkıların yurt dışında eksik kalacağını hissediyorum.”

Böyle olunca da fazla bireysel oluyor ama şarkılar. Bu bir handikap değil mi?
Tolga: Öyle. Aradaki dengeyi kurmak önemli olan. Geçenlerde dışarıya çıktım, çok mutlu oldum aslında. Arada bir dışarıya çıkıp başka insanlar görmek, ortamlara karışmak, ezberleri kırmak gerekiyor. Kendine bakıp “bugün bunu yapmışım, biraz da şunu yapayım” demek, bir denge hâli yaratmak gerekiyor galiba.

Şarkılarınızı saymazsak çok konuşkan bir grup değilsiniz. Niye bu kadar sessizsiniz?
Berkan: Genelde “Niye Adamlar?” sorusu geliyor ve biz buna çok sinirleniyoruz.
Tolga: Çok fazla ortalıkta olmak, sürekli aynı sorulara cevap vermek bir süre sonra taşlaşmaya sebep oluyor. Doku giderek ticarileşiyor ve biz de bundan rahatsızlık duyuyoruz.

Bir şeyleri anlatma ihtiyacı hissetmiyor musunuz peki? Şarkılar yetiyor mu?
Berkan: Bu konuda oldukça seçici olduğumuzu söyleyebiliriz. Konuşmayı, diyalog kurmayı seviyoruz aslında. Sürekli bunun farkına varıyoruz, “yapalım” diyoruz, “konuşarak ilerleyelim” diyoruz ama her zaman olamıyor bu.
Tolga: Biraz da benim kişisel durumumdan kaynaklı galiba bu. Ben baskın çıkıyorum, “yapmayalım” diyorum. Bir vakit bir radyo programına gidecektik, ben hiç gitmek istemiyordum ama “hadi gidelim, görün” dedim. Bence gördük. Hiçbir şey konuşamadık, bol bol sustuk. Anlatsan boş geliyor çünkü bazı durumlarda, hiçbir anlamı olmuyor. Öyle bir şeydi, sustuk. Şu an biraz daha sesliyiz mesela. Bir süredir daha konuşkan olmaya çalışıyoruz.
Gürhan: Bir de çok fazla konser verince, hakikatten eve gidip duvara bakma ihtiyacı hissediyor insan… Aralarda söyleşi istekleri gelince “of” diyebiliyoruz.
Emre: Hangi soruların geleceğini de biliyoruz aslında. En büyük handikap bu. Bir süre sonra sıkıcılaşmaya sebep oluyor. Özensiz bir durum. Açıkçası özendiğimiz şeylerle ilgili o kadar özensiz soruların gelmesine dayanamıyoruz.

Peki niye Adamlar?
Berkan: (gülerek) Bu soru çok komik değil mi?
Tolga: Şuradan bakalım: Müziğini anlatmak isteyen aslında edebiyat falan seviyordur belki, müziği araç olarak kullanıyordur. Biz müziğimizle anlatıyoruz zaten. Arada “barbekü soslu dramatik pop” falan gibi tanımlar uydursak fena olmaz belki ama bir şeyleri böyle anlatmak da çok komik.

Yurt dışında işe yarıyor gerçi bu… Böyle tanımlar bulursan merak uyandırıyorsun.
Tolga: Kendi adıma bu müziği oraya götürüp sunma konusunda çok da hevesli ve umutlu değilim.

Neden? Sözlerden dolayı mı?
Tolga: Müzikle ilgili bir sıkıntımız yok. Çok çalan bir grup olarak herhangi bir yerde herhangi bir şeyi çalabilecek hâldeyiz gibi geliyor ama evet, sözlere verdiğimiz önemi düşünürsek, şarkıların yurt dışında eksik kalacağını hissediyorum. Pazarlanabilir bir ad konabilir belki ama müziğimiz bu ad altında yeni bir şeye uyarlanabilir, gösterilebilir değil. Handikapımız bu.

