Einstürzende Neubauten: “Geçmişi unutan onu tekrar eder”

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Einstürzende Neubauten: “Geçmişi unutan onu tekrar eder”

Röp: John Robb (Louder Than War) – İllüstrasyon: Gökhan Akbaba
ÖNCEKİ Şarkı şarkı BaBa ZuLa ve 34 Oto Sanayi albümü SONRAKİ Duygusal tahribata hazır: Dorian Wood

“Savaş her zaman orada olan bir şeydir. Bazen hareket eder, bazen etmez. İnsanların söylediği gibi çıkan ya da yayılan bir şey de değildir: ‘Dışarıda yayılan bir savaş var.’ Savaş, veba gibi yayılmaz. Hep oradadır. Sadece bazen hareket eder.”

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Şimdiye kadarki en yenilikçi, hattâ belki de en iyi işleri olan son albüm Lament’in yayınlanmasının ardından Einstürzende Neubauten’ın kurucusu Blixa Bargeld, I. Dünya Savaşı hakkındaki ilginç teorilerini Membranes grubunun kurucusu ve Louder Than War patronu John Robb’a anlattı. 3 Aralık’ta CRR Konser Salonu’nda gerçekleşecek Lament konserinin Blixa Bargeld’in kendini sakatlamasından ötürü iptal olmasının üzüntüsünü sizlerle paylaşıyor, kendisine geçmiş olsunlarımızı iletiyor ve 31 Ekim 2014 tarihinde Louder Than War dergisinde yayınlanan bu kafa açıcı röportajla yetiniyoruz bu sayıda. Orijinal uzunluktaki İngilizce metine Louder Than War sayfasından ulaşılabilir.Post-punk enkazı içinde Einstürzende Neubauten, 1980’li yıllar Berlin’inin çöken binaları ve Soğuk Savaş ritimlerinde belirdikleri andan itibaren sürekli yenilikçi bir tavır içinde oldu. Yeni albümü Lament, grubun şimdiye kadar geldiği en iyi nokta.

Louder Than War, Blixa Bargeld’i Lament’in Avrupa turnesinin ilk konseri öncesi prova yaparken yakaladı. Bu açılış konseri tabiî ki alışılmışın dışında bir konser: Belçika, Diksmuide’deki savaşın 100. yılı için gerçekleştirilen canlı şovun bir parçası.

Zaten bu kadar iddialı bir projeyi gerçekleştirebilecek bir grup varsa, Einstürzende Neubauten’dan başkası olamaz. Bu denli kapsamlı bir şovun altından ancak onlar kalkabilir.

Bargeld her zamanki buyurgan ve sabırsız tavrıyla, röportajı Skype üzerinden yapmak istediğini söylüyor. Bu da ortaya, punk-rock ve noise hayranı iki orta yaşlı adamın, gözlükleriyle bir ekrana baktıkları ve birinin sürekli sorular sorarken, diğerinin de karşındakini yüksek zekâsı ve birikimiyle cevapladığı bir sahne çıkarıyor.

İlk olarak sonbahar turnesi tarihleri hakkında bilgi vermek istiyor.
Bu röportajı öncelikle, yeni turnemizde tam olarak neler yaptığımızı açıklamak için yaptığımı söylemek istiyorum. Bu turnede Lament’i çalıyoruz. Haus de Luge ya da diğer albümlerimizi değil. Lament albümünden çaldığımız şarkılara ek olarak da bu albümle bağ kurabilen birkaç şarkı ekledik. İçeriğe uygun olan “Let’s Do It a Dada” ya da 1. Dünya Savaşı’yla bağlantılı olan “Armenia” gibi. Hitlerimizi çalacağımız turne 2015’te gerçekleşecek ve daha çok bir festival turnesi olacak.

Lament,  fikir olarak ve müzikal anlamda şaşırtıcı derecede kapsamlı olsa da Blixa, aslında kendi bilindik parametrelerinin dışına çıkmadıklarını düşünüyor.
Normalde yeni bir albüm kaydederken birincil amacımız daha önce yapmadığımız bir şey yapmak olurdu. Ama bu sefer daha çok yapmayı zaten bildiğimiz şeylere ve geçmiş deneyimlerimize güvenmeyi tercih ettik.

