Biz insanların son yüzbin senesi

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Biz insanların son yüzbin senesi

Hazırlayan: Ulus Atayurt, İllüstrasyon: Sadi Güran
ÖNCEKİ Ortadoğu'dan Uzak Doğu'ya: Monira Al Qadiri SONRAKİ “Onurlu bir yaşam sürdürebilmek”: Türkiye’deki Suriyeli göçmenler üzerine

Arkeoloji, "biz insanları" anlamak için kuşkusuz bir derya. Sanat tarihinden, mimarlığa, biyolojiden nörolojiye, genetikten etnolojiye, hattâ dendrokronolojiye uzanan onlarca bilim dalından beslenen bir umman. Ve kuşkusuz tarihimizde geri gittikçe eldeki verilerin azalmasıyla hiçbir zaman tam anlamıyla vâkıf olamayacağımız hikâyemizin en önemli büyüteci. Bant Mag.'ın bu sayısında Türkçede çıkan üç kitabın izinden bizim hikâyemizi derledik.

Bırakın insanlığın son 100 bin senesini anlatmak, üç kitabı birkaç sayfalık alıntılarla özetlemek elbette imkânsız. O yüzden kitapları okurken dikkatimizi celbeden yerleri ön plana çıkartmakla yetindik. Mesela avcı-toplayıcıların şaman-ressamını dikkatlerinize sunarken, Sümer ziguratlarının zanaatkârlarını es geçtik. Ancak bir kronoloji takip etmeye de çalıştık: küçük klanlar hâlinde yaşayan avcı-toplayıcı toplumlardan mülkiyetin ortaya çıktığı ilk tarım toplumlarına, oradan da devletin, örgütlü şiddetin ve "uygarlığın" zuhur ettiği döneme uzandık. Alıntıları kolay ifade etmek için üç kitabı birer harfle imledik. Üç bilim insanıyla röportajlardan oluşan  İnsanlığın En Güzel Tarihi (Türkiye İş Bankası Yayınları, 2012) A oldu. Clive Pointing'in Dünyanın Yeşil Tarihi’nden (Sabancı Üniversitesi Yayınları, 2008) alıntıları B ile. Ronald Wright'ın İlerlemenin Kısa Tarihi’nden (Aylak Kitap, 2012) paragrafları da C ile ifade ettik. Dosyanın kitapları okuma hevesi yaratması dileğiyle... 

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Image

Avcı-toplayıcı, mülkiyetsiz topluluklar

Eski Taş Çağı aşağı yukarı 3 milyon yıl önce, insanlığa doğru kamburlarını çıkarmış vaziyette ilerleyen ilk kaba hayvanların yaptığı ilk kaba âletlerle başlamış, yalnızca 12 bin yıl önce, büyük buz kitlelerinin kutuplara ve bir sonraki iklim değişikliğini bekledikleri yerlere son kez çekilmeleriyle birlikte son bulmuştu... 3 milyon yıl dünya gününün bir dakikasıdır. Ama insanlar açısından Eski Taş Çağı, zamanda derin bir uçurumdur, varoluşumuzun yüzde 99,5'ini kapsar... (C, s.36)

İnsanlar -1,5 milyon yıllarından itibaren ve -500 bin yılına kadar –o zaman bunlar Homo erectus'tular– ilk bulundukları yeri terk edecekler ve seyahat etmeye başlayacaklardı... (A, s.23)

Avcı-toplayıcılar bir günde 50 kilometre yol almaktan çekinmezler. Ve hattâ daha fazlasını bile yapabiliriler eğer arzu ederlerse... Atalarımız çoğu kez coğrafî engellerle karşılaştılar: Çöller ya da derin ve geniş suyolları. Ama bazı dönemlerde tam tersine jeoloji onlara kolaylık sağladı. Buzullaşma döneminde Endonezya'nın Asya kıtasına bağlı olması nedeniyle, ilk Homo erectus'lar Güney Asya'dan geçerek Cava'ya yaya gittiler. -500 bine doğru Afrika'da, Çin'de, Endonezya'ya da Avrupa'da erectus'lar vardı. Eski dünya fethedilmişti... (A. s.24)

Modern insanların yani Homo sapiens'lerin, yani bizzat bizlerin ortaya çıkışını, Afrika'nın kuzey doğusunda ya da Yakındoğu'da bir bölgede, -150 bin ile -100 bin arasındaki bir tarihe kadar götürmek mümkün... (A, s.24)

...Küçük bir topluluk, farklı bir çevrede yalıtılmış durumda kalır, ayrılmış olduğu toplulukla üremesini engelleyecek bir miktar değişime uğrar. Eğer yeni çevrede yaşamını sürdürebilirse yeni bir tür olur. (A, s.26)

Dünyanın farklı bölgelerinde günümüz insanlarının genleri kıyaslanarak bunların çok homojen olduğu keşfedildi... Genetik homojenliğe erişmek için tek çözüm tarihöncesindeki atalarımızın, çok da uzak olmayan bir dönemde, çok az sayıda, âdeta yok olup gitmenin eşiğinde olmalarını gerektiriyor... Tüm tür için 5 ila 10 bin doğurgan, bu demektir ki çocuklar ve ebeveynler dâhil 30 bin kişi kadar... Modern insanlar (homo sapiens) başlangıçta o kadar az idiler ki, uzunca bir süre, yok olup gitmenin kıyısında kaldılar. (A, s.29)

