Müziğe dair kısalar...

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Müziğe dair kısalar...

Yazı: Alex Mazonowicz, Emre Karacaoğlu
ÖNCEKİ Teftiş: Bu ay ne dinlesem? SONRAKİ Remake, Remix, Rip-Off: Yeşilçam’da yeniden yapımlar ve kopya kültürü

*Susun!
Yazı: Alex Mazonowicz

Canlı performansların gizemi artık 7/24 internete bağlı olan bir toplum tarafından tüketildi mi? Ya da…

Yakın tarihte ABD’de Seattle’ı, modern popüler müzik konusunda önemli bir şehri ziyaretimde, birbirinden çok farklı iki mekâna gittim. Birisi Showbox idi, saygı duyulan mekân, İskoç electropop grubu Chvrches’ı ağırlıyordu. İkincisinin adı Vera Project idi. Her yaşta insanın girebildiği bu mekânda daha önce hiç duymadığım üç emo hip-hop sanatçısı vardı.

Gençliğimde ingiltere’deyken alkol almak kabul edilebilir sayılırdı. Evet, yasal olarak barlarda içme yaşı 18, restoranlarda da bir yetişkin eşliğinde 16’ydı, ama alkol alabilirdik ve  konser veya müzik festivalleri öncesi parklarda oturarak birkaç kutu bira içerdik. Ancak Amerika’da kurallar çok daha sert. Alkol alma yaşı 21 ve yasa itinayla uygulanıyor. Showbox’dayken barda oturmaya karar verdim (çünkü sadece orada oturacak yer vardı, yoksa aslında artık alkol almıyorum) ve kimliğimi göstermem gerekti. 21 yaşından küçük gösterdiğim fikri çok komikti ve doğru değildi, ama yasalar o kadar sıkı ki, alkol alabileceğim bir yere girerken pasaportumu göstermem istendi.

The Vera Project’te alkol servis edilmiyor. Saygı ve güvenlik konseptiyle desteklenen, tüm yaşlara açık bir mekân. Tabiî konsere gelen insanlardan birçoğu öncesinde gizlice içmiş veya uyuşturucu almıştı, ama alanda hiçbir şey yoktu. Seyirciler arasında en genci 14 yaşındaydı, galiba en yaşlısı da bendim (36).

İki yer arasındaki farklar keskindi. Chvrches, 1500 kişilik kapasitesi olan bir mekânda iki gece konser verdi. The Vera Project, 150’den fazla kişiyle rahatsız bir yere dönüşürdü. İki kullanışlı barı, temiz tuvaletleri ve modern ses sistemiyle Showbox’ın tasarımı çok güzel. The Vera Project ise kaotik ve biraz pis.

Ama iki mekândaki seyirci kitlesi de farklıydı. Chvrches konserinde İstanbul’da herhangi büyük bir konser alanına giden birine tanıdık olacak sıkıntılar yaşadım. Başlıca: İnsanların diğerlerini kabaca iterek öne geçmesi, set boyunca konuşmaları ve genel olarak bencil olmaları. Konserin ortasında bir ara, bir kız arkamda ot sararken beni siper olarak kullandı, düşmemek için koluma tutundu ve sürekli arkadaşıyla sohbet etti.

Kötü konser etiketi fenomeni katlanarak büyüyor. Ben gençken böyle bir sorun yoktu. Bir grubu izleyecekseniz çenenizi kapatıp izlerdiniz, belki en sevdiğiniz şarkı çalınmaya başladığında arkadaşınıza fısıldardınız. 2000’lerin başında konuşmaya başladığınızda ya da telefonunuza cevap verdiğinizde sesinizi kesmeniz söylenirdi. Şimdi 2010’larda, son birkaç yılda girdiğim tartışma ve kavgaların sayısını bilmiyorum. Spiritualized konserinde saldırgan tarafımla karşılaşıncaya kadar izleyicileri flaşıyla ardarda kör eden fotoğrafçı, Blonde Redhead konserinde sahnenin hemen önüne geçerek o akşamki planlarından bahseden dört kişilik grup, ya da geçen Mart The Wedding Present konserinde önde yanıma gelerek yüksek sesle, bu grubu hiç duymadığını belirten adam. İki olayda da karşı taraf sessiz olmalarını istediğimde açıklanamaz bir şekilde alınmış göründü.

Konsere gitme deneyimi (sinema ve operayla beraber) oradaki tek insanlar olmadıklarını unutmakta ısrar edenlerce kirletiliyor ve bu uluslararası düzeyde bir fenomen. Öte yandan The Vera Project çok farklı bir ortam sundu. İzleyiciler performansa odaklanmış, nakaratlara eşlik ediyor ve aralarda sloganlar atıyordu. Kimseden rahatsız olmadım.

Dinleyecekleri müzikle ilgili tutkulu olan çocuklarla dolu kırık dökük mekânların günlerini, bir konsere giderek kendimi tamamen müziğe bırakabildiğim günleri özledim. Canlı performansların gizemi artık 7/24 internete bağlı olan bir toplum tarafından tüketildi mi? Ya da konser izleyicileri olarak 40 dakikalığına sohbet etmeyi bırakarak müziğin tadını çıkaramayacak kadar kafayı buluyor ve düşüncesizleşiyor muyuz? Ya da çocukları canlı performanslar izlemeye yöneltmek için daha çok alkolsüz mekâna mı ihtiyacımız var… Belki de rock’n’roll oluşumuna gençliğimizde duyduğumuz hayranlığı hatırlamaya ihtiyacımız vardır.

