Türkiye ve en çetin ceviz “izm”: Militarizm

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Türkiye ve en çetin ceviz “izm”: Militarizm

Röp: 13Melek - İllüstrasyon: Sılacan Köseler
ÖNCEKİ Çok insan az hareket: Milan Kundera’yla bir kolun hikâyesi SONRAKİ Sanatın cinsiyet ekonomisi: Vivian Maier’ı Bulmak

Bu sene İletişim Yayınları’ndan Türkiye’de Militarizm: Zihniyet, Pratik ve Propaganda adlı kitabını yayımlayan Güven Gürkan Öztan’la militarizmin tanımı ve tezahürlerinden güncel siyasete... 

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - 

2009 yılında “Türkiye'de Çocukluğun Politik İnşası” isimli doktora tezini sunan ve o zamandan beri İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde yardımcı doçent olarak görev alan Güven Gürkan Öztan'ı resmî ideoloji, milliyetçi akımlar, milliyetçilik-toplumsal cinsiyet ilişkisi ve militarizm gibi konulardaki dergi ve gazete yazılarından da takip etmekteyiz. Bu sene İletişim Yayınları'ndan yayımladığı Türkiye'de Militarizm: Zihniyet, Pratik ve Propaganda kitabını bahane edip kendisiyle militarizmin tanımı ve tezahürlerinden güncel siyasete uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik.

Kitabınızın hemen ilk cümlesinde, “Militarizm, ‘tanımlama problemi’ açısından belki de ‘izm’ler arasında en çetin cevizdir” diyorsunuz. Militarizm farklı ideolojik perspektifler tarafından nasıl tanımlanmakta ve siz militarizmi nasıl kavramlaştırıyorsunuz?
Militarizm, amalgam özelliğiyle tıpkı milliyetçilik gibi birçok başka ideolojiyle ittifak kurabildiğinden tanımlaması ve sınırlandırılması zor bir kavram. Sosyalistlerin, liberallerin ve elbette muhafazakârların militarizmi tanımlama biçimleri birbirinden epey farklı. Sosyalist literatürde militarizme dair çeşitlenen yorumların ortaklaştığı en belirgin nokta, militarizmi kapitalist devletin ayrılmaz bir parçası olarak görmeleri ve “burjuva militarizmi” ile meseleyi sınırlandırmaları. Bu çerçevede militarizm, daha çok devletlerarası emperyal mücadelenin ve kapitalist rekabetin bir enstrümanı olarak tanımlanıyor. Liberallerse ordunun “profesyonel alanını” aşarak başka sahalarda, özellikle de siyaset üzerinde “aşırı” etkide bulunmasını militarizm olarak tarif ediyor. Böylece militarizmi bir kez daha yerleşik ve düzenli silahlı kuvvetler olarak ordunun faaliyet sahasına indirgemiş oluyorlar. Ayrıca “aşırılık” militarizmi tanımlamak için oldukça muğlak bir ifade. Militarizm sadece özgürlüklerin militer yöntemlerle kısıtlanmasına indirgenemez. Muhafazakârlar içinse ulusal ordunun gücü ve büyüklüğü bizatihi gurur duyulabilecek bir şey. Onların militarizmden anladığı ordunun “müesses nizamı” alt üst edecek hareketlere girişmesi; daha doğrusu “devrimci” bir çizgiye kaymaları, yoksa militarizmin hiyerarşik yapısı muhafazakârların toplum ve siyaset tahayyülü ile oldukça uyumlu.

Ben militarizme daha sosyolojik bir perspektiften bakmanın ufuk açıcı olduğuna inananlardanım. Ordunun, ve tabiî sadece ordunun değil, müesses hâle gelmiş tüm silahlı güçlerin (ki bu gerilla faaliyeti yürüten bir örgüt de olabilir) yapısal özelliklerini ve buradaki değişimi asla göz ardı etmeden, merceği toplumsal ve kültürel yeniden üretim mekanizmalarına yönlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Militer değer, ritüel ve dünyaya hiyerarşik bakışın, toplumsal ve evrensel değerler üzerine konmasını hedefleyen her türlü mekanik, performatif ve kavramsal teşebbüs, benim bakış açımdan militarizmin kanlı denizinde yüzüyordur. Özetle şunu söyleyebilirim, militarizm sadece modern ordulara ve orduların siyasi öznelerle ilişkisine ait bir kavram değil; aksine, silahlı kuvvetleri egemenliğin esas taşıyıcısı ve sürdürücüsü olarak yeniden ve yeniden üreten sistemin ve onunla bütünleşik mekanizmaların belirgin bir özelliği.

