Bio Müzik: Doğadan çıkan anlık kompozisyonlar

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Bio Müzik: Doğadan çıkan anlık kompozisyonlar

Yazı: Cem Kayıran – İllüstrasyon: Meltem Şahin
ÖNCEKİ Olgu Ülkenciler: Zevkli Rezalet SONRAKİ Sürpriz: Alan McGee geri döndü!

İçinde bulunduğumuz döngüde zaten sürekli bir müzik yok mu?

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Her sesin müziğin bir parçası olabileceği fikri çok uzun yıllardır tartışılan ve farklı örneklerle altı doldurulmaya çalışılan bir fikir. Buna kesinlikle karşı çıkan müzik akademisyenleri, otoriteleri olsa da, özellikle kayıt teknolojilerinin hem gelişmesi hem de kolaylaşmasıyla birlikte günlük hayattan sesleri birçok müzikte duymaya alıştık. Müzisyenler şarkılarında bu tür sesleri farklı biçimlerde kullandılar şimdiye kadar. Kimisi sadece gürültü olarak faydalandı yaptığı alan kayıtlarından, kimisi müziğini inşa ederken temeline bu sesleri koydu, kimisi de biraz daha farklı bir yaklaşımla söz konusu sesleri melodik başka bir katman hâline getirdi. Bir elektrikli süpürgenin çıkardığı sesin de müzik olduğu fikrindeki yalınlık bu işi heyecan verici kılan en önemli detay belki de.

Tüm bunların yanında alan kaydı denilen kültür son yıllarda bir hayli fazla alt başlığı olan zengin bir hazine hâlini aldı. Tüm bu alt başlıklarda aslında kişilerin ilgi alanları ve bu ilgi alanları dolayısıyla sürekli duydukları seslerin bazen şaşkınlık verici kompozisyonlara dönüştüğü bir döngü var. Az önce bahsi geçen yalınlık anlayışının yanısıra içinde bulunduğumuz döngüde zaten sürekli bir müzik var düşüncesi ve duyulan her sesin kendi arasında bir ilişki kuruyor olması birçok müzisyene sonsuz bir çalışma alanı sunduğu ortada. Örneğin sadece arabalardan çıkan korna seslerinden oluşan bir albümle ya da kıyıya vuran dalgaların seslerinden oluşmuş bir kompozisyonla karşılaşmak çok sıradışı bir durum değil.

Image

Dinleyenine her zaman yaşadığı ama fark etmediği bir deneyimi belli kesitler ya da alışılmışın dışında formlarla sunma çabasında da söz konusu kayıtları yapan ve onları kesip biçen müzisyenin belki de kendine dönük arayışlarının etkisi hiç de azımsanamayacak durumda. Bu arayışların sonucunda gelen keşifler, alan kayıtlarında daha derin, hayrete düşüren ve rahatlıkla anlam yüklenebilen işlerin çıkmasına sebep oluyor.

Image

Bu yazıda farklı örneklerini göreceğimiz bio müzik alt başlığı da alan kaydı kültürünün en derin kısımlarından biri. Basit bir şekilde insan olmayan canlıların seslerinden oluşan ses enstalasyonları olarak özetlenebilecek bio müzik alanında kimi zaman da insanlara ait olan ama bilinçli çıkarılmayan sesler de kullanılıyor. Somut olduğu kadar tanımlaması zor ve hislere yönelik bir alan diyebiliriz aslında bio müzik için.  Bu alanı tanıyabilmenin en iyi yolu da birtakım örnekler üzerinden ilerlemek.

