Geçtiğimiz ayın sonlarına doğru vizyona giren, Bir Film’den tanıdığımız Tunç Şahin’in ilk uzun metrajlı filmi Karışık Kaset’i, başrol oyuncuları Özge Özpirinçci ve Sarp Apak ile senaryo yazarlarından Mert H. Atalay ve yazar-yönetmen Tunç Şahin’le konuştuk.
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Moda’da bir pazartesi kahvesi için sözleştiğimiz Karışık Kaset ekibiyle filmin vizyona girmesinden hemen sonra bir araya geldik. Salonlardan ilk hafta sonu rakamlarının hâlen gelmekte olduğu bu güzide günde filmin heyecanına çoktan ortak olmuş olan bendeniz ve bir anda röportaj gününün ortasına bomba gibi düşen geveze dostum Zeynep, yazar/yönetmen Tunç, filmi Tunç’la birlikte yazan Mert ve başrol oyuncuları Sarp ile Özge bir araya geldik.
Koltuklara yayılıp hızlıca dedikodu yaptıktan ve azıcık ona buna salladıktan hemen sonra, uzun süre netleştiremediğimiz kahve seçimlerimizden çoğunlukla memnun kalarak, yudum yudum açıldığımız sohbetimizi koyulaştırdık. Uzun ve zevzek bir sohbetti, hepsini aktarmanın pek mümkün olamayacağı… Ancak burada olmayan birkaç detay, Bülent Emin Yarar’ı hep birlikte çok uzun bir süre övdüğümüz hayranlık dolu bir blog, bir müzik yazarı olan Ulaş karakterinin mouse-pad olarak kullandığı eski bir Bant sayısının filmde görünüp, duvarda kim ki o posterinin yer alması ve filmin detaylarında gezinip karakterleri didiklediğimiz pasajlar dışında, konuştuklarımız aşağı yukarı şöyleydi:
BU FİLMİ TUNÇ’UN ÇEKMESİ NEREDEN ÇIKTI?
Melikşah: Hadi her şeyi en baştan kısaca özetlesene Tunç! Kitaptan bugüne kadar süren hikâye nasıl ilerledi?
Tunç: Filmin uyarlandığı kitabın yazarı Uygar (Şirin) benim 15 yıllık arkadaşım. Karışık Kaset projesi de ilk olarak Uygar Şirin’in elinde bitmemiş bir senaryo taslağı olarak duruyordu. Moda’da buluştuk bir gün Uygar’la, filmin yapımcılarından Ersan’la (Çongar) birlikte. Üzerine konuştuk uzunca, bazı notlar paylaştık birbirimizle. Üzerinden bir iki yıl geçtikten sonra Uygar hikâyeyi dallandırıp budaklandırdı ve kitaba dönüştürdü.
Özge: Ha, kitabı yazmadan önce bunun film olacağını biliyor muydu?
Tunç: Uygar bize (Bir Film) senaryolar yazıyordu. Daha önce de Ses’i (2010) yazmıştı. Başka ne yaparız diye konuşurken, bu da anlattığı fikirlerden biriydi. Bir miktar da yazılmış bir şeydi… Daha sonra kitap çıkmadan hemen önce okudum ve çok beğendim. Benim de bir sürü çekincelerim vardı. Okur okumaz aradım ve kitapla ilgili yaklaşık üç saat telefonda konuştuk. Epey bir övdüm, saydırdım filan ama aklımın ucundan bile geçmedi filmi yapmak. Daha sonra kitap çıktı, etrafımızdaki herkes okudu, sevdi. Ben o sırada başka bir projeyle uğraşıyordum ve şirketin gündeminde de bir Uğur Mumcu filmi vardı. Bir yandan da bu filmi çekecek birini arıyorduk.
O sıralarda benim kısa filmim Sadece Tek Bir Gün çıktı ve filmi de izledikten sonra şöyle bir şey olmuş: Engin (Ertan) Uygar’a, “Bu filmi Tunç çeksin işte!” demiş. Uygar da iyi fikir diye düşünmüş. Ve beni aradı. “Bunu sen çeksene” dedi. “Ciddi misin?” dedim ben de. Alıcı gözle tekrar okuyayım dedim ve sonrasında üç hafta sürdü bütün gidip gelmelerimiz. İlk etapta birlikte yazarız diye düşünmüştük, hattâ onun elinde bir ilk taslak vardı. Ama sonra başka yerlerden baktığımıza karar verdik senaryoya. Onun kafasında daha Before Sunrise, Sunset, Midnight serisi gibi bir şey vardı. Benim referansımsa daha The Great Expectations gibi bir şeydi.