“Küçük asker” şarkısından çok, klibinde asker selamı veren ya da kamuflaj pantolonla dans eden pop şarkıcısından etkilenen çocukların dünyasındayız artık.

Ortaya attığınız kilit kavramlardan biri "banal militarizm" terimi. Söylediğiniz gibi militarizmi daha ziyade askerî bir terim olarak algılıyoruz ancak militarist zihniyet ve tutumların gündelik sivil hayatın içine nasıl sızdığı da bir o kadar önemli. Banal militarizm terimini biraz açabilir misiniz?
Aslında bu kavramı Michael Billig’in “banal milliyetçilik” tanımına sırtımı dayayarak kullanıyorum. Billig, Türkiye’de düşünce çevrelerinde çok tartışılmayan ama bence oldukça kıymetli çıkarsamaların olduğu kitabında, banal milliyetçilik kavramını milliyetçiliğin gündelik hayat içinde fark edilmeden nasıl üretildiğini anlatmak için kullanıyordu. İlk bu konuyu çalışmaya başladığım andan itibaren Türk milliyetçiliğiyle birlikte militarizm için de benzer noktaları araştırmaya başladım. Militarizmin çağrışımsal dünyası oldukça geniş; bu nedenle de rutinin içine biz hiç fark etmeden sızabiliyor. Militarizmin performatif bir şekilde kamusal alanda tezahür etme biçimleri, örneğin resmî geçitler vb. değil benim kastettiğim. Çünkü bahsi geçen performanslar, genellikle takvimde işaretli zamanlar, ritüele dönüşmüş tekrarlar. Bugün de büyük ölçüde işlevselliğini kaybetmiş durumdalar. “Küçük asker” şarkısından çok, klibinde asker selamı veren ya da kamuflaj pantolonla dans eden pop şarkıcısından etkilenen çocukların dünyasındayız artık. Bunların ötesinde, militarist imgelemin bizim gündelik hayatımızın akışını değiştirmeyen ve fakat militarizmi yeniden üretmeye yarayan sosyo-psikolojik zemini diri tutan yönüne odaklanmaya çalışıyorum. Örneğin önünde durup bakmaya özel bir zaman ayırmadığımız, sadece yakınından geçtiğimiz bir asker anıtı, şehrin orta yerindeki bir askerî bölge, meydanda arz-ı endam eden askerî uçak ya da tank. Artık o meydanın ya da sokağın bir parçası olduğunu düşündüğümüz ve bunun için burada ne işi var sorusunu sormadığımız militer semboller… Yalnızca bu da değil tabiî, örneğin ana haber bülteni içinde yeni askerî teknolojileri tanıtan görüntüler, medyadaki savaş ya da silahlı çatışma temsilleri ve kullandığımız dile gömülü militarist izdüşümleri olan sözcük ve kalıplar. Bir iş için “seferber” olduğumuzu ya da “başüstüne” selam aldığımızı söylediğimizde bize gayet normal ve alelade gelen şeyler. Hattâ, “Emir erin mi var karşında” diye çıkıştığımız, yani sözcüğe pejoratif anlam yüklediğimiz zamanlarda da durum farklı değil.

Banal militarizmin gündelik hayattaki izdüşümlerini tespit etmek oldukça zor; zira bünyemizde “sakil” durmuyor, acayiplik hissi uyandırmıyor. Biz militer imgelerle karşılaşırken ya da onları kullanırken de aslen böyle bir amaca hizmet etmek gibi bir derdimiz olmadığından, kendi pratiklerimizi ve deneyimlerimizi eleştiri dışı bırakıyoruz. Banal militarizmle yüzleşmek için önce militarizmin sadece askerî vesayet demek olmadığını kabul etmek şart. Bir başka ifadeyle militarist patternlerin kılcallaşmış biçimleri üzerine daha fazla düşünmemiz, sonra da hem medyada hem de benzer popüler alanlarda bu konu özelinde izleme çalışmaları yapmamız gerekiyor.

