50'ler, 60'lar, 70'ler ve Zeki Müren

Bu yazıyı paylaş
İçerik

50'ler, 60'lar, 70'ler ve Zeki Müren

Röp: Murat Meriç
ÖNCEKİ Bant Mag. SONRAKİ Toplumsal hareketlerin ağ tipi mücadelesi: Yaşasın enternasyonal dayanışma!

Uzun zamandır beklediğimiz İşte Benim Zeki Müren sergisi kapıları açtı. Serginin küratörü, yazar ve araştırmacı Derya Bengi’yle, Murat Meriç sizler için konuştu.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Bunca sene saklı kalmış, muazzam Zeki Müren arşivi yazar ve araştırmacı Derya Bengi’nin güvenilir ellerine teslim edildi ve yoğun bir çalışmayla İşte Benim Zeki Müren sergisi hazırlandı. İlk kulağımıza geldiğinden beri büyük heyecanla bekliyorduk bu sergiyi. Geçtiğimiz ay İstiklal Caddesi Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde açılan İşte Benim Zeki Müren’in mekânlarında gezerkense, kendimizi Zeki Müren’le yeniden tanışıyor gibi hissettik. “Türkiye’de pop müzik” deyince tereddütsüzce dönüp baktığımız dostumuz Murat Meriç sizler için Derya Bengi’yle buluştu ve takdir edersiniz ki ortaya derin mi derin bir Zeki Müren sohbeti çıktı. Sergi, 20 Aralık’a kadar gezilebiliyor. Ayrıca sergide yer alan arşivle hazırlanmış nefis kataloğun da makul bir fiyata alınabildiğini eklemiş olalım.

Image

Nereden çıktı bir Zeki Müren sergisi açma fikri? Bunca yıldır neden saklanıyormuş bunlar?
Arşiv sahibinin huzursuzluğu bunda etken. Bu arşiv, 18 senedir Türk Eğitim Vakfı’nda (TEV) duruyor çünkü mirası, vasiyeti gereği TEV ve Mehmetçik Vakfı arasında paylaştırıldı. Bütün bu arşiv malzemesi de, yani kendi koleksiyonu ve eşyaları, bunca yıldır TEV’de özel bir odada muhafaza ediliyormuş. Fakat bu ne Zeki Müren’e, ne TEV’e, ne de halka yarıyor. Kimsenin görmediği bir arşiv neticede. Bunun halka açılması gerektiğini düşünmüşler. Bu noktada Yapı Kredi Kültür ile TEV’in işbirliği başlamış. Yapı Kredi Kültür’den beni aradılar, hayır denmeyecek kadar zevkli bir işti, derhâl kabul ettim.

Zor muydu yol almak? Koca bir arşiv var neticede önünde…
İlk bakışta kolay gibi gözüküyor, hazır bir arşiv çünkü. Başkalarına başvurmaya gerek yok. Serginin konseptini kendi biriktirdikleri, kendi sakladıkları, kendi çekmeceleri, kendi sandıkları olarak belirledik. “İşte Benim Zeki Müren” ismini de böyle hak ediyor. Çocukluğundan beri her şeyi muhafaza etmiş, anılarına bağlı kalmış. Fakat arşivin tasnifi zordu. Fotoğrafların tasnif edilmesi ve uygun bilgilerle donatılması gerekiyordu, çünkü çoğu fotoğrafın yazılı bilgileri yoktu, ancak bir takım tahminler yürüterek yol alabiliyordunuz. Fotoğrafta yanındaki insanları tanıyorsan tanıyorsun, tanımıyorsan tanımaya çalışıyorsun. “Bu acaba hangi gazinonun sahnesi, şu hangi gazinonun kulisi?” “Saçları altın sarısı olduğuna göre bu fotoğraf 1968’den olmalı.” Böyle böyle Zeki Müren’i tanıyarak, hayatının ayrıntılarına vakıf olarak ilerledik. Yoğun bir şekilde basın taraması yaptık bir yandan. Sonuçta hayatının kilometre taşlarını ıskalamayan, küçük ayrıntılarla, küçük anekdotlarla zenginleştirilmiş bir sergi oldu. Toplamda bir büyük hikâyeye varan bir sergi ve bir kitap.