İkinci yolculuk, -100 bin yılını izleyen birkaç on bin yıl içinde gerçekleşmiş, insanların ikinci büyük istila hareketiydi... Bunlar (homo sapiens) daha henüz Yontma Taş Devri'nin insanları, avcı-toplayıcılar. Asya, Çin -67 bin yılında; Yeni Gine ve Avustralya -50 bin yılında; “Cro-Magnon” ismi verilenlerin iskeletlerinden anlaşılacağı gibi, Batı Avrupa -40 bin yılına doğru işgal ediliyor; Amerika'yı ilk defa -45 bin yılında –büyük olasılıkla başarısızlıkla– ve bir ikinci defa -18 bin yılına doğru işgal ediyorlar. (A, s.31)

Amerikalı Noam Chomsky'nin izinde, dilbilimciler tüm dillerde ortak dilbilgisi yapılanmaları olduğunu keşfettiler... Merrit Ruhlen adında Amerikalı bir dilbilimci dünyanın büyük dil ailelerinin tümü tarafından paylaşılan kökleri keşfetti. Bunlar fosil genler ya da fosil kemikler gibi “fosil sözcük”lerdir. Tüm bunlar eskiden, -50 bin ile -20 bin yılları arasında, bugün 12 ailede toplanan 5 bin dilin yerine atalarımızın tek bir anadili olduğu yönünde birleşiyor. (A, s.41)

(Dünyaya yayılan insanlar) avcı-toplayıcıydı. Nehirlerde, somon balığı ve alabalık yakalamakta ve özellikle de büyük av hayvanlarını –atlar, bizonlar, ren geyikleri– ama aynı zamanda dağ keçisi ve bazen de yaban öküzü avlıyorlardı. Kadınlar ise, gıdaların esasını oluşturan yabanî yemişler, kökler ve mantarlar topluyordu... Yarı göçebe gibi yaşıyor, bir yerleşim yerinden birkaç ay yararlanıp, sonra başka bir yere, örneğin ren sürülerinin göçerken geçtikleri bir yere yerleşmek için hareket ediyorlardı. O zamanda havanın hâlâ çok soğuk olduğunu unutmayalım...

Muhtemelen aşağı yukarı 20 kişilik gruplar hâlinde yaşıyorlardı. Ebeveyn ve çok sayıda çocuktan oluşan bir aile, yetişkinler bir kazaya uğradığında varlığını devam ettiremez; bunun tersine mensubu 100 kişi civarında olan bir insan topluluğunun her gün beslenebilmesi kısa sürede olanaksız hâle gelebilir. Küçük gruplar hâlinde olurlarsa aralarında işleri bölüşebilirler: Toplamak, avlanmak, hayvanların derisini yüzmek, besin maddelerini hazırlamak, elbiseler ve âletler imal etmek. Toplumları oldukça eşitlikçidir onların...

Birbirinden yirmi-otuz kilometre uzaklıkta yaşayan insan toplulukları mevsimlik toplantılar düzenlerler. Bu toplantılar münasebetiyle ilişkiler kurulur, erkeklerle kadınlar arasında birleşmeler oluşur, yiyecek maddeleri, eşya değişimi olur... Mas d'Azil yerleşme yerinde, oradan 300 kilometre uzaklıktan, Atlantik'ten gelen deniz hayvanı kabukları bulduk. Demek ki atalarımız yolculuk yapıyor, birbirlerine rastlıyor ve teknik bilgilerini, fikirlerini, mitlerini ve sanatlarını karşılaştırıyorlar. (A, s.62-64) 

En büyük ile en küçük arasında zenginlik ve güç bakımından çok küçük farklılıklar söz konusuydu. Liderlik ya yayılmıştı, bir fikir birliği meselesiydi ya da erdemlerle, başkalarına örnek olarak kazanılan bir şeydi. Başarılı bir avcı avının başında oturup oracıkta karnını doyurmuyordu, eti paylaşıyor, böylece saygınlık kazanıyordu. (C, s.52)

Savaş bugün anladığımız anlamda mevcut değildi. Tarih öncesi dünyasının hemen hemen boş olduğunu unutmayalım. İnsan grupları farklı ekosistemler içinde yalıtılmış olarak yaşıyorlar, toprak mülkiyeti nedir bilmiyorlar. (A, s.68)

Her yerde! Afrika'da 27 bin yıllık boyanmış küçük levhalar bulundu; Avustralya'da bulunan bazı kazıma resimlerin 40 bin yıllık oldukları düşünülüyor... Hiç şüphe yok ki, sanat eseri yapmanın başlangıcı bir kültürün ya da belirli bir kavmin işi olmayıp, tüm Homo sapiens'lerin bizatihi mizaçlarında kök saldı. (A, s.54)

Kazıma resmin en yaygın tarz olması belki de sadece onun diğerlerinden daha dayanıklı olmasındandır. İnsanlar kayaların muhtelif niteliklerinden sonsuz bir yapıtlar yelpazesi elde ediyorlardı: İnce kazıma resimler, kazıkla çalışma, daha derin kazıma resimler ve hattâ otomobillerin kirli camlarına resim yapan çocuklar gibi, yumuşak bir maddeyle kaplı yüzeyler üzerinde parmakla yapılan resimler... Bunlar hayret verici bir sanatsal olgunluğu ifade ediyor. Bundan 30 ya da 35 bin yıl önce, atalarımız hemen bütün tekniklere vakıftı... Perspektifi tam anlamıyla icat etmişlerdi. (A, s.58-59)

Sanatçılar hiçbir zaman güneşi, ayı bulutları, yıldızları betimlemediler. Bitki dünyası da görmezlikten gelindi... (Yaşadıkları) kulübe ve evler de görünmez asla. Aynı zamanda dans eden, şarkı söyleyen, yemek pişiren insan gruplarına da rastlanmaz... Açıkça görülüyor ki atalarımız sanat yapmak için mağaranın karanlıklarına gömülürken alışageldikleri çevrelerini betimleme niyetinde değildiler... (A, s.65)