Askerî vesayet kavramını nasıl tanımlamalı ve Cumhuriyet tarihinde nereye oturtmalıyız?
Askerî vesayet olarak tanımlanan şey aslında militarizm değil pretoryenizm; askerlerin kurumsal gücü ile sivil siyaset ve bürokrasi üzerinde yönlendirici olması. Bu durumun aslında çok temel iki görünümü var. İlki askerlerin belirleyici ve yönlendirici etkisinin yazılı olmayan biçimleri. İkincisiyse anayasa ya da yasalarla askerlerin sivil siyaset ve kurumlar içindeki rolünün güvenceye alınması. Birinci başlığın Türkiye’nin modernleşme tarihi boyunca farklı yoğunluklarda ama neredeyse süreklilik arz edecek şekilde sürdüğü açık. Askerler sahip oldukları psikolojik üstünlükle uzun süre sivil kişiler ve kurumlar üzerinde etkili oldular. İkincisiyse çok temelde 27 Mayıs 1960 askerî darbesi ile gerçekleşti ve sonrasında her askerî müdahale döneminde artan bir biçimde genişledi. Tek başına MGK’nın görev ve yetkilerinin 1960’tan başlayarak nasıl genişlediğini analiz etmek dahi bu süreci görmek için yeterli. Soğuk Savaş döneminin dinamikleri Türkiye’de “askerî vesayet” denilen şeyin kurumsallaşmasında epey etkili oldu. 1991 sonrasında bu kalıbın kırılamamasında ise birden çok etken var. PKK ile savaşın devam etmesi, OHAL’in sağladığı imkânlar, siyasal İslam’ın müesses siyasete meydan okuması karşısında TSK’ya bel bağlama bahsettiğim etkenlerden yalnızca birkaçı. Devlet aklı, bildiğimiz hâli ile askerî vesayetin sürdürülebilir olmadığını 2000’lerde kabul etmek zorunda kaldı. Uluslararası konjonktür kadar içeride yaşanan gelişmeler de bu değişimi mecbur kıldı. Zira eski hâliyle askerî vesayet müesses siyasetin korunmasında çoktan işlevsizleşmişti.  

“Türkiye’de AKP ile hız kazanan güvenlik aktörleri ve tanımına dair son on yıldaki değişim, aslında Batı dünyasında Soğuk Savaş sonrasında kurulmaya çalışılan ‘güvenlik’ yönetiminden izler taşımakta...”

Askerî vesayet 12 yıllık AKP döneminde nasıl bir istikamet izledi? Ordunun politik gücünün kırılması askerî vesayetin yıkıldığı anlamına mı gelmekte? Yoksa AKP yürüttüğü tasfiye operasyonları ve yeni MİT yasası gibi hukuksal hamlelerle farklı bir güvenlik devleti mi inşa etmekte?
TSK ile sivil siyaset arasındaki ilişkiyi daha demokratik bir çerçeveye oturtmak talebinin 1990’ların sonlarında yükselişe geçmesi, Öcalan’ın yakalanması ve Avrupa Birliği (AB) süreci ile çakışınca, 1999’dan itibaren bir dizi yapısal değişiklik gerçekleştirilmeye başlandı. 2002’de AKP’nin iktidara gelmesi ve kendi siyasi rüştünü kanıtlamak için ilk elden AB reformlarına hız vermesiyle süreç devam etti. AKP, 28 Şubat'ı gerçekleştiren, Batı Çalışma Grubu'nu kuran bir ordu ile iktidarını devam ettiremeyeceğinin farkındaydı. Üstüne üstlük, ordunun yapısal bir değişim geçirmesi gerektiğine dair içeriden ve dışarıdan sesler yükseliyordu. AKP’nin TSK’nın siyasetteki alanını ve etkinliğini büyük ölçüde daraltan reformlara girişmesi, birçok liberal ve demokrat isim tarafından Türkiye’deki militarist ideolojik perspektifin nihayete erdirilmesi olarak yorumlandı. Bu “saptama” militarizmi pretoryenizme ve “askerî vesayet” kavramına indirgeyerek ve Soğuk Savaş kalıplarına uygun, salt kurum bazlı değerlendirmelere referans vererek yapılmış bir yorumdu ve aceleciydi. Hâlbuki AKP, 2007’den itibaren aşama aşama merkeziyetçi ve otoriter özellikleri belirgin yeni bir güvenlik rejimi tesis etme hazırlığındaydı. Böylesine iktidara bağlı bir güvenlik rejimi tesis etmek için bir yandan psikolojik bir altyapının hazırlanması diğer yandan da yapısal değişikliklerin gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Ordu içinde darbe hazırlığında olan ancak bunu yine ordu içi dengeler ve uluslararası konjonktür nedeniyle gerçekleştiremeyen grubun ifşa edilmesi, AKP’ye aradığı fırsatı altın tepsiyle sundu.