Image

Zeki Müren aslında kendini hiç saklamıyor. Diğer taraftan gizli yanları da varmış gibi… Daha net sormak gerekirse, bu sergideki “bilinmeyen” Zeki Müren mi?
Yegâne iddiam şu olabilir: Unutulmuş Zeki Müren’i hatırlatmak. Bilinmeyen bir Zeki Müren belki de vardır ama biz sırları, gizleri aydınlatmanın peşinden koşmadık, zaten şoke edici şeylere rastlamadık. Ama rastladığımız her fotoğraf çok hoş, insanı gülümseten ve şaşırtan cinstendi. Açıkçası Zeki Müren’in unutulduğunu düşünüyorum. Yeni kuşaklar, sadece 80’lerde yaşayan “kitsch” bir ihtiyar papağan olarak hatırlıyor onu, hayatının son dönemiyle… Sanki 50’li, 60’lı yılları hiç yaşamamış ve o yıllara damgasını çok derin vurmamış gibi değerlendirildiğini düşünüyorum. Biz biraz geriye döndük, en başından başlayarak o yolculuğu bilenlere hatırlatmak, bilmeyenlere de birazcık tarih nosyonu sunmak istedik.

Her şey var sergide, değil mi? Ürün verdiği her alandan eserler, merakları, ilgileri, koleksiyonları… Sizin eklediğiniz bir şey oldu mu bunlara?
Dönemin gazetelerini, Hayat, Ses, Hey gibi dergileri inceledik, bir takım eklentiler yaptık, ama bunların oranı yüzde beş falandır. Kaldı ki kendi arşivinde 50’li yılların bazı radyo dergilerinin ciltleri vardı.

Zeki Müren kendisiyle ilgili kupürleri saklamış mı?
Fazla değil. Hayranlarından gelen birtakım defterler var: Gazete kupürlerini, kocaman resim defterlerine, hiç tarihsiz, notlar düşmeden yapıştırmışlar, kendilerince bir Zeki Müren arşivi yapmışlar. Sonra da bunları Zeki Müren’e hediye etmişler. Ben öyle bir şey yapacak olsam kendime yaparım, neden Zeki Müren’e hediye edeyim ki? (gülüyor)

Image

Image


Mumya müzesinde Libarece'yle                                                     Atlantic Records ofisinde Nasuhi Ertegün'le

Zeki Müren’in kitaplığı ve plak koleksiyonuna da bakma fırsatın oldu. Okudukları ve dinledikleri üzerinden başka tür bir Zeki Müren’e ulaşmak mümkün mü? Seni şaşırtan şeyler oldu mu bu koleksiyonda?
Bu kadar Ümmü Gülsüm hayranı olduğunu bilmiyordum. Gerçi 1974 yılında, Hürriyet’teki köşe yazısında yazmış. Dolabından çıkan 10’u aşkın Ümmü Gülsüm plağının sırrı o yazıyla çözülmüş oldu. Gerçekten çok büyük hayranıymış. Bazı TRT sanatçıları Mısır’a bir turne için gittiklerinde Ümmü Gülsüm'le tanışmışlar ve onun da Zeki Müren dinlediğini öğrenmişler. Zeki Müren o yazısında “Taptığım insan, evinde beni dinliyor” diye gururlanmış.

Okudukları peki? Sergide gördüğüm kadarıyla kitapların hepsi okunmuş; kitaplığında güzel dursun, yer işgal etsin diye alınmamış…
Okuduğu kitaplar gayet iyi edebiyat örnekleri. Kitaplarının üçte birini falan aldık sergiye, ama özel bir seçki yapmadık. Kitaplığının genel görünüşü buydu zaten. Bilge Karasu’dan James Baldwin’e, Attila İlhan’dan Orhan Pamuk’a uzanan bir edebiyat var.

Şiir? Neticede yazıyor ama okuyor mu?
Attila İlhan’ın ve Lorca’nın yanısıra daha ziyade ona hediye edilmiş, pek isim yapmamış şairlerin kitapları vardı. Ümit Yaşar Oğuzcan, Attila Dorsay ve Murathan Mungan’ın ona imzaladığı kitaplarını da bir vitrinde sergiliyoruz. Bu farklı bir Zeki Müren mi bilmem, beni pek şaşırtmadı. Bilakis sezgilerimi doğruladı. Ben zaten ciddi ciddi oturup konuşulacak biri olduğunu düşünüyordum, artık eminim. Sağlığında onunla bir gazeteci olarak tanışmadığıma, konuşmamış ve uzun bir söyleşi yapmamış olmama yandım. Ben gazeteciliğe başladığımda inzivaya çekilmişti.