Özge: Hmm o yüzden ben oynadım…
Tunç: Evet Türkiye’nin Gwyneth Paltrow’unu aradık aradık…
Melikşah: Bulamadınız herhâlde, Özge oynadı!
Tunç: Haha! Her şeyin biraz hızlı ilerlemesi gerekiyordu. Filmi 2014’te çekmeliydik. Hemen Mert’i aradım. Tek başına altından bu kadar kısa sürede kalkılabilecek bir iş değildi. Mert’le de çok uzun süredir arkadaşız ve film zevklerimiz birbirine çok yakın. Yaklaşık dört ay kadar bir sürede yazdık filmi.
Mert: Bir sürü versiyon yazdık.
Tunç: Evet ve 140 sayfadan sonunda 108 sayfaya düştü. Sonunda da bu iki oyuncu arkadaşı bulmamız gereken kıvama geldik.
KOCA FİLMİ NASIL YAZDILAR?
Mert: Uygar’ın yazdığı taslaktan farklı bir yerde olduğumuza karar verince bir araya geldik ve konuşmaya başladık. Çok uzun süre konuştuk. Sonra zaten çorap söküğü gibi geldi benim için.
Tunç: Neyin hikâyesini anlatacağımıza karar verdik önce: Ulaş ve İrem’in hikâyesi. Sonra bütün buna paralel, Ulaş’la babasının ve annesinin arasındaki ilişki, ikisinin ilişkisine benzer olacaktı. Bu iki hikâyeyi anlatacağız ve yandaki hikâyeler, senaryo onlara ihtiyaç duymuyorsa filmde olmak zorunda değillerdi. Sonra birtakım duraklar belirledik. Yani film 1990’da 2000’de ve 2010’da geçecek ve atlamalar olacak. Sonra araları, kitabı da bir kenara bırakarak doldurmaya çalıştık. Bu filmin amacı da zaten üç tane birbirinden farklı akan kısa film seyrettirebilmek seyirciye. Yani izleyici sadece 2000’leri bile izlese tek başına keyif alması gerekiyordu. Bu nedenle her üç bölümün da kendi başı ve sonu olması gerekiyordu. Biz de ona göre yazdık.
Melikşah: Peki bu aynı zamanda bir risk de taşımıyor muydu? Sonuçta ana akım sinemanın sınırları içerisinde gezinen bir film elimizdeki ve bu, proje aşamasında da öngördüğünüz bir şeydi. Dolayısıyla filmin 1990’da geçen ilk bölümünün filmin iki başrol oyuncusunun da olmadığı bir 25 dakikadan oluşması ve tüm yükü, karakterlerimizin ergen hâllerini canlandıran iki genç oyuncunun oynaması çok riskli bir karar değil miydi sizin için?
Tunç: Valla bunu biz düşünmesek bile bizim için düşünenler vardı elbette.
Sarp: Benim için en önemlisi filmin çıkarları; Özge ve benden de Tunç’tan da Mert’ten de daha önemliydi ve bu yüzden zaten bu buluşmanın değeri çok büyük benim için. Yani hepimiz filme hizmet etmek için oradaydık.
Zeynep: Ya zaten çocuk oyuncular da o kadar iyiydi ki, filmin ilk 25 dakikasında hiçbirimiz nerede bu Sarp’la Özge demedik açıkçası… Arkadaşlar, siz kusura bakmayın tabiî…
Özge: Aynen öyle. Zaten Tunçların verdiği bu ilk 25 dakika kararının sorumluluğu biraz da beraberinde o iki çocuk oyuncunun çok iyi seçilip, çalıştırılması ve oynatılmasıyla olacak bir şeydi ve buna Tunç’un gerçekten gerekli zamanı ayırabilmiş olması çok iyiydi.
Melikşah: Bir de inanılmaz başarılı bir eşleşme vardı, kahramanlarımızın çocukluk ve gençliklerini oynayan oyuncular arasında. Hattâ galiba Özge’yi kendi çocukluğu oynuyordu!
Özge: Haha! Yani Aslıhan daha güzel açıkçası benim çocukluğumdan ve ben de asla öyle bir oyunculuk sergileyemezdim sanırım.
Tunç: Evet ben de bir saat önce söyleseydin inanmazdım buna ama! (NOT: Özge röportajdan önce yaptığımız kahvaltıda, ergenlik döneminde çekilmiş olan bir fotoğrafını gösterdi ve gerçekten ergenken çok da harika görünmüyordu, kendiyle barışıklığına sağlık.) Yani her iki karakteri de oluştururken tamamen anlaşılabilir olmaları, çocukluk dönemlerini de aynı şekilde sıralı bir akışla görmeyi gerektiriyordu.