Diksmuide organizatörleri projeyi sipariş ederken sizden Lament’le ilgili herhangi bir talepte bulundu mı?
Bir saat sürmesi gerektiğini söylediler! Biz de biraz daha uzun tuttuk. Bir de içinde biraz Flamanca olması gerektiğini söyledikleri için onu ekledik.

Albümün içinde birçok farklı dil kullanılmış. Bunun amacı savaşın ne kadar kapsamlı olduğunu ve kültürler ve dillerarası ne kadar yayılabildiğini göstermek miydi?
Bunun için en azından birkaç dile daha ihtiyacım var!

Aslında bir sahne şovu teması üzerine gelişen Lament’i yaratırken sıradışı bir süreçten geçtiniz mi?
Genelde yeni bir şey yaratmadan önce o alanda fazlaca araştırma yapmayı tercih ediyoruz. Neubauten bu açıdan oldukça materyalist bir grup. Bu sefer iki araştırmacıdan malzeme ve fikir bulmak konusunda yardım aldık. 

2013 Ağustos’unda süreç başladığında biliyordum ki, biz albümü sahneye koyana kadar aradan bir yıl geçmiş olacaktı ve bu bir yıl boyunca medya I. Dünya Savaşı hakkındaki bilgilerle dolup taşacaktı. Dolayısıyla savaşla ilgili olan —ölümle ilgili olmayan— yeni ve yaratıcı fikirler bulmamız gerekiyordu.

Albümdeki şarkılar çok fazla ruh hâli barındırıyor. Savaş soundu yakalamak gibi bir amacınız var mıydı?
Aslında savaş soundu yakalamak özellikle kaçındığım bir şeydi. Einstürzende Neubauten ve noise denklemine savaşı eklemek istemiyordum. Böyle şeyleri Rammstein’a bırakmak daha doğru olacaktır. Korkunç bir hikâyeyi güzelce anlatmak istiyordum, tam tersini değil.

Image

Foto: Thomas Rabsch

Albümün büyüleyici olmasının sebeplerinden biri de savaşın etrafındaki hikâyeleri anlatabilmesi.
Buna bir tarihçinin bakış açısının yardımıyla erişebildim. Acı ve ölüm hakkında pek yazmam. Aslında daha kişisel bir şekilde bakıp farklı insanların kaderlerinden bahsedebilirdim, ama asıl amacım bu değildi. Daha tarihî ve bilimsel bir pencereden bakmak istedim. “Willie Nicky Telegrams“ veya “On Patrol In No Man’s Land” şarkısındaki Harlem Hellfighters hikâyesi gibi bilindik şeyler yerine farklı bir bakış sunmaya çalışıyordum. Bu Amerika’da, Avrupa’dan daha iyi bilinen bir hikâye.

Albümdeki iki Harlem Hellfighters yorumu o dönemin ikiyüzlülüğünü ve çelişkilerini çok doğru betimliyor. The Harlem Hellfighters, ABD’nin yurtdışında savaşmak için gönderdiği ilk siyahî askerî bölük. Ama ırkçılık ve ayrımcılığın hâlâ hüküm sürdüğü bir dönemde ABD ordusu siyahî bir birliği aralarına almaya karşı çıkıyor. Vatansever ve ülkesi için ölmeye hazır olan birlik, beyaz birliklerle karışmasın diye Fransızların buyruğu altına veriliyor.
Şarkıyı orijinal Harlem Hellfighters kaydından belli kısımlar kullanarak post-modern bir şekilde tekrar düzenledik. “Come on boys, let’s get them, let’s get them on the bayonet” gibi şarkı sözleri aslında Harlem Hellfighters’ın kendisi, biz değiliz. Hikâye, denizaşırı savaşa gönderilmek için Harlem’den toplanıp beyazlar tarafından ciddi bir ayrımcılıkla karşılaşan siyahî askerleri anlatıyor. Amerikalıların bu durum için bulduğu çözüm, bölüğü Fransızların emrine vermek oluyor. Böylece durumdan tamamen sıyrılmış oluyorlar. Bölük bir şekilde orada çok ünlü oluyor. Yaptıkları öncü caz tarzı müzikle, I. Dünya Savaşı’nın en iyi müzik grubu hâline geliyor. Biz de onların savaş sırasında çaldıklarından emin olduğumuz iki şarkısını çalmaya karar verdik.