Image

Image

Hiç Zeki Müren’li anın var mı? Onu görme şansın oldu mu?
Bir kere gördüm, turist olarak, Bodrum’da yürürken. Çoğu kişinin çok ilginç anıları var. Son iki aydır, sergiye emeği geçen insanlar bana gelip Zeki Müren’le anılarını anlatıyorlar. Fotoğrafçı arkadaşımız Hakan Ezilmez gençliğinde, iki arkadaşıyla Bodrum’a tatile gitmiş. Serseri, avare, plansız bir tatil, öğrencilik zamanları, 80’li yıllar. Paraları suyunu çekmiş, İstanbul’a dönemiyorlar. Akıllarına her gün rastladıkları Zeki Müren gelmiş. “Paşa bize koltuk çıkar mı?” diye sormuşlar birbirlerine. İçlerinden biri cesaretini toplamış, gitmiş, barda Zeki Müren’in masasına oturmuş, durumu anlatmış. Zeki Müren güzel güzel dinlemiş, cebinden çıkartıp yol paralarını vermiş ve üçünü İstanbul’a uğurlamış. Serginin tasarımcısı Sadık Karamustafa, 60’lı yıllarda Ankara Koleji’nde okurken, Zeki Müren okullarına imza gününe gelmiş. Öğrencilerle sohbet etmiş, sonra da satın alanlara plaklarını imzalamış. Ancak yeterince duyurulmadığı için mi, yoksa çocukların umurunda olmadığı için mi, bilmiyorum, o gün sadece iki tane plak satılmış. Buna rağmen bozulmadan, nezaketinden sapmadan bütün zamanını çocuklarla geçirmiş ve güle oynaya okuldan ayrılmış. Herkesin böyle hoş anıları var onunla ilgili. Tanışıp da “lanet bir adamdır” diyene rastlamadım.

Bir yandan da en meşhur zamanlarında bile kolay ulaşılabilir bir insan değil mi Zeki Müren? Bugünkü “şöhret”lerin çok uzağında sanki…
Gittiği plaj belli, oturduğu ev belli, takıldığı kahve, bar belli… Hattâ evinin telefonu biliniyor ve çoğu zaman da kendi açıyor telefonu. Menajerlik sistemi falan söz konusu değil. Öyle “plak şirketini arayayım, araya adam sokayım” falan da yok. Gazetecilerle aralarında bir arkadaşlık ilişkisi var.

Image

Mini etekli Uğur Duvağı: Gümüş simden örülü pelerin Hong Kong'dan, beyaz yaka taşları Los Angeles'tan, 1970

Bunca sevilmesinde bunun da bir payı var şüphesiz, değil mi?
Öyle. Ama herkesle temas etmiyor anladığım kadarıyla. Bir yıldızla konuştuğunu bilen insanlarla konuşuyor. Zannetmiyorum ki, birisi laubali olabilsin onunla… İnsanlar hakikaten Zeki Müren’e “Paşam” diyor olmalı. Bu laf o yüzden kalıcı oldu. Bir tür komutanlık hâli, sevimli bir ast-üst ilişkisi. (gülüyor) Zeki Müren’le ilişki kurmanın zevki de orada. Hakikatten “Paşam” diye yaklaşacaksın ki, muhabbetinden zevk alasın. Ben olsaydım “Paşam” diyebilir miydim, bilmiyorum.  

Senin Zeki Müren mesain nerede başladı? Nasıl tanıdın onu, ne kadar zaman geçirdin?
Öldüğünde Express’i çıkarıyorduk, o sıralar epey kafa yorduğumu hatırlıyorum. Sevdiğim çok şarkısı vardı. Fakat gerçek anlamda, bir gazeteci olarak, Zeki Müren hakkında yaptığım ilk şey, iki sene evvel açtığımız Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu sergisi. 60’lı yılları derlerken, epey bir yer ayırmıştık Zeki Müren’e. O zaman şunu düşünmüştüm: 60’lı yılları anlattık, Zeki Müren başrol karakterlerden biriydi. 50’li yılları anlatsaydık, yine başrolde olacaktı. 70’li yılları inceleseydik yine öyle.