Mert: Hızlı geriye dönüş ve hızlı ileri gidiş sahnelerinden veya dış ses kullanmaktan özellikle kaçındık.
Melikşah: Bir tek filmin girişinde var kısa bir dış ses galiba?
Mert: Evet bir de finale doğru, Ulaş’ın yazdığı bir yazı var, dış sesten de duyduğumuz.
ÇEKİM SÜRECİNDE OLUP BİTENLER VE SARP’IN İSYANI
Özge: Bir de çok planlı ve filmin bütününde önemi büyük bir kısım olduğundan Tunç da uzun bir çalışma süreci geçirdi çocuk oyuncularla. Tüm prodüksiyon süreci de olağanüstü özenliydi bu arada. Yani biz çekim yaptığımız tüm mekânlara önceden gidip orada prova ettik sahneleri örneğin. Pardon da sabahın 11’inde niye gidiyoruz acaba oraya? diye söylenerek gittiğim mekânlar için sonradan teşekkür ettim Tunç’a. Gerçekten iyi ki mecbur bırakmış bizi oralara gitmeye. Çünkü çekimler sırasında çok faydasını gördüm şahsen o mekânlara daha önce gitmiş olmanın, o yerleri tanıyor olmanın. Sahneler çekilirken de üzerlerine ekstra düşünecek, yeni şeyler bulacak alan açtı bize bu. Tekne sahnesinde örneğin, Ben normalde bunun bu sarhoş muhabbetini çekmem, ya bi tane çakarım, ya kavga ederim, ya da kalkar giderim diye düşündüm o sahneyi çekerken ve kalktım masadan, senaryoda olmamasına rağmen. Bunun gibi şeyler bulabilmeyi de sağladı bu durum.
Tunç: Biz zaten filmi çekmeden önce konuşurken de, şimdi her şeyi konuşalım ve oraya gittiğimizde Bu sahnede niye bunu yapıyorum, bu niye böyle? diye konuşmayalım istedim. Ama onun ötesinde oyuncular bir şeyler hissettiğinde de onun peşinden gidebildik. Örneğin Özge bir noktadan sonra Yani İrem’in saçı böyle mi olur, bu rengi mi giyer? diye sormalara başladı. Ve benim de kendi karakterlerine ait şeyleri buluyor olmaları hoşuma gitti.
Sarp: Ya tabiî tüm okuma sürecinde de filmdeki tüm sahnelerin üzerinden defalarca geçildi. Yani çok fazla okuma yaptık. Ben artık sete geldiğimizde yalnızca bir kez okuyup üzerinden geçiyordum sahnelerin, çünkü benim ezber tamam gibiydi. Sahnelere hâkim olabilmek çok iyiydi… Ve açıkçası benim için de bir sınavdı film. Yeri gelmişken söyleyeyim, büyük bir sınavdı gerçekten. Çünkü artık 33 yaşındayım, sektörde 10’uncu yılımdayım ve nihayet normal roller de oynayabilen, normal bir oyuncu olduğumu göstermek istiyorum. Çünkü okullu bir oyuncuyum ve görünenden başka bir tarafım da olduğunu göstermek istiyorum.
İnsanlar bizim işimizi yalnızca ünlü olmak diye bildiği için bunları pek umursamıyorlar ama benim için çok önemliydi. Yıllardır böyle bir rol bekledim, arada onca film geldi, bazılarının yalnızca isimlerine bakıp okumadım. Böyle bir şey beklememin en büyük nedeni de, hem genç bir yönetmenle çalışabilmek, hem de filmine zaman harcayan, oyuncuya, işe alan açan bir filmde yer alabilmekti. Çünkü atıyorum, kasımda arıyorlar ve 10 Aralık set, okey mi? diyorlar örneğin. Yani oyuncu nedir, saçı, makyajı hazır olduğunda hazır mıdır hemen, anlamıyorum gerçekten.
