1990’larda yaşanması gereken deneyimi 2020’ye doğru yaşamak: Punk in Drublic Festival, Madrid

Bu yazıyı paylaş
İçerik

1990’larda yaşanması gereken deneyimi 2020’ye doğru yaşamak: Punk in Drublic Festival, Madrid

Yazı ve fotoğraf: Emek Tekeli
ÖNCEKİ Doğru enerjiyi yayabilmek: Mark Guiliana SONRAKİ Aynı anda birden fazla şey olmak: Vanishing Twin

Antalya’dan Madrid’e, 1996’dan 2019’a uzanan bir punk hikâyesi. Emek Tekeli, ismini Nofx’in 1994 yılında çıkan albümünden alan ve Fat Mike’ın 2 yıl önce Avrupa’ya taşıdığı craft bira ve müzik festivalinden bildirdi.
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Bu yazıya giriş yapmak için pek ertelemeden hemen bantı geri sarmak gerekiyor sanırsam. Köşeli altıgen ya da sekizgen kurşun kalemler veya tükenmez kalemler ile gerçekleştirilen bu aktivite kaybolmaya yüz tutmuş olmalı. Neyse sıkıntı yok ve lakin, hayat devam ediyor.

Dünya Gezegen Tarihi, Güneş yılı M.S. 1996
Türkiye’nin Akdeniz kıyısındaki cennet yerleşimi Antalya. Güneş, nem, deniz ve dağların hâkimiyetindeki, çok katlı beyaz boyalı, giriş katları mutlak bir şekilde ticarete ayrılmış, hepsi aynı model izlenimi veren binalar arasındaki sıkıcı bir kent dokusunda ergenliğini yaşayan veletlerden biriydim. Okula git gel, dershaneye git gel, özel derslere git gel arasında hayatımın en önemli parçası müzik ile olan ilişkimdi. Gitar da çalıyordum basitinden, power chord basmayı yeni yeni oturtmuştum artık. “Tamam hacı, bu bana yeter" diyordum. Nirvana Guitar Tabs’dan (o yılın yazı Londra’dan aldığım In Utero ve Incesticide albümlerinin gitar notaları ve akorlarının resmî kitabı) ve 1994’te çıkan Nirvana Live! Tonight! Sold Out! VHS kasetinden şarkıları öğrenmeye ve çalmaya çalışıyorduk. Birkaç yıl önce Los Angeles ve Bay Area, California merkezli bir punk rock (“ikinci punk revival”) patlaması yaşanmış, Türkiye’ye de gecikmeli olarak gelmişti, normaldi. Neyse ki MTV’m ve 56k modemle bağlanılan internetim vardı (genelde 56k’yı tutturamaz 33,6k ya da 28,8k’da kalırdı, ona da şükürdü). Kablolu televizyon bir şahaneydi. 30 saniyelik Quicktime video klipleri indirmek internet hızına göre yaklaşık bir ya da bir buçuk gün alıyordu. Blue Jean isminde güzel bir dergi vardı, Stüdyo İmge’nin kitapçıklarından şarkı sözü çalışılırdı, ardından Roll ile tanışmıştım, sonra Lull geldi, ve ardından Bant Dergi.

İstanbul’daki akranlar çok daha şanslıydı tabii ki. Antalya’da olmayan, gelmeyen pek çok albüm İstanbul’un Türkiye içindeki özel rolünden dolayı orada bulunabiliyor olmalıydı. Daha bir D&R’ımız bile yoktu nem cennetinde. D&R açılıp da Roll bulup alabildiğim için kendimi ne kadar da şanslı hissederdim. Sadece dört beş nüsha gelirdi Antalya’ya o dönem.

Neyse ki kaset çeken “ağbilerin” dükkânları vardı. Genelde sert müzik olurdu oralarda. Heavy metal, speed metal, progressive şeyler, gotik karanlık İskandinav müzikler… Çekinirdik biraz girip konuşmaya, “Ağbi Offspring’in Smash albümü var mı sizde?” diye sorduğumuzda sert sert bakarlardı. “De get buradan süt çocuğu, ana kuzusu” der gibi. Öyle demek istemediklerini daha sonra anlayacaktım, ama o dönem algı paradigmam buydu.