Peki ya 80’ler?
Yok, oraya uzanmayalım. Otuz koca yılı zirvede geçiriyor ve Türkiye tarihi açısından çok iyi bir izlek oluşturuyor. Zeki Müren’in hayat hikâyesini ve yaptıklarını takip etmek, Türkiye hakkında bize çok şey öğretiyor. Memleketteki bütün popüler şarkıları plak yapmış bir insandan söz ediyoruz.

Image

Ankara'da Gençlik Parkı Yazar Aile Bahçesi'nde kadınlar matinesi

Sahiden söylemiş mi bütün şarkıları?
Neyi söylemezmiş, biliyor musun? “Çamlıca Yolunda” şarkısını! (gülüyor) “O benim sağımda / Ben onun solunda / Çamlıca yolunda…” der ya o şarkı, bunu çok saçma buluyor. “Tabiî ki öyle olacak, o senin sağındaysa sen de onun solunda olacaksın. Böyle dize mi olur? Asla okumadım bu şarkıyı!” diye notu var. (gülüyor) Müzeyyen Senar şöyle der: “Ben şarkı söylemiyorum, güfte anlatıyorum.” Bayıldığım bir laftır bu. Bence Zeki Müren de tam bunu yapıyor. Eskilerden bu hissiyatı almış, yerine getirmiş biri. Güftelere çok özen gösteriyor. Mesela, defterindeki başka bir notunu söyleyeyim: “Ağlama Değmez Hayat” plağını dolduracak, belli ki hazırlık yapıyor. 1968’e ait bir ajandaya şarkının sözlerini yazmış, kenara bir ok çıkartmış ve “yaşantı sözcüğü geçiyor” diye not etmiş. “Rüya gibi her hatıra / Her yaşantı bana” dizesi. Sözcük henüz yeni yeni dile giriyor ve bir şarkıda kullanılması dikkatini çekmiş. Tereddüt etmiş herhâlde. Sevmiş mi sevmemiş mi bilmiyoruz ama okuduğuna göre benimsemiş. Dilin nereye doğru gittiğini, söylediği şarkının ne anlattığını, onun nasıl dramatize edilmesi gerektiğini ince ince hesaplıyor. Eski geleneğe mensup, yeniliğe açık, bir şarkıyı sahneye koyma ve dramaturjisini yapma geleneğine çok sahip çıkan bir adam Zeki Müren. Tam bir sahne adamı.

Image

Image

Şarkıyı sahneye koyarken, kıyafetleri ve dekoruyla da destekliyor hikâyeyi…
Dramaturji, sadece süslenme sanatlarıyla, kostümle, dekorla alakalı değil. Bunu, okuduğu şarkının hakkını verme yolu olarak gördüğünü düşünüyorum.

Kıyafetleri de şarkıya göre seçiyor gerçi. 1960 ihtilalini takiben Osman Paşa kıyafeti ve mehterle sahneye çıkması, sonra “Uzaydan Gelen Prens” gibi kıyafetleri… Şarkılara göre giyiniyor ve bu büyük bir yenilik. Erol Büyükburç aynı şeye çok daha geç başlamıştı. Zeki Müren’in sahnelere getirdiği yenilik, “TSM’yi ayağa kaldıran adam” olarak bilinen Münir Nurettin Selçuk’un attığı adımın çok daha ilerisi, öyle değil mi?
Münir Nurettin Selçuk’u fazla sevmediği malûm. İlk dönemlerinde onun bestelerini okumuş. Sonra bulaşmamış hiç, şarkılarını yorumlamamış, kendisini pek etkilemediğini söylüyor. Belki de görmezden gelmiş. Ama piyasada ne olup bittiğinin farkında. Çoğu TSM otoritesinin çok sevdiği Bekir Sıtkı Sezgin’i o da seviyor. “Bu kadar iyi bir ses neden bir yere gelemez?” notunu düşmüş defterine. İyi olanın hakkını veriyor ve hattâ layık olduğu yere gelmesi için çabalıyor.

Sevdiklerinin elinden de tutuyor galiba?
Ajda Pekkan’dan başla, Zehra Eren’e kadar… Anadolu-popçulara verdiği desteği biliyoruz: Cem Karaca’yı, Selda’yı çok seviyor. Ajda’yla Selda’ya baksan, tarz, anlayış ve zihniyet olarak birbirlerinden tamamen ayrı akımların temsilcileri. Zeki Müren, bir ortak payda gibi. Hepsine kol kanat geren birisi.