Dışarıdan 100 tane dizide oynadın, tamam işte, 3-2-1 kayıt! gibi görülüyoruz, ne acayip! Ve artık benimle aynı derecede işi önemseyen insanlarla çalışmak istiyorum. O yüzden bu buluşmada kaygılarımızı en başta çok açık bir biçimde konuştuk. Tunç’un da benimle ilgili kaygıları vardı, yani tüm mimiklerim herkes tarafından biliniyor, oralara bir kaysam tüm projenin önüne geçecek ve tatsız bir şey bırakacak filmin içinde. O dozu tutturmak için de çok çalıştık hakikaten. Egolar filan yoktu ortada. Yani zaten ego ne olabilir; daha güzel nasıl yapabiliriz diye ego yapmış olabiliriz, o kadar.
SEKTÖR VE BEKLENTİLERDEN UZUN UZADIYA YAKINILMASI
Özge: Bir de Tunç’un ilk uzun metrajı ve sektörden birçok insanın tepkisi ilk etapta hep aynı oluyor… “Ayy ilk film miii!”
Sarp: “Bitmez o film!”
Özge: Ya da senaryoyu okuyup, “Çekebilirse güzel olur” diyenler… Ve benim filmi izleyen, özellikle sektör dışından tüm tanıdıklarım, yani belki de kötü bir şey ama “Hiç Türk filmi izliyor gibi değildik” gibi şeyler söyledi. Yerli romantik-komediler o kadar dizi gibi ki! Senaryoyu da geçtim, reji, kamera, ışık, kostümler…
Melikşah: Ama bir yandan da tamamen bir formüle dayanan bir türden bahsediyoruz. Yani pek çok insanın filmin kendisini izlemeden, filmi bir araya getiren parçaları ayrı ayrı değerlendirerek, gişesinden finaline, türlü tahmine girişebildiği bir tür, romantik komedi. Dolayısıyla birbirine benzeme durumu da kaçınılmaz bir beklenti oluyor. Ama benim de Karışık Kaset’te sevdiğim şey, reji tercihlerinden senaryo matematiğine, bu ezberleri pek çok yerden birden bozması.
Sarp: Ama bahsettiğin formüller yalnızca bu türle de sınırlı değil maalesef. Yani herkes ve her şey o kadar kabalaştı ki… Ortalıkta birtakım galericiden bozma yapımcılar var ve adamlar bir formül tutturup hızlıca parasını ikiye üçe katlama peşinde ve bunun için de formül işler yapmaya çalışıyor. Bana gelip soruyorlar mesela “Yok mu cebinde bir iki tip?” diye. Bu ne demek anlamıyorum ve sonra da bunu yapmaya cesaretsiz bulunuyorum, korkaklıkla suçlanıyorum mesela o işlerden yapmadığım için. Hâlbuki ben arkadaşlarımla izleyemeyeceğim, “Abi sen boş ver, biz onu başkaları için yaptık” diyeceğim filmlerde oynamak istemiyorum. Ayrıca bu kabalık ve bu kazanma sevdası nereden çıktı anlamıyorum. Herkes kazanmak istiyor. İşte mesela, “Ben terk ettim, onu kullandım bıraktım, işime gelmedi, gittim” filan. Herkesin kazandığı, kaybetmeyi bilmeyen bir jenerasyon var ortalıkta. Ben bu yüzden de kendi tercihlerimle farkımı belirlemek istiyorum.
Melikşah: Ben bu arada unuttuğum bir şey söyleyeyim aklıma gelmişken… Ben ikinizi bir arada çok sevdim. Yani harika bir kimya oluşmuş bence. Ve herkesten de harika şeyler duydum bu konuda.
Özge: Haha! Yahu bizim sevgili olmamızı isteyen insanlar var.
Zeynep: Benim de aklıma hemen dizi geldi mesela… Bu ikisine hemen dizi yapılsın!
Özge: Ben geçen hafta bir dizi görüşmesine gittim. Bizim filmin de davetiyesi gelmiş yapım şirketine. Sarp’ı gördüler ve “Aaa Sarp’ın da dizisi bitti, değil mi? Hmmm…” dediler hemen.
Melikşah: Ama iyi fikirmiş!
Tunç: Sarp’a filmde Özge’nin olduğunu söylediğimde Sarp çok sevindi. Özge’ye aynı şekilde söylendiğinde o da, “Zaten Sarp varsa okeydir benim için” dedi.
ÖZGE’NİN DARK SIDE’INI GİZLEMEDİĞİ KARAKTERİ
Özge: Ben açıkçası Sarp’ın yerinde aklımda soru işareti yaratabilecek biri olsaydı, bir süre düşünebilirdim. Sonuçta aslına baktığınızda bu Ulaş’ın filmi. Ulaş bu filmi alıp götürüyor ve ben bu filmde “arzu nesnesi”ni oynuyorum.