Türkiye’de AKP ile hız kazanan güvenlik aktörleri ve tanımına dair son on yıldaki değişim, aslında Batı dünyasında Soğuk Savaş sonrasında kurulmaya çalışılan “güvenlik” yönetiminden izler taşımakta. Bu yönetim mantığının birden çok katmanı var. İlk önce modern devlet, egemenlik erozyonunu gidermek ve “içerideki” tahakkümünü güçlendirmek için polis kuvvetlerini “ordulaştırma” stratejisi geliştirdi; istihbarat örgütlerinin rolleri ve yetkileri de bu süreçte yeniden tanımlandı. Türkiye’de benzer gelişmelerin bir kısmı doğrudan Emniyet ve MİT’in yeniden yapılandırılmasıyla, diğer kısmı ise TSK ile ilgili. Örneğin 2007 yılında Emniyet Genel Müdürlüğünün aldığı kararla Çevik Kuvvet’in 81 ilde faaliyete geçmesi sağlandı, yine Polis Vazife ve Salahiyetler Kanunu’nda değişiklikler yapılarak polislerin yetkileri arttırıldı. Bu yetki artırımı sonrasında ise polisin neden olduğu hak ihlalleri de niceliksel olarak arttı. Gezi direnişi boyunca karşımızdaki polis bu anlayışın operasyonel gücü. Son dönemde MİT yasasındaki değişiklikler; MİT’in, uyum paketi süreçlerinde kaldırılan MGK’nın bazı yetkilerine benzeyen yetkilerle donatılması projesi; TSK’nın lojistik imkânlarındaki artış; askerlik süresindeki değişiklikler; Genelkurmay Başkanının, Kuvvet Komutanlarının ve MİT Müsteşarının soruşturulmasını Başbakanın iznine bağlayan düzenlemeler güvenlik rejimindeki değişim sürecinin birer parçası. Bu değişim neoliberal güvenlik konseptine birebir uygun ve aynı zamanda tamamıyla anti-demokratik. İktidarın, dışarından denetleme mekanizmalarını devre dışı bırakarak kurmak istediği rejim büyük bir siyasi kriz anında 1990’lar Türkiye’sini mumla aratabilir.       

“Gezi direnişi AKP için Ergenekon’dan çok daha sarsıcı bir şeydi ve iktidar ‘düşmanı’ tarif etmekte epey zorlandı...”

Kitabınızda işaret ettiğiniz noktalardan biri de "düşman" imgesi ve bu imgenin militarizm için "kurucu niteliği". Bu noktada Gezi direnişi ve yolsuzluk operasyonu çerçevesinde işaret edilen iç/dış mihrakları ve hükümetin Orta Doğu'daki savaş durumuna karşı tutturduğu diskuru nasıl yorumlayabiliriz?
Evet, militarizmin en net özelliklerinden biri her sorunu bir beka mevzusuna indirgeyip güvenlikleştirmek ve buradan da çözüm için “zor kullanımını” işaret etmek. Sorunun müsebbibi olarak görülen unsurları “düşman” olarak ilan etmenin siyasi kanalları ve demokratik tartışmayı kesintiye uğrattığı gerçek. AKP hükümeti, ilk dönemindeki gönülsüz reformist çizgiyi terk ettikten sonra tüm söylemini “düşman”a karşı mevzilenmek üzerine kurdu. Ergenekon ve Balyoz ile başlayan askerî darbe teşebbüslerinin dava konusu olmasından önce, müstakbel davanın halkla ilişkileri yapıldı. Gezi direnişi ise AKP için Ergenekon’dan çok daha sarsıcı bir şeydi ve iktidar “düşmanı” tarif etmekte epey zorlandı. Vandallar, çapulcular gibi ifadeler bu tarif edememe acizliğinden kaynaklandı. Ardından da malum yolsuzluk dalgasında yeni düşman imgesi üretildi. Tüm bunların devletin bekası ile kendi iktidarının devamı arasında bağ kuran otoriter-sağ zihniyetin operasyonel hamleleri olduğunu iddia etmek mümkün. Ancak tabanda bunun karşılığı çok daha vahim, zira siyaseti dost düşman karşıtlığı üzerinden sürekli bir biçimde yeniden üretiyor. İktidarın “düşman” kategorisini bu şekilde eğip bükmesi, reel siyaset ile sekter ve köktenci politika arasında gidip gelmeleri, ülkenin bölge politikasına da doğrudan etki ediyor. Osmanlıcı hırslarla ülkenin gerçek potansiyeli arasındaki uçurum da popülist sağ bir söylemle doldurulmak isteniyor. Neticede hemen köşe başımızda katliam yapan İslami köktencilere uzunca süre yardım yapan, bunu eleştirenleri de “millî menfaate” aykırı davranmakla itham edebilen bir hükümetle karşı karşıyayız.  