Image

Image

Moğollar’ı ilk dönemlerinde sevdiğini, gazino kadrosuna aldığını ve onları ihya ettiğini biliyoruz. Gazino meselesi enteresan. Gazinolarla ilgili belgeler arasında dikkatini çeken şeyler oldu mu?
Bazı mukavele örneklerini okudum, çok komik tarafları var. Mesela seyirciler arasından sanatçıya bir sataşma olduğunda, gazino patronu gereken önlemleri almakla mükellef. “Zeki Müren’in izzet-i nefsini rencide eder mahiyette herhangi bir hareket ve söz vukuunda, bu hâle sebebiyet verenleri derhâl uzaklaştırmak üzere gerekli tedbirleri almaya gazino müsteciri tevessül edecektir.” Bu, o dönemin standart bir mukavele maddesi mi yoksa Zeki Müren’e özgü bir madde mi bilmiyorum. Demek böyle şeyler yaşanıyor ki ihtiyaç hasıl olmuş.

Mukavelelerine varıncaya kadar her şeyi saklamış mı sahiden?
Disiplinli bir adam. Sanatçı bohemine dalıp dünyayı unutacak, “aman bana ne” diyecek birisi değil. Her şeyi biriktirmiş: Muhasebe defterleri, gelir vergisi beyannameleri, servet bildirimleri, faturalar… Elektronik cihaz faturaları, çiçekçi, terzi, kunduracı faturaları, arabasının benzin faturaları… Şişli’de üç apartmanı var, kiracılarından kira topluyor. Mal sahibi olarak kapıcının parasını o ödüyor, kömürü o alıyor. Dünya kadar kömür faturası çıktı sandıklardan.

Image

Tuhaf bir kirli çıkılık hâli de var desene… Bu şaşırtmadı mı seni?
O disipline sahip olması ve kontrolü elinden hiç bırakmaması, sahnede gördüğümüz o parıltılı insana ters gibi duruyor ama gerçek. Bütün bunları neredeyse yardımcısız yapıyor. Kostümünü kendisi tasarlıyor, patronla mukaveleyi o imzalıyor, terzisini kendi buluyor, istediği her şeyi bizzat yapıyor veya yaptırıyor. Sahnede bütün yaptığı yenilikler gibi, gündelik hayatı da çok bilinçli.

Yenilikler meselesinde de adım adım ilerliyor zaten, alıştıra alıştıra… Mini etek giydiği gün kuliste bir de pantolon bulundurduğunu biliyoruz, tepki gelirse derhâl değiştirmek için. Bir taraftan halkı, sevenlerini kolluyor ve tümüne saygı duyuyor. Bunu, muhafazakâr kesimin tepkisini çekmemek adına yapıyor olabilir mi?
Bodrum’da, 1984’te verdiği meşhur son konserinde, finale doğru göbek atmaya başlar… “Hayriye”yi söylerken hani… TRT, konseri baştan sona kaydetmiş, ertesi gün yayınlarken bu bölümleri kesmiş. Gazetelerdeki “TRT konseri makasladı” haberleri üzerine, gidip Zeki Müren’e durumu sormuşlar. Böyle bir durumda ne dersin, “vay, sen beni nasıl sansürlersin” demez misin? Ama o demiş ki: “İyi ki öyle yapmışlar, çünkü TRT bütün Anadolu’ya yayın yapıyor ve Anadolu’da çok mutaassıp insanlar yaşıyor. Onlar benim danslarımı, şarkılarımı kaldıramayabilir.” Neyse ki sonunu güzel bağlamış: “Ama ben de Zeki Müren’im, o göbeği atarım!” TRT’yi hep kolluyor gerçi, şarkı sözlerini değiştirdiğini, “TRT standartlarına” uygun hâle getirdiğini biliyoruz. “Entarisi ala benziyor / Şeftalisi bala benziyor”daki “şeftali”, onun ağzında “hoş sözler”e dönüşmüştü mesela… O dönemde her bir bant denetimden geçerek yayınlanıyor, o kadar kontrollü ki, denetime gerek bırakmıyor demek ki…

Bu eşya toplama ve saklama hadisesi çocukluğundan beri var, değil mi? Eski hatıraları annesi mi saklamış yoksa en başından beri kendi mi toplamış?
Eminim annesi bunlardan herhangi birisini atsaydı, annesiyle ilişkisini keserdi. Annesinin bir mektubunda, bir yastık kılıfının bahsi geçiyor. Kadıncağız Bursa’dan İstanbul’a oğlunun eski yastık kılıfını yolluyor ve mektubunda özür dileyerek şöyle yazıyor: “Oğlum, affedersin, ben onu senden sonra biraz kullandım, ama nerden bilebilirdim senin günün birinde dünya çapında bir yıldız olacağını”.