Patlayan ve Türkiye’ye de ulaşan aslında en basit haliyle The Offspring’in Smash albümüydü. Bu albümün başarısı ve Epitaph Records’un taviz vermeden baş koyduğu yol ufaktan bizim de hayatlarımızı şekillendiriyordu. Epitaph Records sen ne nelere kadirsin. Soru şuydu, “Ağbi bu kadar patlayan albümü biz niye burada bulamıyoruz?”. Aynı dönemde Green Day, Dookie ile patlattı ortalığı. Onu bulabiliyorduk kolay. Neydi fark?

1990’ların başında Bad Religion, Nofx, Rancid, Offspring, Green Day gibi bağımsız plak şirketlerinden albüm çıkartan gruplar biraz da 1991 yılında vuku bulan Nirvana – Nevermind sürprizinin de modern müzik endüstrisini yeniden şekillendirmesiyle daha bir göze görülür, kulakla duyulur hâle gelmişti. Bazıları büyük plak şirketleriyle anlaşma imzaladılar ve kulvar değiştirdiler. Bazıları ise tavırlarından taviz vermediler ve yola bağımsız olarak devam ettiler. Fark yaratan bir olguydu.

Ne güzeldi. 1990’ların grupları üzerinden onlara ilham olan 1980’lerin hardcore ve straight edge akımları ile tanışmıştık. Minor Threat, Dag Nasty, Black Flag. Açıkçası benim için dinlemek zordu bu grupları. Bir hamlık vardı, melodiden çok öfkeli bir dışa vurum dikkat çekiciydi. Yeni nesil punk rock biraz daha melodik ve yumuşaktı. Sıkıntı var mıydı? Yoktu.

“O günlerde çok sevilen ve önem verilen bir şeyin başkaları tarafından öğrenilip “piyasa olmaması” için gereksiz ve anlamsız bir çaba içindeydi bizim tayfa.”

İşte o günlerde bizim sınıfa Karadeniz kıyılarından bir nakil öğrenci geldi. O da gitar çalıyordu, kaynaştık hemen. [The Offspring’in hiti] “Come Out and Play”den falan bahsedince lise yıllarında ve ilerleyen yıllarda da kimlerle suç ortaklığı yapacağımız belli olmuştu. O günlerde çok sevilen ve önem verilen bir şeyin başkaları tarafından öğrenilip “piyasa olmaması” için gereksiz ve anlamsız bir çaba içindeydi bizim tayfa. Neden bilmiyorum. Şu an buradan bakınca anlamak oldukça zor. Sanırsam bizi özel kıldığını düşünüyorduk. Kimsenin bilmediği, ama çok iyi olduğunu düşündüğümüz bir şeyi sadece kendimizin bilmesi egolarımızı okşuyordu belki de. Ya da o zamanlar yeni bir bilgiye ulaşmak bugüne nazaran çok daha zordu. Ve zorlukla veya da şans eseri, belki de sahip olduğumuz imkanlar sayesinde öğrendiğimiz şeyleri kendimize saklamak istiyorduk. Ne kadar da elitist bir yaklaşım.

İşte böyle bir gün Çağdaş bana Bad Religion’dan bahsetti. “Ağbi, bak bu grup çok önemlidir, sana söylemek için bana bu grubu öğreten arkadaşımdan (Alp Hoca olarak hayatıma giren kişi) izin aldım. Kimseye söyleme, çok iyiler” demişti, yanlış hatırlamıyorsam. “Aaa biliyorum ben bu grubun MTV’de ‘A Walk’ ve ‘Punk Rock Song’ şarkılarının kliplerini gördüm” dediğimi hatırlıyorum. Belki de yanlış hatırlıyorum. MTV… o yılların MTV’si… “Super Rock” ve “Alternative Nation” programlarını izlemek için gece yarısına kadar, hatta daha da geç saatlere kadar beklemeler. Sonra yavaş yavaş tuhaf bir şeye dönüşen MTV, başka bir konu. Ya da yazacak çok bir şey yok aslında bu konuda.

Tabii ki elimizde külliyat olarak Çağdaş’ın Alp Hoca’dan çektiği karışık kasetlerden başka bir şey yoktu. Alp’in Antalya’ya yaptığı bir ziyarette yanında getirdiği orijinal Bad Religion albüm CD’leri ve kapaklarıyla Antalya’nın o cehennem sıcağında (sıcak değil de çok nem var çok, derler oralarda) 5 yıldızlı bir otelin odasında Akdeniz’e karşı bilmiyorum kaç saat, Bad Religion ve şarkı sözleri hakkında konuşmuştuk. Çok öğretici seanslardı. Tekkede gibiydik bir anlamıyla. Ya da bir akademi aslında. Hay allahım, hey gidi günler.