Sanatçılar tanınabilecek insanlar resmetmek istemediler. Hayvanları resmetmesini çok iyi bildiklerine göre ancak bile bile yapılmış olabilir bu... (A, s.67)

Bu resimler tartışmasız olarak sembolizm, inanç, kutsallık alanına girer... İnsanlar karanlık, girilmesi zor mağaralara (resim yapmak için) zorunlu nedenler olmadan girmiyorlardı herhâlde. Eğer bu alışkanlık böylece binlerce yıl sürmüşse, bilgilerin “ritlerle” [çeşitli sosyolojik nedenlerle toplulukça uygulanan ritüellerin tümü], mitlerle, dünya görüşleri aracılığıyla biçimlenmiş ve oldukça katı bir sistem sayesinde aktarılmasıyla gerçekleşti. (A, s.74)

Atalarımızın resimlerdeki her bir hayvana atfettikleri sembolizim evrilmiş ve çok farklı roller oynamışsa: Kabilenin geri kalanına mitleri aktarmak, doğum, evlilik, cenaze merasimi, hastalık iyileştirme “ritleri”; diğer gruplarla ya da bizzat tanrılarla iletişim kurmak. Ama kuşku yok ki (bu nöropsikolojinin bize öğrettiklerinin en temel öğelerindendir) mağaralar sanatı kısmen şamanların gördükleri sanrıların betimlemesidir... Çünkü betimlenen olgular evrenseldir; bunlar, her çağda, aynı sinir sistemiyle donatılmış olan insanlarla ilgilidir. Bugün pek çok incelemeye konu olan “ölüme” yakın tecrübeler tamamen şamanların vizyonlarına tekabül ediyor. (A, s.83)

Avcılar toplumunda, insan diğer yırtıcı hayvanlar arasında bir yırtıcıdır. Bu durumda vahşi at ya da mağara aslanı güçlü ruhlar olarak görülebiliriler. Ama -10 bin yıllarına doğru insanlık macerasının en büyük değişimi sahne alacak: Hayvan yetiştirmenin eşlik ettiği Cilalı Taş Devri. Koyun ve öküz evcilleşecek. İneği ve domuz ağılda tanrılaştırmak zorlaşacak. Tarihöncesinin avcısı artık çoban olacak. Onun hayatı değişecek. Hayal âlemi de. (A, s.91)

Image

Yerleşik hayat, mülkiyet ve iktidarın filizleri

Amazon yerlileri, Avustralya yerlileri, İnuitler, Kalahari yerlileri bugünkü avcı-toplayıcılar ekolojinin bilge bekçileridir... Genellikle kadim avcıların da onlar kadar bilge olduğu varsayılır. Ama arkeolojik kanıtlar bu görüşü desteklemiyor. Avcılık başlıca geçim kaynağıydı, görünürde sınırsız bir dünyanın en zengin ortamlarında yapılıyordu. Yaygın kalıntılardan çıkarsamamız gerektiği üzere borsa simsarının iyimserliğiyle, bir sonraki tepenin ardında başka bir büyük av olacağı beklentisiyle yapılıyordu... Kolay et daha fazla bebek, daha fazla bebek daha fazla avcı demekti.(C, s.43-44)

Son buz devrinin son bulmasından önce neden hiçbir yerde hiçbir bitki ehlileştirilmemişti? 20 bin yıl önceki insanlar da 10 bin yıl öncekiler kadar akıllıydılar, hepsi de av etiyle tıka basa doymuş değildi, ayrıca buz daha alçak enlemlerde tutunamıyordu... Araştırmalar dünyan ikliminin geçen 10 bin yıl içinde olağandışı derecede istikrarlı olduğunu gösteriyor, bu da tam olarak tarım ve medeniyetin ömrüne denk geliyor. (C. s.55-56)

Bu hareket geçen gerçek bir çarktır: İnsanlar yavaş yavaş göçebeliği bırakıyor, -12 bin yılında itibaren ilk köyleri kurarak yerleşik hayat düzenine geçiyorlar; tarımı -9 bine doğru ve hayvan yetiştirmeyi -8 bin 500 yılına doğru keşfederek kendi besinlerini üretmeyi öğrenecekler... Aslında söz konusu olan, daha çok –iki ya da üç binyıl sürmüş olan– aşamalı bir devrimdir. Yeni bir yaşam biçimi birkaç öncü odak merkezinde aynı anda doğdu ve buralardan, dünya çapında bir olgu gibi kendini kabul ettirerek, yavaş yavaş komşu bölgelere doğru yayılmaya başladı. (A, s.96)

Tarımın doğuş sürecini anlamanın en iyi yolu, avcı-toplayıcı yaşam biçimiyle tarımı açıkça birbirinden ayıran düşüncelerden kurtulmaktır. Bu yaşam biçimlerini hayvan ve bitkilerden yararlanmak amacıyla yapılan farklı yoğunluk derecelerindeki insan etkinliklerinden oluşmuş bir bütünün parçaları olarak değerlendirmek gerekir. Avcı-toplayıcı gruplar, kontrollü yıkım, “sulanmış” arazilerin oluşturulması ve yeniden ekim yöntemlerini kullanarak, kendi istedikleri bitkileri yetiştirdiler... Günümüz göçebelerinden de anlaşılacağı üzere, hayvanlardan bu kadar yoğun bir biçimde yararlanmak için yerleşik tarım toplulukları oluşturmaya gerek yoktur... Yıl boyunca bol miktarda besin kaynağının bulunduğu kuzeybatı Amerika'nın kıyı toplulukları gibi bazı avcı-toplayıcı grupların köyler kurdukları biliniyor.  (B, s. 46-48)