Image

Antalya, 1966 yazı - Foto: Erol Dernek

Annesiyle ilişkileri nasıl?
Mutsuz bir çocukluk geçirmiş. Oysa gençliğinde verdiği söyleşilerde mutlu bir aile portresi çiziyor. Yaş aldıkça, daha ciddi söyleşiler vermeye başladıkça, işin rengi değişiyor. Anneyle babanın geçimsizliğini, birbirlerini sevmediklerini, bu sevgisizliği oğullarına da yansıttıklarını öğreniyoruz. Hele babasından çok şikâyetçi. Okul başarılarını umursamadığını anlatıyor. Annesinin de ilgilerine, yeteneklerine gözlerini kapattığını söylüyor. Ortaokulda resim dersi ödevi olarak bir yağlıboya tablo yapmış, özene bezene, kontrplak üzerine bir kadın portresi çizmiş ve kurumaya bırakarak okula gitmiş. Döndüğünde resmi mutfakta bulmuş çünkü annesi patlıcan kızartması yaparken ocağı onunla yelliyormuş! Sanatçı ruhunu umursamayan bir aile ortamı, ama büyük ihtimalle Zeki Müren’i kamçılayan bir ortam. Ne yapıyorsa kendi kendine yapıyor. Daha doğru bir deyişle, kendi edindiği çevreyle yapıyor. Şarkı söylemekteki ısrarıyla önce kendi mahallesinde tanınıyor, sonra Bursa’nın TSM çevrelerine giriyor. 15-16 yaşlarına geldiğinde, Bursa’da herkesin tanıdığı bir isim Zeki Müren. Göstere göstere geliyor biraz da. Örneğin Müzeyyen Senar oraya konsere geldiğinde ya da Hamiyet Yüceses, Suzan Güven gibi isimler, onlarla tanıştırılıyor. Elinden tutanlar var. Ders aldığı bir musiki cemiyeti var, tanburi İzzet Gerçeker var, saz çalan yaşıtları, arkadaşları… Arkadaşlarını ya da ağabeylerini, amcalarını müziğe yatkın çevrelerden seçiyor. Başta Bursa’nın zenginlerinden Hayri Terzioğlu’nu sayabiliriz. Kapıları fazla zorlamıyor, yavaş yavaş yükselen bir grafik çiziyor ve İstanbul’da patlıyor. Bütün bu sürecin sonunda, kaçarcasına gelip Boğaziçi Lisesi’ne kaydını yaptırdığında, Bursa’yla alâkasını bitiriyor ve onu kimse durduramıyor artık. Beş yaşından itibaren kendini yıldız olmaya hazırlıyor ve adım adım öyle ilerliyor.

Asıl soruyu sorayım: Zeki Müren bir devrimci mi?
Devrimci tabiî ama Zeki Müren usûlü. Bütün dengeleri kollayan bir devrimci. Devrim evlatlarını yemesin diyerek, devrim uğruna kelleyi feda etmeyen bir devrimci. Dolayısıyla buna devrimci demek belki abes olabilir. Devrim derken daha ziyade kılık kıyafet devrimi, bir eda-işve devrimi kastediliyor, ama onun gerisinde, bu kılık kıyafetlerin örttüğü başka özellikleri var. Musikiye kazandırdığı devinimi görmezden gelemeyiz. Bunun da öne çıkması gerekiyor artık. Zeki Müren demek, sadece “allı pullu elbisem” demek değil. Biraz da “Manolyam”, “Yaprak Dökümü” demek, ısrarla vals bestelemesi demek, “Mühür Gözlüm” demek, “Ali’yi Gördüm Ali’yi” ya da Pir Sultan Abdal türküsü okumak demek… Onun devrimci kimliğini oluşturan, biraz da bunlar.