O günlerdeki en büyük bilgi kaynağımız ve yeni gruplar öğrenme yerimiz ise internetti. mIRC’deki punk odalarında kazandığım arkadaşlıkları ve mutluluğu tarif edemem. İstanbul’daki insanlar bizden çok daha fazla grup ismi biliyordu. Epitaph Records’un neredeyse bütün gruplarını tanıyorlardı. Vans Warped Tour’dan, Airwalk ayakkabılarından, kaykaydan ve Punk-o-Rama toplama albümlerinden bahsediyorlardı. Amanın, neler oluyordu. O günlerde önce mIRC ardından ICQ ile devam eden chat’leşmelerden bu güne kadar süren değerli arkadaşlıklar kazandım. Elmira, bu sensin. (Bu yazıyı okuyup mIRC’deki #punk odasında saatlerini geçiren, geceleyin klavye tıkırtılarıyla annelerini deli eden insanlar arasında ModernMan nickli kullanıcıyı hatırlayan var mıdır bilmiyorum, o benim.)

1998 yılı olmalı, doğduğum yer ve büyük ailemin yaşadığı İzmir’in, Konak semtinde ismini ne kadar çabalarsam çabalayayım hatırlayamadığım bir müzik dükkânında (kasetçi demek daha doğru olur) Epitaph Records gruplarının kasetlerini bulduğumdaki heyecanı anlatamam. Neredeyse stoklarını tüketiyordum denebilir. 1999 yılında Mimar Sinan Üniversitesi’nin bir özel yetenek sınavına katılmak için İstanbul’a günübirlik uğradığımda Kod Müzik’e atmıştım kendimi. Vay be, demiştim. Ne güzel şeyler var burada.

Sanırsam, bantı ileri sarmanın zamanı geldi.

Image

Image

Dünya Gezegen Tarihi, Güneş yılı M.S. 2019
Epitaph Records büyüdü gelişti, olgunlaştı. Nofx’in Fat Mike’ının başında olduğu Fat Wreck Chords da örnek aldığı ağbileri gibi hayatına gayet bağımsız ama daha çocuksu bir şekilde devam ediyor. Fat Wreck Chords ve Fat Mike son yıllarda 90’ların ortalarında ve sonralarına doğru kariyerlerin zirvesini yaşayan grupları tekrar turneye çıkartmaya başladı. Ve bu sırada 90’ların punk rock’ından etkilenen yeni grupları desteklemeye ve bünyesine almaya da devam ediyor. Böylece yeni nesil ve eski nesil birlikte birbirini destekliyor. Bu vesile ile ben de 1990’larda yaşamış olmam gereken bir tecrübeyi anca 2020’ye doğru tecrübe edebildim Sadece festivalde çalan gruplar anlamıyla tabii ki. Çünkü ne sene 1996, ne de ortam o ortam. Sıkıntı var mı? Tabii ki yok.

Punk in Drublic, konuyla ilgili olanların hatırlayacağı gibi Nofx’in 1994 yılında çıkan albümünün ismi. Fat Mike’ın iki yıl önce Avrupa’ya taşıdığı craft bira ve müzik festivaline de ismini veriyor. Bu yıl turne kapsamında Madrid’in de olduğunu öğrendiğim geçen kasım aylarından bu yana heyecanla bugünü bekliyordum. Biletler uzun süre önce alınmış grupların çıkış saatine göre nasıl bir içecek kuyruğuna girme, tuvalete uğrama ve sahnenin önüne doğru yaklaşma stratejisi izleneceği planlanmaya çalışılmıştı. Altı saat sürecek olan festivalin yapılacağı yer göreceli olarak yakın bir tarihte Wizink Center adını alan, önceden Barclay’s Card Center adında hizmet veren, ve tüm bu finansal sponsorluk anlaşmalarından önceki doğru dürüst ismiyle Palacio de los Deportes idi. Madrid’in kapalı spor salonu. Final Four ile ilgilenen arkadaşlar mekânı hemen hatırlayacaklardır. Palacio de los Deportes bundan yaklaşık altı yıl kadar önce müzikal aktiviteler için tekrar planlandı. Tavanlarındaki bass tuzakları ve duvarlarındaki ses dalgalarının yansımasını önleyici akustik izolasyon malzemeleri, panelleri  ile büyük organizasyonlara ve konserlere de ev sahipliği yapar hale getirildi. Sonuç fikrimce oldukça başarılı. Bu mekânda Green Day, Portishead ve Bob Dylan performanslarını izleme şansım oldu geçen yıllarda.