Militarizm deyince can yakıcı gündemlerden biri de asker intiharları. Bu intiharlara ve zorunlu askerlik dayatmasının bu intiharlar üzerindeki etkisine dair düşünceleriniz neler?
Zorunlu askerlik süreci boyunca yaşanan insan hakları ihlalleri uzun süre kamuoyunun gündemine gelmedi. Aslında kışlaya giden her erkek, bu hak ihlallerinin bir şekilde tanığı, ancak askerlik tamamlanıp sivil hayata dönüldüğünde tüm bu insanlık dışı muameleler anı defterinin diğer hikâyeleri arasında kaybolup gidiyor. 1980’ler ve 90’lar boyunca zorunlu askerlik yapan çok sayıda erkek, çatışma bölgesinde yaşadıkları travmalarla baş edemeyerek intihar etti ancak genellikle bu intiharlar sıcak temas esnasında “şehit oldu” gibi örtbas etme mekanizmalarıyla ailelerinden gizlendi. Arkadaşları da korkudan bu konu üzerine çok konuşamadı. Tabiî intiharlar dışında kışlada infazlar ve cinayetler de yaşandı, yaşanıyor. Burada ilginç olan bu cinayetlerin önemli bir kısmının intihar gibi gösterilmesi. Cinayet değil de gerçekten intihar olan olayların ardında doğrudan zorunlu askerliğe ilişkin nedenler var. Komutanı tarafından aşağılanmaktan tutun da devreciliğin neden olduğu askerler arası ilişkilere kadar genişleyen uzun bir listeden bahsediyoruz. Örneğin kışlada amirlere tanınan geniş hareket sahası, ona kurumsal mevzuata ters düşmeden emri altındaki askere eziyet edebilmesi için fırsat veriyor. Kayıtlara ceza olarak geçmeyen ilave eğitim faaliyetler ya da görevler, kimi zaman askerlerin kışladaki hayatını çekilmez hâle getirebiliyor; onların hem fiziksel hem de ruhsal sağlığını bozuyor. Devrecilik ise birçok yerde komutanlar tarafından yasaklansa da hâlen askerlerin arasında benzer travmatik sonuçlar doğuruyor. Askerlikte taciz ya da benzeri olayların şeffaf bir biçimde soruşturulmaması da cabası.      

“Zorunlu askerliği sorunsallaştırmadan ne asker ölümleri ile ne de kışlada yaşanan hak ihlalleri ile yüzleşebiliriz.”          

Millî Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, 2013'ün Aralık ayında Mecliste konuyla ilgili bir soru önergesine verdiği yanıtta, son on bir yılda zorunlu askerliğini yaparken intihar eden askerlerin sayısını 1035 olarak vermişti. Bu sayının tam olarak ne kadar doğru olduğunu daha önce söylediğim nedenlerden ötürü bilmiyoruz ama her hâliyle tüyler ürpertici bir bilançodan bahsediyoruz. Asker intiharlarını önlemek için atılan adımların da tatminkâr olduğunu söylemek zor. Evet, örneğin disiplin koğuşu (disko) uygulaması sona erdi; 7/24 devrede olacak olan “Alo Mehmetçik Telefon Hattı” kuruldu ancak bunların hepsi gerçekten çözüm olmaktan çok makyaj. Örneğin “Alo Mehmetçik Telefon Hattı” dediğiniz şeyde telefonun destek tarafında genellikle gerçek uzmanlardan çok yine intiharın eşiğindeki askerler gibi zorunlu askerliğini yapmak için gelmiş üniversite mezunu askerler var. Zorunlu askerliği sorunsallaştırmadan ne asker ölümleri ile ne de kışlada yaşanan hak ihlalleri ile yüzleşebiliriz.          