Peki, Zeki Müren üzerinden bir pop tarihi de yazılabilir mi?
Bence bir pop star, hattâ ilk pop star Zeki Müren. Türkiye’de rock 60’larda çok orijinal bir şekilde başladı ama yoktan var olmadı. Ortalama bir rock’çının sahip olması gereken cesareti ve kafa açıklığını 50’lerden beri gösteren biri vardı zaten, Türkiye’ye rock ruhu Zeki Müren’le girmişti. Rock tarihini Erkin Koray ile değil Zeki Müren ile başlatsak iyi ederiz. 1973 sonrası, tamamen David Bowie. Daha önce bir Liberace durumu var. Kesinlikle birbirlerinin farkındalar. Zeki Müren’in Liberace’yi birebir taklit ettiğini söylerler, peki Liberace olmasaydı Zeki Müren olmayacak mıydı? Bence olacaktı. Birkaç şatafatlı kostümü ondan almış ya da desenlerini çizerken etkilenmiştir belki ama bu, biraz da “ben yalnız değilim” duygusuna tekabül ediyor: Zeki Müren Liberace’ye, bir aynaya bakar gibi bakmış ya da koordinat belirlemeye çalışırken ondan yararlanmış bence.

Pop tarihine dönersek, aslında yaptıkları bildiğimiz “aranjman” tarihini de değiştiriyor… Fecri Ebcioğlu, 1961’de “Bak Bir Varmış Bir Yokmuş”u yazıyor ama bunu, çok önce Zeki Müren yapmış zaten…
1959’da bir filminde, bir Napoliten şarkıyı Türkçe okumuş, “Yaseminler solmadan gel”. Mesela “Avare”yi Türkçeleştiren de Zeki Müren. Sadri Alışık’ın söylediği “Avare”nin sözleri onun. Daha ilk gazino programında, Küçükçiftlik’te söylüyormuş. Sadullah Ağa’yla başlayıp “Avare”yle devam eden programlar bunlar.

80’lerden sonra yelpazeyi iyice genişletip Sezen Aksu, Zülfü Livaneli falan söylüyor hattâ.
Onlar daha farklı.

Image

Image

Uzaydan Gelen Prens, 1974

Ticarî diyebilir miyiz, kastın o mu?
Ticarî olup olmaması önemli değil, ama özellikle 80’lerden sonra şarkı söyleyişindeki o ağdalılık beni rahatsız ediyor. Bir Sezen Aksu şarkısının hakkını vereceğim derken, onu sanki bir divan edebiyatı vurgusuyla okumasını yakışıksız buluyorum. Onun yaşlanması bana, şişmanlaması ya da daha fazla makyaja ihtiyaç duyması olarak değil, şarkı söyleyişindeki deformasyon olarak yansıyor. Ben o duyduğum sesi, vurgulama biçimini sevmiyorum. Yıldırım Türker “R”lerini sevmezmiş mesela. Bense çok severim. Gitgide değişen ve altı çizilen bir “R” basışı var. “Beni öldürrr öyle git…” (gülüyor) Rock’n’roll da “R&R”dir ya hani, onun “R” basmasını çok rock’n’roll buluyorum. (gülüyor) Vladimir Visotski de güzel “R” basar, Roy Orbison “Pretty Woman”da aslan kükremesi gibi “rrarrr” der, bunları hatırlatıyor bana.

Biraz da kendi kendini taklit hâli yok mu son döneminde? Kendisi gibi olma, Zeki Müren gibi söylemeye çalışma durumu… Cem Karaca da son döneminde o duruma düşmüştü…
Düşmekte olan ama ayakta kalmaya çalışan bir insanın seslenişi. “Duyun beni” deme, sesini duyurma ihtiyacı.

Zeki Müren’in o yıllarına baktığımızda, düşmekte olduğunu söyleyebiliyor muyuz?
Sahneden çekildikten sonra diyebiliriz bence. Sahneye çıkamaz hâle gelmesi, yaşamasını sağlayan damarın kesilmesi demek biraz da. Sahneden inince, kırk yılda yaptığı plak kayıtlarında ya da repertuvar seçiminde o eski canlılığı bulamaması normal. Okuyacağı plağın nasıl karşılanacağını bilmiyor çünkü şarkıyı sahnede söylememiş. Acemi bir kuşa dönüyor ve kırk yılda bir stüdyoya gittiği, plak doldurduğu zaman sanki 365 günün acısını çıkartırcasına şarkı sözlerine vurgu yapıyor. Yazık yani. “Hava Nasıl Oralarda”yı çok kötü söylüyor. Güzel şarkı, belli ki sevmiş, söylesin elbette, ama kusura bakmasın, o şarkı öyle söylenmez.