Kapı açılışı 17:00 olarak zamanlanan etkinlik için ben saat 16:00 gibi oradaydım. Madrid’i, ya da İspanya’yı bilenler bilecektir o saatlerde ortalık boştur. Yine öyle oldu. Wizink Center’ın etrafındaki bar restoranların meydandaki gölge alan masalarında oturan, bir şeyler yiyip içip içerisi için hazırlık yapan, üzerlerinde çeşit çeşit tasarımlı Bad Religion, Nofx, Lagwagon, Mad Caddies ve Less Than Jake grup tişörtleri giyili, kolları bacakları boyunları dövmeli insanların daha yoğun olması dışında ortam sıradan bir Madrid öğleden sonrasıydı.

Kapılar açılır açılmaz içeri girdim, keza içerisi daha serindi. Festivalin düzenlendiği alan ana sahanın olduğu yerdi. Sadece saha içine bilet satılmıştı, daha büyük organizasyonlarda olduğu gibi numaralı koltuk ve balkon katları bu sefer kapsam dışındaydı. Normaldi. Stadyum değildi. Kalabalık kitlelere hitap eden bir müzik türü de değildi. Kabaca kare/dikdörtgen şeklindeki festival alanının kenarlarında sağlı sollu içecek ve yiyecek üniteleri, sahnenin karşısında merchandise satış ünitesi, ortadaki ses ve ışık kontrol masası ünitesi, girişin yanında bondage massage ve mini eğlence ünitesiyle oldukça sade bir ortam beni karşıladı. Hemen merchandising’e gittim ilk iş. Genç ve yeni grupları desteklemek gerekiyordu.

Festivalin Madrid etkinliğinde Craft bira konusunda biraz sınıfta kalındığını da belirtmeden geçmeyelim. Sanırsam festivalin ayağına göre şekillenen ve çeşitlenen bir konu bu. Yeri gelmişken bir detay: Bu sene Punk in Drublic Europe 11 kenti ve 3 ülkeyi kapsıyor. Ülkeler Almanya, İngiltere ve İspanya. Festivale katılan toplamda 12 grup var, bu gruplar her kentte çalmıyor. Kendi ajandalarına göre kentleri paylaşmış durumdalar. Bad Religion ve Nofx sabit, sanırsam Lagwagon da. Turneye katılan diğer gruplar ise: Anti-Flag, Millencolin, Less Than Jake, Mad Caddies, The Interrupters, The Real MacKenzies, Get Dead, The Lillingtons ve The Bombpops.

Almanya’daki kentlerde daha çok craft bira markası göze çarparken, Madrid’de sadece iki tane craft bira markası seçeceği vardı. Karşılaştırma olması için Vitoria-Gasteiz’de gerçekleşecek etkinlikte ise bir markadan üç adet yerel bira çeşidinin olacağını da ekleyelim. Yiyecek ve içecek olarak klasik ürünler klasik fiyatlarla sunulmuştu: Pizza, patates cipsi, peynirli salamlı ve sadece peynirli sandviç, su, maden suyu, çeşit çeşit votka, rom ve viski; karıştırmak ya da sade içmek için kola, fanta, sprite; normal biracılar için Mahou (Mahou, Madrid’in bira markası ve kişisel favorim olmaktadır kendileri, beş yıldız), alkolsüz bira ve limonlu bira; bir Bask geleceği olan ama tüm İspanya’da kutsanan kırmızı şarap+kola ve bazen anasonlu karışım kalimotxo-calimocho ve Meksika California faktörüyle acılı mı acılı tacos, burritos ve nachos opsiyonları.

Festivalin ilerleyen saatlerinde muhtemelen fonksiyonlarını kaybeden ama ilk saatlerdeki boşlukta varlıkları göze çarpan güvenlik görevlilerinden ufak bir “yere oturamazsın, ayakta olman gerek” ikazı ile müzik başladı. (Zaten mekân dolduktan sonra yere oturmak pek mümkün görünmedi.)