“Bir şeylerin yapıldığını görüyorsun ve ‘şunu ben yapmasam’ diyorsun. Kendimi parçalayarak devam ediyormuşum gibi geliyor bana ve açıkçası artık başkalarının yaptığı şeyleri yapmak istemiyorum.”

Oysa belki de elektro bağlama gibi renk sazlar olsa müziğinizde, her şey çok farklı olabilir. Hiç bunu düşündünüz mü?
Gürhan: Bu sürekli tartıştığımız bir şey. Tolga çalıyor, müziğimize katmak istiyor ama biz pek benimseyemiyoruz bu fikri.
Tolga: Şu da var ama orada: Bir şeylerin yapıldığını görüyorsun ve “şunu ben yapmasam” diyorsun. Kendimi parçalayarak devam ediyormuşum gibi geliyor bana ve açıkçası artık başkalarının yaptığı şeyleri yapmak istemiyorum. Deforme olmuş hâlim bu. Morphine’in ‘Night’ şarkısı, ‘You’re the night, Lilah’ diye başlar. Lilah güzel isim, bizdeki Leyla belki… Ama unuttum şimdi, kim bilir hangi dilde, ‘gece’ anlamına geliyormuş. O şarkıda, o sözde kendine dönen küçük bir evren yaratıyor ve bunu ifade olarak çok güzel söylüyor.

Bir taraftan da bir fasit daire içine giriyor…
Tolga: Bu öyle güzel ki! Bir arkadaşıma anlattım bunu, onunla ilgili konuştuk, “bak bulmuşsun işte, sen de yapsana böyle şeyler” dedi. Bende tam tersi bir durum oluşuyor ama: Fark ettiysem yapmak istemiyorum. Yapacağım varsa da geri duruyorum. Gıcıklık olabilir, belki de Karadenizlilik…

Var mı sende Karadenizlilik?
Tolga: Urfa’dan Samsun’a uzanıyoruz, hiç oralara girmeyelim, biraz karışık. Sorarsan “oranın çocuğuyum” derim ama.

“Hikâye’nin klibi kenar mahalle ortamında geçiyordu. Sonra tam da oraları anlatan bir dizide şarkınız çalındı…
Tolga: Açıkçası o konuda hiç de gönülden gönüle yol olmadı, anlaşamayarak yaptık. Anlaşsak, kendimizi versek başka bir şey çıkardı ortaya. Kendimizi vermedik, “bir sürü şarkı var, onlardan birini verelim” dedik, bu oldu. Çok memnun kalmadık bu durumdan.

Bir de “Mavi Ekran” var, şahane olmuş o tanım! Bir dönem çok kullanılırdı, teknoloji gelişince o da unutuldu. İnsanlar artık bilmiyor, kullanmıyor, algılamıyor. Şarkıda rastlayınca mutlu oldum.
Emre: Mavi ekran, eski Windows’tan kalma. Artık yok galiba. Elimizdeki cep telefonları da kitleniyor ama onlarda ekran görüntüsü ya yok oluyor ya da çizgili çizgili görünüyor. Yine de çağrışımı itibariyle şahane bir tanım, biz de çok severek kullandık.
Tolga: Biz ve İrem Derici bu konuda öncü olduk. Şarkıyı kaydettiğimiz sırada öğrendik ki İrem Derici de aynı şeyi yapıyormuş! Haberi geldi, önce “yandık Allah” dedik, sonra baktık bizimki daha iyi, “iyi olan kazansın” diyerek değiştirmedik!

Yolda yeni bir klip var mı?  
Tolga: Düşünüyoruz, konuşuyoruz. Senin aklına gelen bir şarkı var mı mesela? Hangi şarkıya klip çekelim?

Beni ilk vuran, “Sarılırım Birine”. Kişisel fikrimi sorarsan, “Benden Bana”. “Felek” ve “Adını Başkasının Koyduğu Çocuklar” da ilk etapta aklıma gelenler…
Tolga: Benim de aklımdaki “Sarılırım Birine” ama uzun bir şarkı. Nasıl yapacağız, bilemedik. Diğer şarkılar da sözel anlamda fazla kalabalık. Sözlere dışarıdan bakıyorum, fazla şiir olmuş; dinleyince kalabalık geldi. Bundan sonrakileri muhtemelen daha basit yazacağım ama bunlara yapılabilecek bir şey yok artık.