Kitabınızın son bölümünde militarizm fikrinin 90'larda Kürt sorunu özelinde nasıl kılcallaştığına dikkat çekiyorsunuz. O dönemden bugüne Kürt sorununa yaklaşımda yol alındı mı ve barış sürecinin bundan sonraki geleceğine dair öngörüleriniz neler?
Türkiye’de devlet aklı denilen şey, Kürt sorununun salt askerî yöntemlerle çözülemeyeceğini aslında çok daha önce anlamıştı. Öcalan’ın yakalanması sonrasında kısa bir geri çekilişin ardından örgütün çözülmeden yoluna devam etmesi sürecin sadece bir yönüydü. İkinci yönü Kürt halkının önemli bir kısmının politikleşmesi ve bölgede örgüte desteğini arttırmasıydı. 1990’larda bölgede çocuk olanlar, tüm o devlet şiddetine tanık olarak büyüyenler, devlete ve onunla özdeşleşen orduya karşı büyük bir öfke besliyordu. Bununla da bitmiyor tabiî, Kürt legal siyaseti her türlü engellemeye rağmen bölgenin en önemli siyasi güçlerinden biri olmayı sürdürüyordu. Genç kuşak radikalleşirken müzakere yapılabilecek son kuşak olarak hâlihazırda Kürt siyasetinin 1970’lerden bu yana politikanın içindeki özneleri kalıyordu. Böylesi bir atmosferde devletin yeni bir strateji izlemesi âdeta gereklilik hâline geldi. Ancak Öcalan ya da PKK ile açıktan müzakere yürütmek için belirli psikolojik bariyerlerin aşılması gerekiyordu. Bugün bu bariyer aşıldı görünüyor ancak her an rüzgâr terse dönebilir.  

“Gerçek bir barışma için acıların ve travmaların tedavi edilmesi önceliğimiz olmalı.”             

Hükümet önce TRT-Şeş gibi ürkek adımlarla Kürt sorununu yönetebileceğini sandı. AKP’nin reform olarak sunduğu şeyler, 2000’lerin Türkiye’sinde Kürtlerin taleplerini karşılamanın çok gerisindeydi. Dağlıca ya da Çukurca baskını gibi yankısı büyük olan olaylar, bir yandan PKK’nin hâlen savaşma kapasitesine işaret ederken diğer yandan Türk kamuoyunda kolektif bıkkınlık, karamsarlık ve öfke duygularının bir karışımını yaratmıştı. AKP, cemaatin operasyonel desteğiyle, KCK soruşturmaları ile bir kozunu daha oynadı. Ancak sonuç beklendiği gibi olmadı; Kürt siyaseti elini daraltmak ve duraksamak yerine daha dinamik ve angaje bir biçimde siyaset yapmaya devam etti. Hâl böyleyken sürecin bu şekilde gidemeyeceğine dair taraflar arasında oluşan zımni oydaşma, AKP’nin beka kaygısı, TSK’nın ve Kürt silahlı kanadının içindeki dengeler ve elbette uluslararası konjonktür müzakere sürecinin kaygan zeminini beraberce inşa etti. İktidar kanadı, barış sürecinde zamana yayılmış ve Türk tarafının çok da itiraz etmeyeceği reformlar ile durumu idare edebileceğini düşündü. Kendi tabanından gelecek eleştirileri minimize etmek için benzer taktikler izlemeye hâlen devam ediyor. Barış sürecinde Kürt illerinde devlet baskısının görece azalmasının legal Kürt siyaseti için kazanım olduğu ise aşikâr; bu şartlar altında Kürt siyaseti kendini bölgede yeniden yapılandırıyor. Ancak Kandil için aynı şeyi söylemek zor. Ve bu, sürecin kırılganlığında muhakkak hesaba katılması gereken bir konu. 