“Cilalı Taş Devrimi”nin etkisiyle nüfus 8 bin yıl içinde 10 misli artacaktı. (A, s.98)

-9 bin yıllarında işler hızla değişmeye başlıyor. Mimari bazen anıtsal boyutlar kazanıyor. Filistin'de Eriha şehrinde, 10 metre çapı olan, taştan 9 metre yükseklikte bir kule, 3 metre genişlikteki bir sura komşuluk ediyor... İşte o zamanlarda, Fırat/Şeria orta ekseni üzerinde tarımın ilk ürünleri görülür. (A, s.100)

Yakındoğu bizim (Avrupa) kökenlerimizin beşiği, ama tüm medeniyetlerin değil. Batı, Avrupa ve onun izdüşümü olan Kuzey Amerika, bir bakıma Afrika da tartışmasız, köklerini Yakındoğu'ya borçlular. Ama dünyanın diğer bölgeleri (Çin, Orta Amerika, Andlar) büyük değişimleri kendi başlarına yaptılar. (A, s.105)

Birkaç kuşak boyunca tüm Avrupa topraklarında ilerleyen bir “öncü cephe”den söz edilebilir. -7 bin yıllarından itibaren Güneydoğu'da Akdeniz hayat tarzı az çok kendini kabul ettiriyor. Köyler kuruluyor ve yüzyıllar boyu bunlar hep aynı yerleşim yerlerinde tekrar tekrar kuruluyorlar. Tahta ya da kerpiçten yapılan evlerin bazen taştan temelleri oluyor. (A, s.109)

Doğal orman, gerçekte balta ya da ateşle tarla açan yeni gelenler tarafından her yandan delik deşik edilmeye başlandı. (A, s.110)

Dünyanın her yerinde ehlileştirilen hayvan ve bitkilerin birbirinden farklı olmasına ve doğadaki özelliklere bağımlı bulunmasına karşın birkaç ortak model görülüyor. Büyük olasılıkla ehlileştirilen ilk hayvan kurttu. Bunu ilk olarak Avustralya ve Yeni Gine'deki insanlar yaptı... Bu ehlileştirmenin tarım açısından pek önemi olmadı; kurdun evrimleşmesiyle ortaya çıkan köpeklerin yiyecek olarak tüketildiği nadiren görülür. Fakat bu hayvanlar insanlara arkadaşlık etti, büyük olasılıkla avlanmaya yardım etti, bir miktar koruma sağladı ve yiyecek artıklarıyla beslendi. (B, s.51)

Eskiden avcı-toplayıcıların dünyası çok kalabalık olmayan, dağınık topluluklardan oluşuyordu. Hayat devingenlik üzerine kurulmuştu... Bu kez, köy dünyanın merkezi oluyor ve farklı insan toplulukları çok çabuk bir araya gelme, aralarında ittifak kurma, bir üst birimde birleşme eğilimi gösteriyorlar. (A, s.112)

Uzun süren tarıma geçiş sürecinin ilk göstergeleri, Doğu Akdeniz'de geçmişi 20 bin yıla varan Kebaran kültüründe bulunabilir. Kebaran halkı, bölgedeki mağaralara bağımlı olan yarı-yerleşik bir yaşam sürüyordu. Hemen hemen bütün bitkilerin tohumlarını topluyor ama özellikle bölgedeki ceylan sürülerini yönetmekle ve seçtiklerini avlamakla uğraşıyorlardı. -10 bin yıllarında son buzul çağının bitmesiyle hava ısınınca, uzun süredir devam ettirilen bu yaşam biçimi değişti. Yabanî bitkilerin yanısıra (düşük kalorili buğday, kızıl buğday ve arpa) hepsi çok besleyici kaynaklar olan meşe, badem ve fıstık ağaçları bölgenin her yerine hızla yayıldı. Ceylan sürülerinin beslenmesine ek olarak, yabani bitkiler de yoğun biçimde kullanılıyor, tohumları işlemek için gelişmiş bir teknolojiden yararlanılıyordu. (Çakmaktaşı bıçaklı kemik oraklar, taş değirmenler, öğütme taşları, havan ve dibekler.) Yiyecek o kadar boldu ki, küçük köyler kurulabilmişti. Suriye'de, Ebu Hureyre'de 300-400 kişilik bu küçük köyde saz çatılı evler toprağın içine oyulmuştu...

Bu yaşam biçimi yaklaşık 2 bin sene daha sürdükten sonra, iklim değişikliği nedeniyle farklılaştı.   Buzul çağından sonra süregelen ısınma tüm Doğu Akdeniz'de bugünkü Akdeniz iklimine yakın bir iklim oluşturdu ve yabanî otlar çok daha küçük alanlarla sınırlı kaldı... Köylerin çoğu terk edildi... Uzun süredir yerleşik yaşayan halkın büyük bölümü de köylerin yakınlarındaki iç bölgelere yabanî otlar ekmeye başladı. (B, s.53-54)

(Cilalı Taş Devri’nde) kuşkusuz sipariş verenler, bir tür erke sahip olan ve bunu bir şekilde belli eden insanlar olmalı. Bunun için demircilere madenî eşyalar ya da uzmanlaşmış zanaatkârlara egzotik taşlardan eşyalar yaptırıyorlar. Bu parçalar, amblemler, ayrıcalık işaretleri, toplumsal damgalar hâline geliyor...