Albümde savaş zamanından müzikler kullanmak ilginç bir fikir.
Keşke daha çok parça bulabilseydim, ama 1914 yılında düzgün bir ses kaydı almak zor olduğu için çoğu kayıt sahte çıktı. O zamanki tek ses kayıt yöntemi Edison Phonograph kullanmakmış, biz de onu kullandık. Dünyadaki askerler ve hapishane mahkûmlarının savaş zamanı kayıtları Berlin’de iki farklı üniversitedeydi ve dilbilimciler ve müzikologlar tarafından inceleniyordu. İki arşivi de ziyaret ettim ve araştırmacılarla görüştüm. Ziyaret defterinden gördüğüm üzere BBC her seferinde benden bir adım öndeydi. Bu da bana kayıtların ne kadar benzersiz ve tek olduğunu gösterdi.

Örneğin kayıtların dijital versiyonlarının bulunduğu Alman radyo arşivlerine baktığımda, o dönemin sesini ve kalitesini taklit etmeye çalışan korkunç kayıtlarla karşılaştım. Hepsi aynı şekilde ilerliyor: ilahiler, kilise çanlarının sesi, kiliseden dua sesleri ve biraz “bom bom” sesi. Hepsi savaşı taklit etmeye çalışıyor ve kendilerine Patriot (Vatansever) gibi isimler seçiyorlar. Hepsinin 1920’de tekrar kaydedildiğini düşünürsek, aslında bugün belgesellerde duyduğumuz tüm o sesler sahte. Yani o döneme ait doğru düzgün bir kayıt yok. O dönemin gerçek ses kalitesine ulaşmanın iki yolu var. Biri Edison kayıt cihazının kayıtları. Diğeri de 1919 yılında, Pathe-French etiketiyle yayınlanan, sekiz şarkılık Harlem Hellfighters albümü. Albümü savaştan çıktıkları anda stüdyoya girip kaydetmişler.

Image

Photo: Thomas Rabsch

“Pater Peccavi” şarkısındaki melankolik arka planın üzerine binen ve kaybolan sesler de çok etkileyici.
O sesler belgesellerdeki seslerin aksine, Berlin Humboldt Üniversitesi’nde bulduğumuz gerçek kayıtlar ve hapishane mahkûmlarının İncil’den okuduğu kısımların balmumu silindir kayıtları.

Bu kayıtları yalnızca ses efekti olarak kullanmamak oldukça hassas bir süreçti. Kayıtlar baskı altında olan hapishane mahkûmlarına ait oldukları için onlara saygıyla yaklaşıp aralarından dikkatlice seçim yapmam gerektiğini hissettim. Kendi kişisel zevkimin ya da sesini daha çok beğendiğim bir kaydın beni etkilemesine izin vermedim. Hangi kaydın daha iyi olduğuna bakarak seçmemizi engelleyecek bir yöntem bulmamız gerekiyordu. Bu insanlar baskı altında konuşmak zorunda kalmıştı, hapisteydiler. Bu yüzden de bu hayaletimsi sesleri bir araya getirirken hassas davranmamız gerekiyordu.

O zaman konuşulan bazı dillerin şu an yok olduğunu hatırlarken, arkadaki bitkin vızıltının üstüne grup üyelerinin her birinin, Alman dilbilimciler tarafından kendi dillerinde İncil’den kısımlar okuması istenen savaş mahkûmlarının kayıtlarını çalması çok etkileyici.
Yıllar önce yok olmuş Korsika lehçeleri var. Oksitanca gibi. Yaklaşık 100 kişinin İncil’den kısımları kendi dilinde okuduğu kayıtları, 16. yüzyıl Flaman Rönesans bestecilerinden Jacobus Clemens non Papa tarafından bestelenmiş, “Pater Peccavi” adlı çok-sesli bir ilahinin yavaşlatılmış bir versiyonuyla birleştirdik. Besteci, Lament’i çalacağımız şehir olan Dixmuide’de gömülü. Kayıp oğul hikâyesini çalan bir kuartetimiz vardı. Ben de bu şansı değerlendirip iki şeyi birleştirdim.