Açılışı Madridli grup Wild Animals yaptı. Grup üyelerinin de farkında oldukları gibi onları izlemeye gelen, ya da dışarıda ucuza takılmaktansa içeride olmayı tercih edenlere hitaben yaptıkları teşekkür konuşmalarının sebebi, grubu izleyen 50 kişilik bir kitlenin varlığıydı. Grubun basçısı “Sorun yok, bugün burada çalmıyor olsak ben de bu kadar erken saatte içeri girmezdim, dışarıda olurdum” diyerek sıkıntı olmadığını, keyiflerinin yerinde olduğunu bizlerle paylaştı. Bu üç kişilik grup daha önce kendilerini dinlememiş olmama rağmen oldukça geçerli puan aldı. Yazarın itirafı: Bu yazıyı yazma isteğim olmasa muhtemelen ben de Lagwagon başlamadan önce anca gelirdim mekâna.

Image

Image

Image

“Burası İspanya, burada seyirciye Amerikanca şakalar yapıldığında boş bir ifade ile karşılaşmak çok mümkün. Şaka yapmıyorum, Türkiye’ye oranla kitle daha bir ilgisiz bu konulara. Biz çok kasıyoruz sanki gibi hissettiriyor bu ülkenin insanlarının tavırlarına bakınca. Hani var ya hep bir kendimizi sevdirme ve kabul ettirme çabamız. İşte o burada yok. Orta parmağını gösterir ve hayat devam eder.”

Wild Animals yaklaşık yarım saat sahnede kaldı, onlar indikten sonraki 20 dakikalık bir sahne değişimi, ve sound check işlemlerinden sonra Less Than Jake biraz daha dolmuş olan salona merhaba diyerek ortamı şenlendirdi. Gecenin en iyi circle pit’i de Less Than Jake’in ismini
bilmediğim bir şarkısında gerçekleşti. Evet ben, Reel Big Fish’çiydim. Less than Jake’i çok dinlememiş olduğum doğrudur. Hangi birisine yetişeyim arkadaş, çok grup var.

50 dakikalık performans ardından hoşçakal diyen Less Than Jake, ilk defa çaldıkları Madrid’de olmanın kendilerine verdiği mutluluktan bahseden bir küçük konuşmayla sahneden indiler. Yine bir 20 dakikalık sahnenin diğer grup için hazırlanması arasından sonra müzik tekrar başladı. Bu rutin ve sabitlenmiş program düzeni tüm gece devam etti, hiç aksamadı, teknik ya da benzeri bir sorunla karşılaşılmadı. Çok temiz ve düzenli bir akış içindeydi festival.

Mad Caddies sahne aldı. Ne yalan söyleyeyim, ilk dönemki şarkıları daha bir punk rock’tı. Konseri birlikte izlediğim konuya hâkim arkadaşım Sascha, “Bu punk rock değil, ne işleri var bunların burada” tarzı bi serzenişte bulundu. Mekân dolmaya, insanlar önlere doğru hareketlenmeye başladılar Mad Caddies’in performansı süresince. Adetten olduğu gibi seyirciyle iletişime girmede festivalin en başarılı grubu olmalarının bir sebebi vokalistin İspanyolca (Meksika İspanyolcası) konuşuyor olmasıydı tabii ki. Burası İspanya, burada seyirciye Amerikanca şakalar yapıldığında boş bir ifade ile karşılaşmak çok mümkün. Şaka yapmıyorum, Türkiye’ye oranla kitle daha bir ilgisiz bu konulara. Biz çok kasıyoruz sanki gibi hissettiriyor bu ülkenin insanlarının tavırlarına bakınca. Hani var ya hep bir kendimizi sevdirme ve kabul ettirme çabamız. İşte o burada yok. Orta parmağını gösterir ve hayat devam eder.

Ve gecenin yıldız üçlüsünün ilki Lagwagon. Punk rock ile pek bir özel ilişkisi olmayan, festivale Sascha ile birlikte gittiğim iyi bir müzisyen olan arkadaşım Matty’nin en sevdiği grup oldu kendileri. Başarılı, hatasız ve yılların getirdiği sahnedeki öz güvenleri ile “Coffee and Cigarettes”, “Violins”, “Know it All”, “Falling Apart”, “Alien 8”, “May 16” gibi sevilen eserlerini icra ettiler. Bu arada Joey Cape’nin ve Me First and the Gimme Gimmes’in son dönemde neredeyse her yıl, olmadı iki yılda bir İspanya’ya geldiği ve akustik/elektrik şovlarda çaldığını da belirtmeden geçmeyim.