(Bu eşyalar) gereksizdir... Keşfedildiğinden beri madenî maddelerin iki işlevi oldu: biri pratik, diğeri ise özellikle amblematik işlev; bunun en önemli örneği sadece mücevherat eşyası yapmakta kullanılan altın. Madenî maddenin gündelik hayatta ancak kısmi bir kullanımı var. Buna karşılık mezarlara konur. Bunun anlamı ise sahip olunan en nadir ve değerli şeyin kabul edilmesidir. Bu ataya adanmıştır. Birden, madenî madde “pazarda” değil, ebediyette buluyor kendini. (A, s.117)

(İlk yerleşik toplumlarda) erk güçlüler tarafından mı, yoksa konuşmayı en iyi becerenler tarafından mı ele geçirildi? Topluluklar tarafından karizması en güçlü olanlara mı verildi?

İlk yerleşik toplumlarda eşitsizliklerin gelişmesi için çok fazla neden yoktu... Otorite salt karizmatikti. Bazı kimselerin saygınlığı, diğerlerinden daha geniş ittifak ağları vardı; diğerlerinden daha fazla armağan alıyorlardı. Ama bu otorite oynaktı. Bu kimseler, eğer karşılıklı değiş tokuş ilişkilerini ve cömertlik olanaklarını kaybederse, sıradan bireyler hâline geliyordu...

İnsanlar kendilerine geçici öncüler seçen avcı topluluklardan ilk köylü topluluklarına, daha sonra ise eşitsizlikçi toplumları kuracak olan şefler sistemine geçtiler. Oradan devlete geçmek için çabucak atılacak bir adım kalacaktı geriye...

Ölümlü olduğunu bildiğinden ve bulunduğu mevkiden yarar elde ettiğinden, erki elinde tutan onu kendi soyundan birine devretmek ister. Kurucu ata kültünü sürdürmek isteyen “klanların” ortaya çıktıkları görülür....

Kült, erki doğrulamaya yarar. Atlarının çalışması, çabaları, ıstırapları sayesinde canlandırılmış bir toprağa sahip olmuşsa, onları şaşaalı mezarlara gömerek ve bir kült yaratarak yüceltmek normal bir davranış olur. (A, s.120-121)

Cilalı Taş Devri evlerinin hacmi, kültürlere ve zamana göre değişiyor... Etnologlar insanların dışarıda yaşayıp geceleri uyumak için küçük bir kulübeye doluştukları örneklere rastladılar. Tuna boyunda Cilalı Taş Devri'nin büyük meskenleri kadının erkek kardeşlerinin, yeğenlerin bir arada yaşadıkları genişletilmiş ailelerce mi işgal ediliyordu? Bazı gömütler bize açıkça çiftlerin mevcudiyetini gösteriyor. Ama çok eşlilik de mümkün. Daha o zamanlarda insan toplumlarının çok çeşitlenmiş olduklarını ve kuşkusuz, evrensel bir akrabalık bulunmadığını unutmamak lâzım. (A, s.127)

Antropoloji incelemeleri bunu açıkça gösteriyor: Bazı toplumlarda soy kadın tarafından devam ettirilse bile, kadınlar sistematik açıdan hâkim konumda değiller... Erk bir cinsiyete ya da diğerine ait olup olmamaya değil, daha çok ailelere, soylara bağlıydı... (A, s.129)

Tarımın benimsenmesi, insanlık tarihindeki en temel değişimdi. Bu olay, yalnızca yerleşik toplumları ortaya çıkarmakla kalmayıp, aynı zamanda toplumun kendisini de kökten değiştirdi. Avcı-toplayıcı topluluklarında hemen hemen hiç mülkiyet yoktu ve topluluklarda eşitlik esastı. Birkaç kişi âlet yapımında ya da besin bulmakta uzmanlaşabilir, yaşlılardan birkaçı da topluluğun inanç ve geleneklerinden sorumlu olduğu için özel bir konum elde edebilirdi. Fakat ne toprak ne de toprağın üzerindeki kaynaklar herhangi bir kişiye ya da topluluğa aitti. Oysa tarlalarda ürün yetiştirme ve hayvan sürüleri besleme süreciyle birlikte, kullanılan kaynaklar ve üretilen besinler de “mal” olarak görülmeye başladı. Tarım için daha fazla zaman ve çaba harcanması bu eğilimi daha da arttırdı...

Tarım daha fazla emek gerektiriyordu ama genellikle avcı-toplayıcılığa oranla daha çok besin elde ediliyor ve bu besinler, çiftçinin ve ailesinin ihtiyaçlarından daha fazla oluyordu. Bu fazlalık, daha sonraki dönemlerde yaşanacak toplumsal ve siyasî değişimlerin temelini oluşturdu. Tarımla uğraşmayan insanlar da (zanaatkârlar, bürokratlar, din adamları, ve daha sonraki çağlarda da siyasî ve askerî liderler) bu besin fazlasıyla desteklendi. (B, s.64-65) 

Bu dönemde insanlar (Cilalı Taş Devri) canlılar dünyasının hâkimi oluyorlar, bitkileri ve hayvanları evcilleştiriyorlar, doğayı yenmeyi başarıyorlar... Bu hâkimiyet onları sarhoş etti... Yarışmaktan hoşlanıyorlar, kendilerini galip ve fatih olarak görüyor, bu hâkimiyeti kendi hemcinslerine de uygulamak istiyorlar...