Kayıtlarda bazı İngilizce diyalektlerinde, Oksitanca, Sardinyaca, Fransızca, bazı Korsika diyalektlerinde İncil’deki kayıp oğul hikâyesini okuyan insanlar var. Bunu neden yapmışlar? Çünkü kendi dillerinden bir şey okumaları gerekiyormuş ve bütün bu dillerde mevcut olan İncil çevirileri varmış. Dilbilimciler bunu savaş mahkûmlarının konuşma şekillerini inceleyebilmek için yapmış. Kitapçıkta, mahkûmların nereden geldiklerini, mesleklerini, nasıl konuştuklarını, hangi harfleri yuvarladıklarını, “r” harfini nasıl söylediklerini inceleyip not ettikleri bir sayfa var. Her şeyi tek tek incelemişler.

Hâlbuki birkaç kilometre ötede hepsini öldürüyorlar.
Evet, tabiî. I. Dünya Savaşı sırasında mahkûmlara olan tavır II. Dünya Savaşı’na oranla daha iyiymiş. Savaşın sonunda yüzlerce insan diğer tarafa koşuyormuş, çünkü cephede olmaktansa hapiste olmayı tercih ediyorlarmış.

“Pater Paveccis”, albüme adını veren ve üç kısımdan oluşan ve albümün en önemli şarkısı “Lament”in üçüncü kısmı.
Aslında Klagegesang gibi bir ağıt yazmak istiyordum. Ama sonrasında fikir, şarkıda tek bir cümle kalana kadar sadeleşti. En sonunda kalan iki kelime, güç ve savaş anlamına gelen “Macht Krieg”. Aynı zamanda Almancada savaşmak olarak da kullanılır. 

İkinci kısım, “Abwärtsspirale”, yavaşlayan spiral anlamına geliyor. Aynı adının söylediğini yapıyor ve savaşın bittiği yılın sayıları olan 1-9-1-8’den oluşan bir şablon üzerinden yürüyen ve azalan bir spiral hissi veriyor.

Lament’in ardındaki fikirlerden biri de savaşın aslında hep devam ettiği ve hiç bitmediği.
Geleceğe, mesela 2150 yılına gidip şimdiye bakabilseydik, şimdiki sorunların aslında eskiden kalan sorunların bir uzantısı olduğunu görebilirdik. Şarkının adını “Angi Vlad e-mails” yerine “The Willy Nicky Telegrams” da koyabilirdim. Çünkü Avrupa’daki fay hattı şu an, sebep olduğu tüm sorunlarla tekrar aktif hâle geliyor.

Sonsuz bir savaş mı bu?
Sonsuz mu? Eğer kıyamete kadar böyle devam edecekse söylemek istemiyorum. I. Dünya Savaşı bittiğinden beri yüz yıl geçti. İki savaşa da ayrı bakmayı tercih etsek de, bu konuyu daha yakından inceleyip daha çok araştırma yaptıkça, aslında ikisinin aynı savaşın parçaları olduğunu görüyorum. Geleceğe gidersem ve şimdiki zamana bakarsam, II. Dünya Savaşı’ndan beri çıkan tüm savaşların da aynı sorunun bir parçası olduğunu göreceğimi düşünüyorum.

Peki ya I. Dünya Savaşı öncesi?
İki savaşın arasındaki zamanda da Avrupa’da çok fazla çatışma olduğu açık. İspanya İç Savaşı, ve sanırım Yunanistan’daki iç savaş da devam ediyordu. Tabiî ki I. Dünya Savaşı sonrası dünyadaki bütün savaşlar durmamıştı. II. Dünya Savaşı’ndan beri de çok fazla şey oldu: Pasifik cephesinde sorunlar devam ediyordu. Biz de aynı Batı Roma ve Doğu Roma İmparatorluklarının ayrıldıkları yerde sorun yaşıyoruz.

Tarih bilimi bu tip konuları daha rahat anlaşılsın diye bir araya toplamayı tercih eder.
Ben bir tarihçi değilim ve bunlar yalnızca bu konu hakkında araştırmalarım sonucu görüşlerim.