Muhlis Sabahattin hayranlığı üzerine konuşalım mı biraz? Her şey biraz da oradan başlıyor gibi…
80’lerde bir anda palazlanan “çoksesli TSM” işinde Zeki Müren’in izi yok. Bunu 50’lerden beri farklı biçimde yapan, nasıl yapılması gerektiğini bilen bir adam oysa. Müdahil olabilecekken 80’lerin o saçmalığına hiç karışmıyor. “Öyle yapılmaz, böyle yapılır” demeye bile takati yok gerçi. O söylemese bile, bunu biri çıkıp söylemeliydi o dönemde. Söylenmemiş olması acı. Zeki Müren, her koşulda çoksesli bir adam. Çokseslilik tam da Zeki Müren gibi bir şey zaten, kelimenin tüm anlamlarıyla böyle bu. Çok açık bir kafa. Revü tutkunluğu, Dramalı Hasan gibi adamlara ve daha Batılı, mesela Balkan kaynaklı TSM formlarına düşkünlüğü, Muhlis Sabahattin Ezgi’nin TSM makamlarından yola çıkarak yaptığı alafranga revülere olan sevgisi, hep bunların göstergesi. Zeki Müren, bir numaralı Muhlis Sabahattin hayranı. İlginç bir şey söyleyeceğim: Atatürk’ün sofrasında şarkı söylemek istermiş. Ama yaşı tutmuyor. Bu tuhaf bir kırılma noktası. Atatürk’ün sofralarının bitimiyle bir devrin kapandığının farkında. Aslında elbette Atatürk öldü diye kapanmıyor o devir. Hayat değişiyor. Dil değişiyor. Bu devir kapanınca, artık yeni bir şeyler yapmak gerektiğini düşünüyor ve ilerliyor. Bunu becerebilen, TSM’yi dirilten adam bence Zeki Müren.

Zeki Müren’in yokluğuyla birlikte TSM de yok oluyor sanki. Ölümüyle, hattâ daha öncesinde, sahneden çekilmesiyle…
Doğru, çünkü bestekârların önünde Zeki Müren gibi bir dağ vardı o dönem. Bir kerteriz ya da bir hedef. Avni Anıl, Yusuf Nalkesen gibi son büyük bestekârlar, bestelerini, Zeki Müren okusun diye, ondan aldıkları ilhamla yapıyorlardı. Zeki Müren de onların şarkılarını hakikatten popüler kılıyordu, uçuruyordu. O piyasadan çekilince, bestekârların ilhamı, şevki kalmadı.

Kitaptaki yazında, Mick Jagger’a şarkı öğretme hikâyesinden söz ediyorsun. Nedir o?
Mick Jagger, 1977 yazında Ahmet Ertegün’ün davetlisi olarak Bodrum’a gidiyor ve birkaç gün kalıyor. O sırada Zeki Müren de elbette Bodrum’da. Bir gece birlikte yiyip içiyorlar. Ayla Algan’ın anlattığı kadarını biliyoruz. O dönemde Zeki Müren’in piyasadaki plağı, Muzaffer Özpınar’ın arabeskimsi bir şarkısı olan “Madem derdimi sordun dinlemeye mecbursun” Güzel bir meyhane şarkısı: “Her meyhane kapısı / Beni yakından tanır / Ayık gezemez gönlüm / Şişelerden utanır”. Masada “hadi bir şarkı söyle” dediklerinde Zeki Müren bunu söylüyor. Sofrada Zeki Müren, Mick Jagger, Ahmet Ertegün, Ayla Algan… Kaldırımdan geçerken bile görsen çıldırırsın, böyle bir şey olabilir mi! Zeki Müren, 1963’teki Amerika seyahatine çıkarken “Frank Sinatra’ya alaturka öğretmeye gidiyorum” demiş. Ben de kitaptaki yazıda, şaka yollu “Sinatra’ya öğretemedi ama Jagger’a öğretti” diye yazdım.

Image

Mumya müzesinde James Dean'le

ÖNCEKİ Bant Mag. SONRAKİ Toplumsal hareketlerin ağ tipi mücadelesi: Yaşasın enternasyonal dayanışma!
Bu yazıyı paylaş