Köyler küçük bölgesel “başkentler” etrafında hızla birleşmişler... Bu siteler erkenden pazaryerleri, tapınma, karşılaşma mahalleri oluyorlar... Ama zaman zaman çatışmalar doğuyor, savaş çıkıyor. Sonunda insan daha o zamandan hem iyiyi hem de en kötüyü yapabileceğini gösteriyor. (A, s.133-134)  

Image

Medeniyet denen şiddet, devletin ortaya çıkışı

-50 binde... İnsanlar olarak sayımız hepi topu 1 milyonun üçte biri kadardı... Tarımın arifesinde, yerleşilebilir bütün kıtalara yerleşilmesi sonrasında sayımız 3 milyona çıkmıştı; Sümer ve Mısır'da tam anlamıyla medeniyetin ortaya çıktığı tarihlerde sayımızın dünya çapında 15 ila 20 milyonu bulmuş olması gerekir. (C, s.49)

Birkaç bölgedeki bazı topluluklar dışarıdan hiçbir etki olmadan kendi kendilerine yaptırımlar oluşturdular ve uygarlık adını verdiğimiz örgütlenmeleri, kurumları ve kültürleri yarattılar. Bu süreç insanlık tarihinde özellikle altı kez yoğun biçimde yaşandı (Çin, Orta Amerika, Andlar, Mezapotamya, Mısır, İndüs Vadisi)... Hepsinde vergiler, haraçlar ve zorla çalıştırma yöntemiyle halkın üzerinde bir güç yaratan, üretici olmayan binlerce kentli kişinin yarattığı bir seçkinler topluluğu bulunuyordu. Kentlerde çok büyük tapınaklar, saraylar ve ambarlar gibi kamu binaları vardı. Bu topluluklar, ilk tarım topluluklarından çok daha karmaşık yapıdaydı, toprağa bağımlıydı, hemen hemen her zaman savaş hâlindeydi, Andlar'dakiler hariç, olayları kaydetmek ve toplumun üzerinde bürokratik bir denetim kurmak için yazıyı kullanıyordu. (B, s.67)

Uygarlığın gelişmesi açısından en önemli dönem, -3 bine kadar süren bin yıllık süreydi. Bu dönemi anlamanın en iyi yolu, bölgedeki (Mezopotamya) en büyük yerleşim olan ve dünyanın ilk kenti hâline gelen Uruk'u incelemektir. Yaklaşık olarak -3 bin 600’de zigurat adı verilen dev bir tapınak höyüğü yapıldı ve bu tapınak sürekli olarak genişletildi. Sonunda tapınaklar ve diğer kamu binaları 250 hektarlık (antik Atina'nın iki katı) bir alana yayılmış olan Uruk'un üçte birini kaplar hâline geldi. Kentin çevresine hemen hemen 10 kilometre uzunluğunda bir sur çekildi ve -3 bin yıllarında nüfus 40 bine ulaştı. Büyük miktarda işgücü gerektiren bu çalışmalar tapınak yetkilileri ve yeni yeni ortaya çıkan sivil yöneticiler tarafından düzenlendi... (B, s.69)

Sümerler medenî hayatın hem en iyi hem de en kötü yönlerini temsil eder hâle geldiler... Dünyanın en eski yazılı hikâyelerini, Gılgameş Destanı olarak bilinen metin külliyatını oluşturdular... Eski Ahit'ten bildiğimiz efsaneler (Cennet Bahçesi, Tufan) Gılgameş'te ilk biçimleriyle, herhâlde Tevrat'a alınamayacak kadar müstehcen bulunan başka hikâyelerle birlikte yer alıyordu. Bunlardan biri, “bir fahişe, bir zevk çocuğu” tarafından baştan çıkarılıp Uruk'a getirilen yaban adamı Enkidu'nun hikâyesi, avcılıktan şehir hayatımıza geçişi hatırlatır: “Artık bütün yabanî yaratıklar kaçmıştı, Enkidu zayıf düşmüştü, çünkü içinde bilgelik, kalbinde bir insanın düşünceleri vardı. Geri dönüp kadının ayaklarının dibine oturdu, onun söylediklerini can kulağıyla dinledi. ‘Bilgesin Enkidu, artık bir tanrı gibi oldun. Neden tepelerde hayvanlarla yaban koşunun içinde olmak istiyorsun? Benimle gel. Seni güçlü surlarla çevrili Uruk'a, İştar ve Anu'nun, aşkın ve cennetin kutsanmış tapınağına götüreyim; Orada Kral Gılgameş yaşar; çok güçlüdür ve insanlar yönetir.’” (C, s.70

-3 bin ile -2 bin 300 döneminde (İlk Hanedan olarak bilinir) Sümer kentleri, topluluklarının hayatta kalması için gerekli olan kaynakların (toprak ve su) paylaşımı nedeniyle hemen hemen her zaman savaş hâlindeydi... (B, s.69)

Zaman geçtikçe şehirler katman katman büyüyerek Mezopotamya'ya özgü basamaklı piramitle, yani ziguratla taçlanmış insan yapımı tepelere dönüştüler; zigurat insanî alana hükmeden kutsal bir dağdı... Başlangıçta köy kooperatifleri olan rahiplikler de dikey olarak büyüyerek ilk şirketler hâline geldiler, memurları ve çalışanları vardı, “tanrının mülklerini yönetmek gibi kârsız denemeyecek bir işi” üstlenmişlerdi... Ezelden beri para getiren işleri yönetiyorlardı: koruma, içki ve kızlar. (C, s.71-72)