Savaş sonrası Berlin’de büyümek Lament’i yaratma sürecinizi hiç etkiledi mi?
Hayır, etkilediğini söyleyemem. I. Dünya Savaşı’yla ailemin hiçbir bağlantısı yok. 1901 doğumlu bir büyükannem vardı. Ondan biraz II. Dünya Savaşı anıları dinlesem de I. Dünya Savaşı’ndan pek bahsetmezdi. Büyükbabamı da tanımadığım için II. Dünya Savaşı’yla kişisel bir bağlantım kalmamış oluyor. Ama iki savaşın da izleri şehrin her yerinde aslında. Gençliğimde şehrin binalarında ve duvarlarında hâlâ kurşun izleri vardı.

Duvarın yıkılmasının ardından bile kurşun izleri yaygındı. Birkaç yıl öncesine kadar onları her yerde görebilecekken şimdi temizleniyorlar. Kendimi daha çok Soğuk Savaş çocuğu olarak tanımlayabilirim. Çünkü Berlin, Soğuk Savaş’ın merkeziydi. Tempelhof Havalimanı’nın (savaş sonrası Amerikalılara verilmiş eski bir havalimanı) yakınlarında büyüdüm. Sembolik olarak her Amerikan başkanının uçağı bu havalimanına inerdi. Uçaklar evlerin üzerinde gürültü yaparak dolanırdı ve insanlar, “Bombacılar geri geldi” diye bağırırlardı. Yani 60’lı yıllarda, bu hem Berlin’de hem de bizim hayatımızda normal bir durumdu. Savaşın tekrar başlayacağı hissi Berlin’de her gün hissettiğiniz bir şeydi. Batı Alman ve Doğu Alman radyo istasyonları sürekli bir mücadele içerisindeydi. CIA ve Amerika, Batı radyo istasyonlarının Doğu Almanya’da da çekmesi için sürekli destek veriyordu. 

Savaş ve savaş sonrası dönemi Almanlar için farklı deneyimlerdi değil mi?
Yalnızca Almanlar için değil, herkes için böyleydi. Ama Soğuk Savaş’ın sınırı Berlin olduğu için o şehrin insanları bunu en net hissedenlerdi.

Lament’i çalma şeklinizi gittiğiniz farklı Avrupa şehirlerine göre değiştirmeyi planlıyor musunuz?
Değişik dilleri kesinlikle daha çok dâhil etmeye çalışacağım. Örneğin Flamanca şarkıları yersiz olacağı için Londra’da çalmayacağım. Onun dışında her şeyi kitabına uygun yaptığımız bir tiyatro oyunu gibi davranacağız.

Tepkilerin nasıl olacağını çok merak ediyorum. Çünkü hepimiz için yüzyıl öncesi. Büyükbabalarımıza bağlansa da, ben 55 yaşındayım. Dinleyenlerin çoğu da benden daha genç. Konuyla doğrudan bağlantı kurabileceklerini sanmıyorum.

Almanya savaşlara nasıl tepki veriyor?
Eşim Amerikalı ve Alman televizyonunu her açtığında karşısına mutlaka savaşla ilgili bir şey çıkmasıyla hep dalga geçer. Kanalları değiştirirken karşınıza en az dört beş savaş belgeseli çıkar.  ani aslında savaş, 2014 yılında, daha önce hiç olmadığı kadar mevcut.

Hikâye Almanya’da daha mı farklı?
Tabiî ki çok farklı, çünkü asıl tehlike savaş hakkındaki belgesel ve bilgi kalabalığının, insanları bu konsepti bir çekmeceye koyup unutmasına sebep olmasında. Çünkü savaş, onlara bitmiş bir şey gibi sunuluyor. Yani sonunda kendi suçlarını kabul etmeleri de, konuyu kapattığı için faydasız.

Bu yüzden albümün ilk şarkısında savaşın Ebola ya da veba gibi bir anda çıkan ve yayılan bir şey olmadığını anlatmaya çalıştım. Aslında her zaman hayatımızda olan, bazen hareket eden, bazen şişmanlayan, bazen de zayıflayan bir konsept. Haberlerde hep savaşın bir anda çıktığını söylerler ve ben savaşın her zaman devam ettiğine inandığım için bu tanımlamayı hiç sevmem. Aynı atasözündeki gibi, “Geçmişi unutan, onu tekrar eder.”

