Müziğe dair kısalar

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Müziğe dair kısalar

ÖNCEKİ Teftiş: Bu ay ne dinlesem? SONRAKİ Oregon'da bir mit bükücü: Kelly Reichardt

DÜNYA KUPASI BLUES’U
“Eve geliyor, eve geliyor, futbol eve geliyor...”
“Three Lions” – The Lightning Seeds feat. Baddiel and Skinner

Yazı: Alex Mazonowicz

Fifa Dünya Kupası dört yılda bir gerçekleşiyor, bu da onu hayatımı gözden geçirmek için uygun bir ölçüt hâline getirdi. İngiltere’nin yenilmesine olan tepkime dayanarak genellikle her birinde nerede olduğumu ve ne yaptığımı hatırlayabiliyorum. Mesela sekiz sene önce, bir arkadaşımla (ne yazık ki alkolle alâkalı bir hastalıktan vefat etti) sonrasında kovulacağım bir barda içiyorduk. 2006’da içki sorunum vardı.

Bu yıl, bir barda oturmuş kola içiyordum. İngiltere’nin yenilgisi üzücüydü ama nihayetinde etkilenmemiştim. Ülkemle gerçekten gurur duyalı uzun zaman oldu. Bunu muhafazakâr hükümete, sosyal devletin yavaşça erozyona uğramasına, popülist sağcı siyasetin yükselişine veya kuvvetli bir orta sahamızın olmadığı gerçeğine yorabilirdim. Yaşlandıkça egemen devlet konsepti gülünç, etik olmayan ve özünde bölücü gelmeye başlıyor. Evim dediğim yerde bir “yabancı” olarak, İngiliz oluşum etrafında gelişen daha sonra da diğer insanların Türklüğü üzerine ilerleyen sohbetlerin yüzde 50’sinden sıkılmaya başladım.

Yine de, Dünya Kupası’nın heyecanla beklediğim geri kalan kısmı var ve şu âna kadar da eğlenceli geçti. Bosna Hersek’in açılış maçında BBC maç spikerleri birçok yorum yaptı. İlk defa toy bir ülke Dünya Kupası’na katılıyordu. Savaş yüzünden tahrip olmuş bir ülke için harika bir teşvik olacağı konuşuldu. Bu tabiî ki reddedilemez. İngiltere’de bulunduğum sırada başarılı maçlardaki anılarımı hatırlıyorum; maç coşkusu birbirine yabancı olan insanları St George bayrağı altında birlik duygusuyla buluşturmuştu. Yine de yaşlandıkça St George bayrağından daha çok nefret ediyorum (doğrusunu söylemek gerekirse bana tahsis edilmiş milletimin resmi bayrağı olan Birlik Bayrağı’ndan. Kendimi İngiliz’dense Britanyalı olarak adlandırıyorum, aslen tercihim Alex olsa da...). Millî gururun altında genellikle daha karanlık bir şey yatar. Hem Türk hem Britanya bayraklarının (ve daha başka nicelerinin) altında aşırı boyutlarda baskı ve ırkçılık yatar. 

Fifa Dünya Kupası’nın milliyetçi unsurunu çoğu insanın açıkça söylediği gibi masumun yararına anlamlandırmak bile gösteriyor ki rekabetin daha karanlık bir tarafı var. Brezilya’daki protestolar üzerine haberler Katar’da 2022’de düzenlenecek olan yarışmayla ilgili rüşvet iddiaları ile aynı zamana denk geldi. Körfez devleti olayı sızdırmasa bile, düşük şartlarda çalışan işçileriyle bir inşa projesindeki kayıtlı en yüksek ölüm sayısı olacak. Ve gene de, bunların devam etmesine izin veriliyor.

Dünya Kupası bayraklar ve başkentlerle lekeleniyor ama modern dünyamızda her şey lekeleniyor gibi gözüküyor. BBC’ye olan aşkım sübyancı bir suç örgütünü gizlediği, tek seferlik idolüm John Lennon’ın karısını dövdüğü, bilgisayarımın neredeyse kesin olarak kötü çalışma koşullarında üretildiği gibi gerçekleri sakladığının açığa çıkmasıyla sarsıldı. Bazen, yiyeceğimi yetiştiren, kıyafetlerimi yapan insanları, işimi düşünmeye cesaret edemiyorum.

Dünya Kupası yaşadığım dünyadan ne kadar nefret ettiğim kâğıt üzerindeki somut örneği; onunla ilişkilendirilen berbat müziğe kadar. Ve hâlâ saplantılı olarak izliyorum çünkü futbol görkemli bir oyun. Çünkü modern hayatın mükemmel bir sembolüne dönüştü; birçok şeyin yanlış olduğunu biliyoruz ama bunun üzerine bir şey yapmak için güçsüzüz bu yüzden de sadece kabulleniyoruz.

Hiç sapına kadar soyutlanmış hissettiniz mi? 

(Çeviren: Aycan Taşyürek)

 

MÜZİK VE RİTÜEL
Müzik, bizim de evrenle birlikte titreşen varlıklar olduğumuzu hatırlatmaktadır...

Yazı: Emre Karacaoğlu

Amerikalı mitolog ve yazar Joseph Campbell 1985 yılında izlediği bir Grateful Dead konserinden sonra şunları anlatmıştı: “Deadheadler  (Grateful Dead hayranlarının kendilerine verdikleri isim) yaşamın dansını icra ediyorlar ve bence bu, atom bombasına cevap niteliğinde.