Sümer'de toprakların büyük bölümü ailelere, “tapınak” olarak kullanılan araziler ise kentin yöneticisine ve ailesine aitti... Teoride tapınaklar, geniş topraklara sahipti. Bu topraklardan bir kısmı, araziyi işlemeye mahkûm edilen rençperler tarafından ekiliyordu... Tapınaktaki mevkilerin büyük bölümü babadan oğula geçen ve hiçbir ağır yük getirmeyen görevlerdi. Bununla birlikte tapınak arazilerinin mülkiyeti de miras olarak bırakılıyordu... (B, s.70)

-2 bin 500'e gelindiğinde kentin ve şirketin topraklara kolektif olarak sahip olduğu günler geride kalmıştı; tarlalar artık lordlara ve büyük ailelere aitti. Sümer nüfusu serf ve ürün ortakçısı hâline gelmişti, altlarında da daimi bir alt sınıf olarak köleler vardı; bu, Batı medeniyetinin 19. yüzyıla kadar devam eden bir özelliği olacaktı. (C, s.75)

Kısa süre sonra mülk sahipliği ailelerden bireylere geçti ve bu topraklar alınıp satılır hâle geldi. Arazi sahibi olmayan tarım işçilerinin sayısı arttı... Fakat bu işçilerin sayısı sarayda, tapınaklarda ve seçkinlere ait evlerde çalışanların sayısına göre çok daha azdı... Hasadın kötü olduğu zamanlarda aileler kendilerini iş için satışa çıkarıyor, bazen kendi topraklarında zenginlere bağımlı ve borçlu olarak, bazen de kendilerini satın alanların kölesi olarak çalışıyorlardı.  (B, s.72-73)

Hem Mezopotamya hem de Mısır'da ortak olan bir taraf vardı: İkisinde de halk, küçük bir dinî ve siyasî seçkinler sınıfı tarafından toplumsal ve siyasî baskı altında tutuluyordu... (B, s.73)

(Aynı şekilde) İndus Vadisi -2 bin 300' yılarında fazlasıyla tabaklaşmış bir toplum ve devlet oluşmuştu... (B, s.75)

Çin'de Shang uygarlığında yönetim, karmaşık bir kabileler ve kraliyet mensupları sistemine dayanıyordu; yönetimdeki kabilenin üyeleri kendi kentlerini kuruyorlardı. Bu kentlerin hepsi doğal yerleşimler kullanılarak değil, planlı bir şekilde kuruluyordu; kentlerin ismi, çevredeki tarım arazilerini elinde bulunduran ve An-yang'daki krala yiyecek ve hizmet sunan yöneticinin adını alıyordu. (B, s.77)

Dev anıtlar ancak büyük miktarda işgücü kullanılarak yapılabilirdi. Gelişmiş toplumların ilk yıllarında, gönüllü ya da yarı-gönüllü katılım sağlanmış olması mümkündür ama çok kısa süre içinde bunun yerini zorlama almıştı. Toplum içindeki denetim ve disiplinin artış nedenlerinden biri, dışarıdan gelen tehditlerin ve savaşların da artmasıydı... Savaşlar son derece yıkıcı oluyor ve sivil halk çok barbarca uygulamalara maruz kalıyordu. Kaybeden tarafın sonu genellikle ölüm ya da kölelik oluyordu.

Nüfusun büyük bölümü rençper, arazi sahibi olmayan işçi ya da köleydi; bu insanlar besinlerini kaybetme, zorla çalıştırılma ve savaş tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu. Sürekli hayatta kalma savaşı veriyor, açlıkla ve her zaman var olan kıtlık tehlikesiyle mücadele ediyorlardı. Sadece küçük bir kesim daha fazla zenginlik ve bilgi dolu bir yaşam sürüyordu. (B, s.80-81)

Tarımın benimsenmesi ve bundan doğan iki büyük sonuç (yerleşik toplumlar ve sürekli çoğalan nüfus) çevre üzerinde gittikçe artan bir baskı uygulamaya başladı. Bu baskı başlangıçta belirli bölgelerle sınırlıydı ama tarım yayıldıkça, etkileri de yayıldı...

Yerel ormanların tükenmesi sonucunda artan toprak erozyonu, yerleşim bölgeleri çevresinde büyük sorun oldu. Ürdün'ün orta bölgelerinde elde edilen en yeni kanıtlar -6 bin yıllarında bile ormanların yok edilmesinden kaynaklanan toprak erozyonunun bölgeye verdiği zarar, ürünlerin veriminin düşmesi ve bunun sonucunda da yeteri kadar besin üretiminin yapılamaması nedeniyle köylerin terk edildiğini gösteriyor. (B, s.82-84)

Sümerler, Güney Mezopotamya'daki zorlu ortamda büyük bir özenle kurdukları dünyalarını kendileri yıktı.

Toprak sualtında kalıp yeraltı su seviyeleri yükseldikçe aşırı buharlaşma nedeniyle kalın bir tuz tabakasının oluştuğu toprağın yüzeyinde daha fazla tuz birikiyordu. Modern tarım bilgileri bu en büyük sorundan kurtulmanın tek yolu olarak yeraltı su seviyelerinin alçalması için uzun bir süre boyunca nadasa bırakmayı ve sulamamayı öneriyor. Fakat Sümer toplumundaki iç baskılar bu uygulamayı olanaksızlaştırdı ve sonunda felakete neden oldu. Sunulabilen arazinin sınırlı olması, artan nüfus, daha çok sayıda bürokrat ve asker besleme zorunluluğu ve kent-devletler arasındaki rekabetin artması, tarım sistemini yoğunlaştırmaya yönelik baskıları çoğalttı. Daha çok besin yetiştirme zorunluluğu, toprakları uzun süre nadas bırakmayı olanaksız hâle getirdi. Kısa vadeli talepler, uzun vadeli istikrarın ve sürdürülebilir bir tarım sisteminin gerekliliğine üstün geldi. (B, s.85-86)