I. Dünya Savaşı’nın post-endüstriyel dönemin savaşı olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Bu konuda hiçbir şey yazmadım. Kendimi daha çok yönetmen olarak görüyorum. Burada bir filozof ya da tarihçi gibi savaştan bahsetmem imkânsız. Ben daha çok savaşın ölüm hakkında olmayan yönlerini bulmak ve bilinmeyen kısımlarını aydınlatmak istedim. Asıl amacım savaş hakkında bir albüm yapmak değildi. Ya da mesaj içerikli bir şey yapma kaygım yoktu. Sonuçta çok farklı bir iş de olsa hâlâ eğlence işinin bir parçasıyız. Ben bu albümün keyifle tüketilmesini isterim. İnsanlığın ne kadar değiştiğini ya da değişmediğini anlatmak ya da parmağımı sallayarak bir şeyler açıklamak gibi bir derdim yok.

Yaptığınız araştırmalar projenin bakış açısını değiştirdi mi?
Savaş ve ölüm hakkında araştırma yapmak insana çok da iyi gelmediği için kendimi çalışma sürecimden mümkün olduğunca uzak tutmaya çalıştım. “Weltkrieg (Percussion Version)” gibi parçalar yazabilmek de bu uzaklaşmanın bir sonucu. Hangi ülkenin savaşa ne zaman ve ne şekilde, hangi silahlarla girdiğiyle ilgili, tamamen istatistik veriler üzerine kurulu bir parça. Her vuruşun bir gün olduğunu düşünerek, 4/4’lük ölçüde, dakika başına 12O vuruş kullandık. Her enstrüman da savaşla ilgili güçlerden birini temsil ediyor. 60 bpm olarak denediğimizde 26 dakika sürdü ve biraz rahatsız ediciydi. 160 bpm’e hızlandırdığımızda da komik oluyordu. O yüzden de 120 en ideali oldu. Her ulusu ve savaştaki sürelerini temsilen 20 farklı üflemeli kullandık. İlk vuruşla başlayıp Sırbistan, Avusturya, Almanya ve tak tak tak tak diye devam ediyor. Savaşa katılan herkes silahların bırakıldığı âna kadar şarkıya dâhil olmaya devam ediyor.

İstatistik verilerden oluşan bir şarkı olduğu gibi aynı zamanda da istatistik verilerden oluşan bir dans parçası, çünkü insanda hareket etme isteği uyandırıyor.

“How Did I Die” da başka bir etkileyici şarkı. Üst komutayı ölüme çağıran hayaletler gibi. Bargeld, yaylı dörtlüsü fonunun üstüne binen çello solosunun ölümün farklı şekillerini ve insanların hayatının böyle bitmesine olan öfkeyi anlattığını söylüyor. “So they come back, sing a different song, and Europe is a different place afterwards.” (Ve geri geldiler, başka bir şarkı söylediler ve Avrupa artık başka bir yerdi.)
Bir gün stüdyo çıkışı Alex’e (Hacke) yeni bir parçaya başlayacağımızı söylediğimi hatırlıyorum. Ne hakkında olduğunu sorduğunda ona “ölüm, ölüm, ölüm” cevabını verdim. Ertesi gün stüdyoya girip “How Did I Die”ı kaydetmeye başladığımızda I. Dünya Savaşı perküsyon versiyonundan daha çok acı hakkındaydı. Alman politik komedyen Kurt Tucholsky tarafından yazılmış bir şarkı. Youtube’dan dinleyebilirsiniz. Orijinal adı “Die Rote Melodie”. Bu müthiş şarkıyı savaştaki deneyimlerinin üzerine yazmış. Hiçbir zaman doğrudan söylemese de şarkıdaki ölü askerin hâlâ kafasında olup onu rahatsız ettiği çok açık.

Bu noktada Bargeld, yaratım sürecinin hâlâ kulaklarında çınladığını söyleyerek provaya geri dönmek istiyor. Biz de karmaşıklığı, zekâsı ve muazzam fikirleriyle Lament’in yaratım sürecindeki katıksız hayal gücünü görmüş oluyoruz.

Çeviren: Zeynep Naz İnansal

ÖNCEKİ Şarkı şarkı BaBa ZuLa ve 34 Oto Sanayi albümü SONRAKİ Duygusal tahribata hazır: Dorian Wood
Bu yazıyı paylaş