(Çeviren: Ayşen Arıkazan)

*Gözlerinizi Kapayın ve Muazzez Abacı’nın Sesini Hayal Edin
Yazı: Emre Karacaoğlu

Makalemin başlığının ilk bakışta komik göründüğünün farkındayım ama bilin ki bu cümle, insanlığın büyük çıkmazlarından biri hakkında hepimizi uyandırmak için uzun süre düşünüp vardığım bir ifade...

İngilizcede anchoring ya da focalism olarak geçen bir psikolojik durum var. Bir nesne/kişi/olgu hakkında edinilen ilk bilgiden o nesne/kişi/olgu hakkında bilişsel çıkarsama yapma eğilimine işaret ediyor. Muhakememizi sınırlayan bu durumu açıklamak için sıkça verilen örnek, bir ikinci el araba satıcısının ilk fiyatı yüksek söyleyerek -yani o yüksek fiyata çıpa (İngilizcede “anchor”) atarak– pazarlığı yüksek mertebede tutmasıdır. Arabanın gerçek değeri belki de çok daha düşük olsa da satıcının ilk telaffuz ettiği değerin altı alıcıya her zaman makul gelecektir.

Hayatın içinde anchoring etkisini gözlemleyebileceğimiz sayısız alan bulunmakta. Bunlar arasında kişilerin belli özelliklerinden yapılan çıkarsamalar son zamanlarda özellikle ilgimi çekiyor. Örneğin, sizce de bütün “Osman”ların yüz ve/veya vücut hatları yuvarlak değil mi? Ya da mesela “Gürbüz Bey”in zayıf olması gibi bir ihtimal olabilir mi? Veya sizi iki Amerikalıyla tanıştıracağım: Birisinin ismi Roy, diğeri de Tim. Sizce hangisi daha zayıftır?

Konuyu asıl getirmek istediğim yer de vokalistler. Acaba bir vokalistin sesini dinleyerek onun kişisel özellikleri hakkında ne kadar doğru tahminler yapabiliriz? Yani attığımız çıpa ne kadar doğru bir yerde olur? Mesela şişman Roy’un vokallerini hayal etsek, aklımıza Family Guy’daki Peter Griffin gibi, boğazının derinlerinden bir yerden, “Az önce bir ekler yedim” diyen bir ses mi gelecek? (“But where are those good old-fashioned values on which we used to rely?”) Barbra Streisand’ın nazal sesine ya da Bob Seger’ın kirli vokaline bakarak bundan sonra bütün tahminlerimizin doğru olacağını düşünebilir miyiz yani? Size yemin ederim, küçüklüğümde Muazzez Abacı’yı daha televizyonda görmeden önce radyoda sesini dinlediğimde gözümün önüne tıknaz ve sarı saçlı bir hanımefendi geliyordu. Aynı şeyi Yıldız Tilbe’de de yaşamıştım –hatta çenesindeki benini gördüğümde şaşırmamıştım bile desem?

Bahsettiğim şeyin bir yansıması da malumunuz: Teknolojinin gelişmesiyle animasyon karakterlerinin yüz ifadelerinde verilebilen hassaslık arttı; bununla birlikte animasyoncular, yüzleri, onları seslendirenlerinkine benzetmeye başladı. Yani yukarıda bahsettiğimiz duruma uyarak, yüzü sese benzetmenin daha mizahi ve gerçekçi bir etkisi olduğunu fark ettiler. Nemo’daki Dory’nin Ellen Degeneres’e, Shark Tale’deki Sykes’ın Martin Scorsese’ye, Antz’deki Onbaşı Weaver’ın Sylvester Stallone’a ya da Hercules’deki Philoctetes’in Danny DeVito’ya benzemesindeki kasıt budur.

Ama bu örnekleri düşünüp tartışmak ne kadar eğlenceli olsa da anchoring muhakememizi sakat bırakan, bilim dışı önyargılara vardıran bir mantık hatasıdır: O çıpanın yanlış yere düştüğü zamanlar çok fazla. Yine uzun süre oturup düşündüm ve yukarıdaki her doğru çıkarsamanın karşısına bir yanlış oturtabildim. Yahu hangimiz fotoğrafını görene kadar İrlandalı Thin Lizzy’nin vokalisti Phil Lynott’ın siyahi olduğunu bilebilirdik? Veya Interpol’ün Paul Banks’i sarışın, temiz yüzlü bir çocuk mu gerçekten? Veya Yeah Yeah Yeahs’den Karen O nasıl sarışın olamaz –vokali kulağıma hep sarışınmış gibi geliyordu. Bir de gelmiş geçmiş en iyi metal vokalisti Dio o ufak adam mı? Allah Allah, Tanita Tikaram’ı da daha farklı canlandırmıştım hep kafamda. Tracy Chapman’ın cinsiyetinden de hiçbir zaman emin olamadım. Bee Gees’den bahis gereği bile duymuyorum. The Beach Boys’un Brian Wilson’ından o tiz ses nasıl çıkıyor peki? Ya da hadi tamam, Massive Attack’in “Angel” vokallerini yapan Horace Andy erkek, biliyoruz. Ama “Everywhen” ve “Name Taken”ı da mı o söylüyor?

Ve anchoring’in yanlışlığını tek başına kanıtlayabilen Hawaiili Israel Kamakawiwo’ole… Huzur içinde yatsın.

ÖNCEKİ Teftiş: Bu ay ne dinlesem? SONRAKİ Remake, Remix, Rip-Off: Yeşilçam’da yeniden yapımlar ve kopya kültürü
Bu yazıyı paylaş