Bu uzun vadeli çevresel çöküş süreci, Akdeniz ve Yakındoğu'nun her bölgesinde görülebilir. -2 bin yıllarında Fas'tan Afganistan'a kadar uzanan ormanlardan en fazla yüzde 10'un günümüze kadar gelebildiği tahmin ediliyor. (B, s.91)

Ama çevresel çöküşün bir toplumun sonu olmasına ilişkin en açık örnek, kendi türünde dünyanın en olağanüstü toplumlarından bir olan ve günümüzde Meksika, Guatemala, Belize ve Honduras sınırları içinde kalan bölgede yaşamış Mayalardır. (B, s.95)

Mayalar merkezî yerlerde, genellikle astronomi açısından önemli noktalara göre dizilmiş dev piramitler yaptılar ve birçok taş anıt diktiler. 800 yılından sonraki birkaç on yıl içinde ise toplum çözülmeye başladı. Anıt yapımı durdu, ayin merkezleri terk edildi, nüfus birdenbire azaldı ve kısa süre içinde kentler arsız ormanlarla kaplandı. (B, s.97)

Kent merkezlerinde bir meydanın etrafına yapılmış muhteşem tapınakları ve saraylarıyla dev ayin alanları vardı. Bu alanın ilerisinde avluların çevresinde toplanmış platformların üzerinde duran ve birçok insanın büyük aileler hâlinde yaşadığı saz damlı kulübe toplulukları bulunuyordu. Bu aileler, kamu binalarının ve seçkinlerin yaşadığı evlerin yapımı için gereken işgücünü oluşturuyordu. Tikal'ın dış bölgelerinde yapılan kazılar, kentin en iyi durumda olduğu dönemde nüfusun en az 30 bin ve belki de 50 bin olduğunun ipuçlarını veriyor. (B, s.98)

Ziguratların tepesine çıkmış bir Sümer kralı gibi Tikal kralının da insan elinden çıkmış bir manzaraya bakıyor olması gerekti: Yaklaşık 60 metre yüksekliğinde yarım düzine tapınakla, sonra saraylar ve dış semtlerle dolu, tarlaların ve çiftliklerin komşu kentlerin göğe yükseldiği ufuk çizgisine doğru uzandığı bir manzara. (C, s.100)

Tarım sistemi, Mayaların bütün başarılarının temelini oluşturuyordu. Fakat bu sistem, kendisinden çok şey beklendiğinde baskıya dayanamadı... Bu dönemin en önemli özelliği Maya kentleri arasındaki savaşların artması ve seçkin sınıfın, büyük miktarda işgücü harcama pahasına, daha çok sayıda ve daha büyük ayin binaları yapılmasına çok fazla önem vermeye başlamasıydı. (B, s.99)

Maya kenti, Copan bildik bir tuzağa düşmüştü. Büyüdükçe en iyi topraklarının üzerini taşlarla kapladılar. Çiftçiler hassas durumdaki tepelerdeki topraklara doğru sürüldü, buralarda toprağı tutan ağaçlar kesildi. Kent ölürken, tepelerden o kadar alüvyon akıp gelmişti ki, bütün evler ve caddeler toprak altında kalmıştı. (C, p.105)

Yönetimdeki seçkinlerin, rahipler sınıfının ve ordunun bağımlı olduğu besin fazlasında yaşanan azalmalar, büyük toplumsal sonuçlar doğurmuş olsa gerek. Köylülerden toplanan besin miktarını arttırma girişimleri bir iç ayaklanmaya neden oldu...

İlk uygarlıkların büyük çoğunluğu halk için (aynı zamanda yöneticiler, bürokratlar, rahipler ve askerler için de) üretmeleri gereken besin miktarı ile çevrenin yoğun tarımı uzun bir zaman boyunca sürdürebilme gücü arasında bir denge kuramadı. (B, s.103-105)

Doğa erozyonlarla, hasadın kötü gitmesiyle, kıtlıklarla, hastalıklarla kredisini geri çekmeye başladığında toplumsal sözleşme de bozulur. İnsanlar bir süre metanetle acılara dayanabilirler, ama er ya da genç yöneticinin göklerle ilişkisinin bir yanılsama ya da yalan olduğu ortaya serilecektir. Sonra tapınaklar yağmalanır, heykeller alaşağı edilir, barbarlar buyur edilir, imparatorun çıplak baldırı sarayın pencerelerinin birinden fırlatılıverir. (C, s.88)

Bugün modern dünyanın nimetlerinden yararlanan ve konforlu, rahat bir çevrede oturan kimse elbette kendi şartlarının, dedelerinin ve ninelerinin döneminden beri çok ilerlediğini düşünür. Ama işsiz olan, ancak günü gününe yaşayan kimse ne düşünür? Onun (avcı-toplayıcı) dedelerinin zamanına özlem duyması için yeterince nedeni vardır. İnsanlığın evrimi öznel bir kavramdı, bunlardan genel bir değerlendirmeye varılamaz ve tarih, boğazına kadar refaha gömülmüş Batılı ya da yoksul bir Afrikalı ya da Asyalı olduğunda aynı şekilde düşünülemez. (A, s. 153)

ÖNCEKİ Vans İlan SONRAKİ “Onurlu bir yaşam sürdürebilmek”: Türkiye’deki Suriyeli göçmenler üzerine
Bu yazıyı paylaş