Örneklere, bu yazının ortaya çıkmasında tetikleyici olan isimlerden biri olan Chris Watson’la başlamak en doğrusu olacaktır. Kendine has post-punk gruplarından Cabaret Voltaire’in kurucularından biri olan Watson,  1980’li yıllarda televizyon kanallarında yayınlanan belgeseller için yaptığı kayıtların ardından vahşî hayatta kendini bir ses avcısı olarak buldu. Bu dönemi, “John Cage’in yeryüzünde yeterince müzik olduğu fikrine tamamen katılıyorum, bu sebeple doğada kayıtlar yapmaya başladım” sözleriyle özetleyen Watson, her gün duyduğu sesler arasında tansiyon, ritim gibi müzikal katmanları duyduğunu söylüyor. Chris Watson’ın Touch Music etiketiyle yayınladığı solo albümlerinde artık kendisinin bir parçası olarak gördüğü mikrofonunu doğrulttuğu vahşî doğa mensuplarının sesleri yer alıyor. Uyuyan bir fil, gecenin sessizliğinde kendi başına bağıran bir baykuş veya gülen bir hipopotam Watson’ın albümlerinde duyabileceğiniz sesler. İşin ilginç yanı, Watson bu seslerle öyle bir bağ kurmuş ve öyle anlamlar yüklemiş ki, kayıtları dinlerken hayvanların kendi yaşantılarını kendi kendilerine anlattıkları sıradışı bir belgeselin içindeymiş gibi hissedebiliyorsunuz. Bir yandan BBC Radio için belgesel programlar da hazırlayan Watson için bu türün öncüsü demek hiç de yanlış olmaz.

Image

Bio müzik kavramından bahseden bir yazıda değinilmesi yazılmamış bir kural olan bir başka isimde Alan Hovhaness. Ermeni asıllı Amerikalı besteci, 2000 yılında hayatını kaybettiğinde ardında 500’den fazla eser bırakmıştı. Bunların en etkileyici olanlarından biri And God Created Great Whales. Hovhaness’in 1970 yılında yazdığı bu eser, yazının genelinde bahsedilen bio müzik anlayışını birebir yansıtmasa da, bio müzik kavramının başlangıcı olarak algılandığı için bu alanın meraklıları için çok önemli bir kaynak olarak görülüyor. And God Created Great Whales, bir orkestra için bestelenmiş olsa da kaydedilmiş farklı türden balinaların seslerini bir orkestra performansı için bir katman olarak kurgulayan ilk eser. Hovhaness’in bu yaklaşımı ve o dönem için göstermiş olduğu “cesaret”, bu tür seslerle ilgilenen insanların çok daha geniş düşünebilmesine yol açtı demek hiç de yanlış olmaz.

Bio müzik konusunda yine farklı bir bakış açısına sahip isimlerden biri de Gregory Ovenden. Kendisine The Sound Farmer ismini seçen Ovenden, aslında kısa animasyonlar ve belgeseller için ses tasarımları yapıyor. Bu alanda çeşitli ödülleri de bulunan Ovenden’in aslında iş olarak değil de bir tür koleksiyonerlik olarak gördüğü vahşî hayat alanlarında kayıt yapmak bir tutkuya dönüşmüş gibi. Belgeselci kimliğiyle dünyanın çok farklı yerlerine giden Ovenden, yaptığı kayıtları çok fazla şekillendirmeden olduğu gibi kullanıyor. Böcekler, kuşlar, domuzlar ve köstebekler Ovenden’in kayıtlarında duyabileceğimiz hayvanlar. Fakat bu kayıtlar için söylebileceğimiz şey Ovenden’in bu tutkusunu daha çok ‘dokusal’ şekilde hayata geçirdiği.  Yani Chris Watson’ın kayıtlarını dinlerken ne kadar fazla anlam çıkarıyorsak, Ovenden’in kayıtlarında da anlamdan ziyade işitsel bir haz kendini belli ediyor. Duyduğun sesin ne olduğunu bilsen de bilmesen de etkileyici kısa kayıtlar sunuyor Gregory Ovenden. Bir çekirge kuşu ve domuzun karşı karşıya gelmesini anlatıcı olarak değil de dinleyici olarak belgelemeyi tercih ediyor.