Ardından benim için en önemli müzikal hikâyelerden biri olan Bad Religion sahne aldı. Bu onları 2008 (ön grup kimdi hatırlamıyorum), 2014 (Against Me! ön gruptu) ve 2015’in (Gasteiz Callling Festivali) ardından dördüncü kez canlı izleyişim oldu. Gray Race’den “Them and Us” ile açtılar setlisti. Yeni davulcu Jaime’nin ilk Avrupa turnesi hem grup için hem de bizler için önemliydi. Acaba nasıl olacaktı. Kişisel fikrim olmuş olduğuydu. Bu çocuk bu gruba olmuş. Back vokallerde de gösterdiği performans grubun canlı sound’una gerçekten güzel bir katkı sağlamış. Aynı şeyi gruptan kovulan efsanevi üye Greg Hetson’ın yerine geçen gitarist için söyleyemeyeceğim. Mike’in kendine has hafif soğuk bir sahnesi var. Bilemedim, ama grubun Jay, Doctor Graffin ve Brian Baker iskeletiyle canlı performanslarını yüksek bir seviyede tuttuklarını görmek beni sevindirdi. 1980’den beri, 17 stüdyo albümü. Dile kolay. Yeni albümden üç şarkı ve eskilerden bir potpuri ile Bad Religion setlisti çok çabuk bitti. “Do the Paranoid Style”, “Chaos from Within”, “New Dark Ages”, “Sorrow”, “American Jesus”, “Recipe for Hate”, “Infected”, “Suffer”… Nedense bu konserde 1989 tarihli No Control albümünün tümünü baştan sona çalacaklarını düşünüyordum. Meğerse o setlist bir buçuk saat sahnede kaldıkları performanslar içinmiş. Olsun gelecek yıl 1990 tarihli Against the Grain albümünün tümünü çalarlar başka bir yerde. Belki de aynı yerde, kim bilir. “Generator”ı çaldıklarında (hem de orijinal başlangıcıyla, gümbür gümbür giriş yaptığı) ortam yıkıldı.

Nofx, bir anlamda organizasyonun ev sahibi sıfatıyla son grup olarak sahneye çıktığında ortam kendinden geçmişti. Zeminde ayakkabılara yapışan yapış yapış hissiyatlı bira, şarap, çeşitli alkol ve şekerli meşrubat döküntülerine ek olarak, yürümeyi güçleştiren yerde toplaşmış plastik bardak tepecikleri arasında sahnenin sol tarafına doğru yönelip, ardından doğruca bir manevrayla ortanın önlerine doğru hareket ettiğimizi hatırlıyorum. Aslında biz kendi isteğimizle mi hareket ediyorduk yoksa kalabalık mı bizi oraya getirdi pek emin değilim. Nofx’i üçüncü kez canlı izliyordum. Bu sefer sahnede daha az konuştular, yine de standart seyirciyle ve birbirleriyle atışmalarını gerçekleştirdiler. Fat Mike’ın daha bir kontrollü oluşu da gözlerden kaçmadı. E kolay değil tabii. “Linoleum”un ilk saniyeleri duyulduktan sonra neler oldu, hatırlamıyorum.

Gece, mekândan ayrıldıktan sonra diğer bir arkadaşım Pete’nin beni bu etkinlik için Finlandiya’dan gelen iki arkadaşı ile tanıştırması ve onlardan birinin Madrid’e gelirken uçakta Eric Melvin ile birlikte geldiklerini anlattığı, Finlandiya’daki gruplarından (Aivopaine ve Electric Monk) bahsettiği hafif bulanık ama mutlu bir yarım saatin daha ardından benim biraz Goya'da yürüdükten sonra bir taksiye atlayıp eve dönmemle tamamlandı. Eve kadar da yürüyebilirdim aslında. Ama zor geldi.

Cobain demişti galiba, “punk rock saved our lives”. (Hayatımızı punk rock kurtardı.)

Image

 

 

 


 

 

 

ÖNCEKİ Doğru enerjiyi yayabilmek: Mark Guiliana SONRAKİ Aynı anda birden fazla şey olmak: Vanishing Twin
Bu yazıyı paylaş