“İki gece önce çok güzel bir deneyim yaşadım. Bir rock konserine davet edildim. Daha önceden hiç gitmemiştim… Grup Grateful Dead’di –ki isimleri de Mısır Ölüler Kitabı’ndan gelmekte. Ve bunlar oldukça sofistike çocuklar. Bu benim için yeni bir şeydi. Rock müzik daha önceden hiç ilgimi çekmemişti. Fazlasıyla basit ve hep aynı ritme sahip olduğunu düşünürüm. Ama bir odanın içinde beş saat boyunca 8 bin kişinin bu çocukların ürettiği ritimle hareket ettiğini gördüğünüzde… Bu çok güçlü bir şey! Ve bu nedir ki? İlk aklıma gelen Dionysos festivalleri oldu tabiî ki… Bu müzikten daha büyük bir şey… Açığa çıkardığı şey, yaşam enerjisi. Bu, Dionysos’un bu çocuklar aracılığıyla konuşması demek. Buna benzer dışavurumları görmüştüm ama hiçbiri bu grup kadar masum değildi. Bu saf masumiyetti… Bu, homojen bir topluluk içinde coşkulu bir kimlik kaybı… Hangi tanrıdan bahsedildiği, ya da ortadakilerin bir rock grubu ya da rahipler olması hiç önemli değil. Burada önemli olan, herkesin içinde bir Tanrı’nın birliği hissini uyandırmaktır ve bununla birlikte geriye kalan her şey silinir.”

İnsan ırkı olarak, düşünsel varlıklar olduğumuz kadar fiziksel varlıklarız da. Ellerimiz işlemek, bedenlerimiz de hareket etmek için yanıp tutuşur her zaman; ve hattâ bunların yokluğuna da fizyolojimiz ve psikolojimiz türlü hastalıklarla yanıt verir. Düşünmek ve icra etmek var oluşumuzun zaruretleridir.

Campbell kariyeri boyunca dünyanın tüm dinlerini, kültürlerini ve mitolojilerini inceleyerek bu temel varsayımın gerçeklendiğini gözlemledi. O yüzden, bir müziğin (yani zihinsel emeğin) performansında (yani fiziksel olarak işlenmesinde) dinleyicilerin yaşadığı esrime anlarında binlerce yıllık ritüel geleneğinin ifşaatını görüyordu. Ona göre, bir rock konseri, insanlığın en köklü iştahlarından birini, yani fiziksel ritüel ihtiyacını da karşılıyordu. Fransız filozof Umberto Eco da iletişimimizdeki bu fiziksellik ihtiyacına işaret etmişti: “Sözel dilin olmadığı, sadece işaret, nesne, şekilsiz ses, ezgi veya dansla iletişimin gerçekleştirildiği bir dünya hayal etmek ne kadar zorsa, varlıkların sadece sözcük telaffuz ettiği bir dünyayı da hayal etmek eşit derecede zordur.”

Amerikalı minimalist müzisyen La Monte Young, bütün varoluşun titreşim olduğunu, bizim de müziği titreşimler sayesinde duyumsadığımızı ve dolayısıyla müziği anlamanın, evrenin yapısını anlamanın yegâne yolu olduğunu savunuyordu. Bu bağıntıyla, çok çarpıcı bir gerçek ortaya çıkıyor: Müzik, bizim de evrenle birlikte titreşen varlıklar olduğumuzu hatırlatmaktadır. Beşerî şartlandırma ve kodlarla kirlenmemiş, katışıksız ruhsal aydınlanmanın yolu müzikten geçmektedir.

Campbell’in gözlemleri, başka bir röportajında ifade ettiği şekliyle yaşam amacımıza da birebir uyuyor: “Yaşamın amacı, kalbinizin vuruş ritmini evrenin ritmiyle, içinizdeki doğayı Doğa’yla eşleştirmektir.” Müzik, insan edimleri arasında bunu gerçekleştirmeye en yakın araç kesinlikle.

 

PEPPERONU PLAYBOY: BİR MACDEMARCO BELGESELİ
Karşınızda duygusal bir “çocuk” var...

Yazı: Busen Dostgül

24 yaşında olduğuna kimsenin inanmadığı ve daha şimdiden birçok başarılı işe imza atan Mac DeMarco'yu bir de doğal ortamında, evinde görmek isterseniz, sizi böyle alalım. Pepperoni Playboy, Pitchfork ile ortak yapılan bir Mac DeMarco belgeseli. Başka bir deyişle: bir "mockumentary". Belgeselin yönetmenliğini Jon Leone üstlenirken, grubun kendi çektiği görüntülere de yer veriliyor. 

İlk çalışmalarını yaptığı el kadar odasından görüntüler, elinden hiç düşürmediği sigarasıyla ilgili açıklamalar ve daha birçok komik görüntünün yer aldığı belgeselde, Mac DeMarco’nun aslında ne kadar da duygusal bir "çocuk" olduğunu biraz da olsa görüyoruz. İzlerken çokça saçma hareketine de şahit olunca "bu çocuk hangi ara ciddi olup da bu albümleri yapıyor?" diye sormadan edemiyor insan. Sigaradan sonra yanından ayırmadığı ikinci şey olan sevgilisinin de yer aldığı belgesel Pepperoni Playboy, keyifli bir 33 dakikayı garantiliyor. Belgeselin sonu yine Mac DeMarco'ya yakışır bir kare ile sonlanıyor. Bizce bir izleyin!

ÖNCEKİ Teftiş: Bu ay ne dinlesem? SONRAKİ Oregon'da bir mit bükücü: Kelly Reichardt
Bu yazıyı paylaş