Besteci, ses mühendisi ve fotoğrafçı Jez Riley French de bu alana hem sanatçı hem mühendis olarak bakabilmesiyle kendine has işler çıkarıyor. Kendi ürettiği sualtı mikrofonlarıyla yaptığı kayıtlarla sanki bambaşka bir evrene aitmiş gibi tınlayan sesleri şarkı haline getiren French, bir yandan modern hayatın içindeki seslere de sırtını dönmüyor ve kimi zaman bu iki ucu bir arada kullanabiliyor. French’in özellikle su canlılarından yaptığı kayıtlar gözden kaçmamalı.

Image

Yaklaşım olarak Chris Watson’a en yakın duran isimlerden biri de Martyn Stewart. Çeşitli coğrafyalardaki kuş seslerini kaydeden Stewart’ın koleksiyonunda eksik olan ve kaydetmek için can attığı kuşları bulmak gibi dürtüleri var. Ama bana kalırsa Stewart’ın en etkileyici kaydı kuş seslerinden biri değil. Martyn Stewart, 2010 yılında yaptığı bir araştırmada tutsak olarak tutulan ve kısıtlanmış şartlarda hayatlarını sürdürmeye çalışan yunusların seslerini kaydetti. Bu on dakikalık kayıtta bir noktadan sonra sesleri biraz daha tanır hâle gelip, anlatılan bir hikâye veya yapılan bir konuşma olduğunu hissedebiliyor ve yapısal olarak kafanızda bölümlere ayırabiliyorsunuz.

Bio müziğin içinde hayvanları veya bitkileri barındırmayan, insanlardan bağımsız olarak ama insanla birlikte oluşan alanında da sıradışı denemeler yapıldı şimdiye kadar. Tıpta “sinirsel geri bildirim” olarak adlandırılan yöntem sayesinde, Amerikalı besteci David Rosenboom beyin dalgalarıyla müzik yapabilmenin yollarını araştırdı. Kalp atışlarını müzikte kullanmak fikri, teknolojinin gelişmesiyle bilim kurgu filmlerini andıran yerlere geldi. İlk başlarda gerçekten ameliyathanelerde kaydedilen kalp atışı seslerinin ritmik olarak kullanılması fikrinden, kalp atışıyla vuruşları kontrol edebildiğin akıllı telefon uygulamalarına gelen yolda çok farklı biçimlerde enstrüman oldu kalp atışları.

Bio müzikle ilgili internette ulaşılabilecek sonsuz kaynaklar var. Sadece bu tür kayıtların paylaşıldığı ses bankalarında vakit geçirmek konuyla ilgili epey zihin açıcı oluyor. Bu anlamda 1968’de kurulan ve 300 civarında üyesi bulunan Wildlife Sound Recording Society, çok zengin bir kaynak. Sık sık güncellenen ses kütüphanesinde çok farklı örneklere denk gelmek mümkün. Müziğin yapısallığını, malzemelerin nasıl değerlendirilebileceği ve duyulan her türlü sesin nasıl yorumlanabileceğine dair farkındalık arttırıcı bir alan olarak bio müzik hiç bitmeyen ve kendini her dönem yenileyebilen bir alan. Eğer farklı dönemler arasında ortaya çıkan alışılmış formlardaki müzik akımlarını yaşayışa, içinde bulunduğumuz coğrafyaların değişimlerine bağlıyorsak, her dönem ortaya çıkan bio müzik işlerinin de zaten farklılıklar ve hayata dair farklı yansımalar taşıdığı düşüncesi kulağa çok mantıklı geliyor. Özellikle Martyn Stewart’ın tutsak yunusların sesleri üzerinden yaptığı çalışma gibi işler, sadece ses ve müzik olarak değil; içinde bulunduğumuz döngü ve gözümüzden kaçan şeyleri fark edebilmek adına çok önemli kaynaklar olarak algılanabilir.

Image

Image

Image

ÖNCEKİ Olgu Ülkenciler: Zevkli Rezalet SONRAKİ Sürpriz: Alan McGee geri döndü!
Bu yazıyı paylaş