Melikşah: Ya aslında evet bir arzu nesnesi olarak da düşünülebilir tabiî ama İrem karakteri, genellikle romantik komedilerin ıskaladığı, önemli bir boşluğa da tekabül ediyor bence.
Özge: Ama hayatımda ilk kez arzu nesnesiydim, çok heyecanlıyım!
Melikşah: Haha! Ama hem arzuluyoruz, hem endişeleniyoruz onun adına. O da mutlu olsun istiyoruz ve Türkiye’de ana akım seyircinin de hemen kabullenip bağrına basmayacağı da bir kadın İrem. Bunu da filmin ortasındaki bir kırılmaya dayanarak söylüyorum tabiî. Ama seyircinin yargılamaya müsait olduğu bir karakteri sevilebilir yapmak, sıcak kılmak gibi zor bir işi başarıyor film ve bence bunda büyük paylardan biri de sende Özge.
Özge: Ya ben öyle şeyleri daha çok seviyorum. Yani filmi izleyen biri beni sevmemek için ne kadar çok neden bulabilirse senaryoda, ben daha fazla uğraşıyorum. Beni sevsin diye değil; beni sevmemesine neden olan şeylerin, benim karakterimin özünde olması, benim doğam gereği öyle olmasından dolayı. Ben böyle bir kadınım, İrem, Ayşe, Fatma, her neyse... Onu sev ya da sevme ama hoşgörülü ol, anlamaya çalış, kötü kadın deyip geçme ona. Çünkü hiçbirimiz iyi ya da kötü değiliz sonuçta.
Melikşah: Aslında İrem, Ulaş’ın sorunlarıyla da seyirciyi yüzleştiren ve dört dörtlük görünen bir adamın da diğer tarafına geçebilmemizi sağlayan, dolayısıyla onu iki boyuttan çıkarıp, tam bir karaktere dönüştüren malzemeyi de veriyor bize.
Tunç: Ya biz de o meseleye takıldık epey. İrem’i yazarken de Mert’le saatlerce günlerce konuştuk, bazı handikaplara düşmemeye çalıştık. Ulaş’ın karşısına her çıktığında onu tamamlayan ama bir yandan da kendi eksikleri gedikleri de olan bir karakter. O yüzden epey üç boyutlu buluyorum ben İrem’i.
BİR MÜZİK FİLMİ OLARAK KARIŞIK KASET
Melikşah: Aynen… Bu arada sohbeti noktalamadan önce elbette filmin müzikle olan ilişkisini de konuşalım... Karışık Kaset elbette birçok şeyin yanısıra bir müzik filmi. Ve ben şarkılardan da önce telif meselesini sormak istiyorum. Nilüfer’den Barış Manço’ya, Silüetler’den MFÖ’ye, Sezen Aksu’dan Tarkan’a, onlarca ismin şarkısı çalıyor filmde ve bu da onlarca saat süren yazışma, e-mailleşme ve telefonlaşma demek herhâlde teliflerinin alınması aşamasında… İzlerken de sürekli aklım yapım tarafına gitti. Offff bunu da almışlar, buna da ödemişler gibi… Keşke 1.500 tane şarkı yerine beş, altı şarkı olsaymış filan dedim…
Tunç: Buna rağmen şarkıları yetersiz bulanlar var.
Sarp: Of evet bana da geldi bu.
Zeynep: Bana yetmedi mesela!
Melikşah: Yuh! Arkadaşlar o zaman acaba siz gazinoya mı gitseydiniz!
Tunç: 18 tane şarkı var filmde ve böldüğün zaman yaklaşık beş dakikada bir şarkı çalıyor. Buna rağmen ben bunu bizim adımıza bir artı olarak görüyorum. Çünkü bir yandan da şarkıya boğulmuş bir film değil.
Zeynep: Öyle bir beklenti de olmasına rağmen…
Melikşah: Ve son derece de kalifiye seçimler var.
Tunç: Yani müzik de elbette senaryonun bir parçası. Bazı şeyleri denk getirmeye çalıştık. Örneğin 2010’larda Tarkan Bu yeni ben miyim, aynada bakıştığım diye şarkıya girdiğinde Ulaş’ı görüyoruz ve gerçekten de yeni bir insan olmuş ya da Pelin sinir krizi geçiriyor, arkada Ümit Sayın’dan “Takılma” çalıyor. Yani kendi kendine küçük karşılıklar koyduk sahnelere…
Melikşah: Bu arada “Çayda Çıra”nın telifini kime ödediniz?
Tunç: Bağış yaptık Elazığlılar Derneği’ne!