Barış inşa etmenin çok zor bir iş olduğunu biliyoruz. Şu anda tüm lokal gerilimlere rağmen, Galtung’un terminolojisiyle konuşursak “negatif barış” diyebileceğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Silahların susması azımsanacak bir gelişme değil; ancak bu süreçte geriye dönüş riski hep var. Lice’deki “heykel krizi” bunun göstergelerinden sadece biri. Tarafların birbirlerine kendi güçlerini hatırlatma taktiği, tahminlerinin ötesinde büyük ve yıkıcı sonuçlar doğurabilir. Bir de tüm yaşananların sosyolojik zeminde bir karşılığı olduğu unutulmamalı. AKP tabanında partiye dair eleştirilerin merkezinde Kürt meselesinde izlenen tutum var. CHP’nin ve MHP’nin tabanında ise 1990’larda PKK nefreti olan şey, neredeyse tamamen Kürt karşıtlığına dönüşmüş durumda, ki bu da toplumsal fay hatlarının derinleştiğini gösteriyor. AKP’nin sürece dair yasal zeminde hangi adımları atacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ancak bundan daha önemlisi pozitif barış inşa etmek için hem kurumsal hem de sosyolojik düzlemde harekete geçilmesi gerektiğinin kabul edilmesi. Gerçek bir barışma için acıların ve travmaların tedavi edilmesi önceliğimiz olmalı.              

Son olarak Bilgi Üniversitesi'nden Ömer Turan ile birlikte yürüttüğünüz Kışlada Kürt Olmak isimli projenizi sormak istiyoruz. Projenin çıkış noktası ve peşine düştüğü sorular neler?
Militarizmin yansımalarını sahada, derinlemesine mülakatlar yaparak incelemek fikri Bilgi Üniversitesi'nden meslektaşım Ömer Turan’dan geldi. Beni de çok heyecanlandırdı elbette. Saha deneyimi başlı başına araştırmacıyı da dönüştüren, zihninde yeni sorular belirmesine yardımcı olan besleyici ama zor bir süreç. Kürtlerin doğrudan zorunlu askerlik deneyimlerini konu alan herhangi bir incelemenin olmaması bizi bu alana yönlendirdi. İç savaş atmosferinde çocukluklarını yaşayan Kürt erkekleri askere giderken ne hissediyor? Askerlik şubesinin kapısından girdiğinde ilk ne düşünüyor? Askere uğurlama gibi bir gelenek Kürt coğrafyasında ne kadar geçerli? Ya nizamiye kapısından girdikten sonra Kürt olarak askerlik yapmanın zorlukları neler? Kürt oldukları için ayrımcılığa uğradıklarını hissediyorlar mı? Kışlada Kürtçe konuşmak ne kadar mümkün ve benzeri birçok soruya derinlemesine mülakatlarla cevap aramaya çalışıyoruz. Askerlik sonrasında orduya ve Türkiye’ye dair fikirlerinin değişip değişmediğini de öğrenmeye çalışıyoruz.

Böylesine bir çalışmanın metodolojik olarak belirli bir çerçevenin içinde yapılması gerekiyor malum. Öncelikle kışlada kime Kürt diyeceğiz sorusu ilk akla gelen. Burada TSK’nın nasıl bir akıl yürütme gerçekleştirdiği bizim için önemliydi ve orada zaten şöyle bir durumla karşı karşıyasınız: Tekmili verirken örneğin Batman, Hakkâri, Diyarbakır diyorsanız TSK’nın nazarında Kürtsünüz. Ancak kışladaki geçerli olan adlandırmayla Kürt değil de Doğulusunuz. Doğulu tanımlamasının bu denli yaygın kullanılması TSK’nın iç dinamiklerinde Kürt kimliğine dair inkârcılığın belirli dozlarda sürdüğünün bir kanıtı olarak da yorumlanabilir. İkinci metodolojik sınırlama, hangi zaman aralığında zorunlu askerlik yapan Kürtlerle konuşacağımıza ilişkindi. Burada 2000 ile 2010 arası hattâ bazen 2010 sonrasında da askerliğini yapan Kürtleri dinliyoruz. Amacımız görece “yumuşama dönemi” yaşanan bir zaman aralığında ayrımcılık ve benzeri uygulamaların ne ölçüde devam edip etmediğini tespit etmek. Ancak ister istemez mülakatlar sırasında görüştüğümüz erkeklerin çocukluklarını ve yakın çevresindeki tecrübeleri de dinliyoruz. Şimdiye dek 40’a yakın görüşmeyi tamamladık ve bizi oldukça şaşırtan, bazı ön kabullerimizi sarsan aktarımlara şahit olduk. Proje tamamlandığında hepsini sizlerle paylaşacağız.      

ÖNCEKİ Çok insan az hareket: Milan Kundera’yla bir kolun hikâyesi SONRAKİ Sanatın cinsiyet ekonomisi: Vivian Maier’ı Bulmak
Bu yazıyı paylaş