Konserler ya da klip için kısaltılmış ya da basitleştirilmiş versiyon kullanılabilir belki?
Tolga:  Onu da düşündüm ama bir çözüm bulamadım. Aslında pek de gerek kalmıyor, enteresan bir şekilde ezberleniyor şarkılar. Son konserlerde gördük, herkes ezbere söylüyor.

Adamlar’ın farkı da bu belki: 90’lardan bu yana kısa ve kolay akılda kalan sözler makbul, tekerleme gibi yazıyorsun, oluyor. Sizde sözün ne kadar önemli olduğunu gördük, yıllar sonra.
Tolga: Bu ara sahiden her şey çok kısa ve sözler slogan gibi. Bizim şarkılar da uzun olsun. İzledin mi bilmiyorum, Barış Manço’nun Siyaset Meydanı’nda yaptığı bir konuşma vardır. O da sözlerin değişimine takılıyor ve bunu darbelerle ilişkilendiriyor. Her darbe sonrası ona göre müzik değişiyor, yeni bir yola giriyor. İzlediğimde çok etkilenmiştim. Bir de Cem Karaca konuşması vardır, yine Siyaset Meydanı’nda… Devlet sanatçılığı üzerinden bir şeyler anlatıyor ama o kadar müzikli konuşuyor ki, altına müzik koymadan yapamadım. Çok acayip bir konuşma, kendinden şarkılı. Dinledim, dayanamadım, altına müzik döşeyerek Adamlar üyelerinin olduğu kapalı grupta paylaştım.

Bunu biz faniler dinleyebilecek miyiz peki?
Tolga: Bu tamamen kendi kendime yaptığım bir şey. Belki bir konser başlangıcında dinleyicilerle paylaşabiliriz. Bir anda anlaşılmaz belki, “ne oluyor” diye bakar dinleyici ama o bilinmezlik ve şaşırtma duygusu güzel. Belki içlerinden biri dönüp bunun ne olduğunu araştırır, bulur. O zaman mutlu oluruz.

Yakın dönemde severek dinlediğiniz birileri var mı?
Emir: Buna ben cevap vereyim yoksa bana kızacaklar, hiç konuşmadım diye. Bir türlü araya giremedim. Kompozisyon dersinde bazen “en iyi bildiğin konuyu yaz” derler ya, oradan yakalayayım bari! Son dönemde en çok dinlediğim şey, rap.
Tolga: Otonom Piyade’nin albümü çok iyi, onu çok dinliyorum.
Berkan: Ben de rap dinliyorum bu aralar. Bir de Ari Barokas’ın albümüne takıldım. Dinlerken, sanki üzerinden hemen geçilmiş gibi bir his geldi. Keşke daha fazla çalsalar, keşke daha fazla dinleyiciye ulaşsa…
Tolga: Ya da belki de karşılığı bu. Böyle bir albümün popüler olmasına ne gerek var? Zaten olamaz, isteseler de.
Emre: Ben Ali Güçlü Şimşek’in yeni projesi Lalalar’ı çok beğendim. Dinledim, bir kere daha dinlemek istedim.

Festivallere katıldığınızda en azından sahne aldığınız gün diğer grupları dinliyor musunuz?
Tolga: Bu aralar hep aynı sıralamaya düşüyoruz, aynı şeyler geliyor başımıza. O yüzden hemen otele kaçıyoruz. Gerçi geçenlerde bizden sonra Şebnem Ferah çalıyordu, otel odasında şaftım kaymış bir şekilde uyumaya çalışırken bir an kulak kabarttım, çok iyiymiş meğer! Öyle öyle dinledim.

Image

 

 

 

ÖNCEKİ Aklımdakiler: Can Bonomo SONRAKİ Şarkı şarkı: Jakuzi ve “Hata Payı” albümü
Bu yazıyı paylaş