Remake, Remix, Rip-Off: Yeşilçam’da yeniden yapımlar ve kopya kültürü

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Remake, Remix, Rip-Off: Yeşilçam’da yeniden yapımlar ve kopya kültürü

Röp: Gözen Atila
ÖNCEKİ Müziğe dair kısalar... SONRAKİ Görmek için göz gerekmez: Eskil Vogt ile Blind üzerine

Yönetmen Cem Kaya’nın altı yılı aşkın süredir üzerinde çalışmakta olduğu, Türk pop sinemasındaki yeniden yapımları ve kopyalama kültürünü odağına oturtan filmi Remake, Remix, Rip-Off’un dünya promiyerini yapması şerefine, Cem Kaya ve hayat arkadaşı Gözen Atila’yı konuşturduk.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - 

Image

Daha önce Gökhan Bulut ile çektiği Arabeks ile Antalya’da En İyi İlk Belgesel Ödülünü kapan belgeselci Cem Kaya’nın yeni filmi Remake, Remix, Rip-Off, Yeşilçam sinemasında yeniden yapımları konu ediyor. Kopya kültürünün yaratıcılıkla olan ilişkisine önemli vurgular yapan Remake, Remix, Rip-Off, dünya prömiyerini Ağustos ayında Locarno Film Festivali’nde yaptı. Memlekette Gezici Film Festivali ve Adana Altın Koza'ya katılacağını şimdiden kesinleştiren filmin burada, Yeşilçam’da uzun yıllar kullanılan ve anlamı “kameranın motorunu çalıştır”a tekabül eden, Fransızca’dan alınma deyim, Motör ismiyle gösterileceğini öğreniyoruz. Cem Kaya’yla, filmin yapım sürecine hakim hayat arkadaşı Gözen Atila’yı, dört gözle beklediğimiz Motör ve dokunduğu konular üzerine konuşturduk.

Doğma büyüme Almanyalı bir işçi çocuğu olarak Türk sinemasıyla ilişkinden başlayalım…
Bizim nesil Almanya'da Türk filmleri izleyerek büyüdü. 70'li yıllarda hafta sonları sinemalar kiralanır, Türk filmleri gösterilirdi. 80'li yıllarda Batı Almanya'da gurbetçilerin bulunduğu bölgelerde video kulüpleri açıldı. Bunlar genelde Türk marketlerinin bir köşesinde olurdu. Türkiye ile tek kültürel bağlantımız müzik kasetleri ve sürekli izlenen bu filmlerdi. Bir de televizyon kanalı ZDF'de haftada bir "Nachbarn in Europa" (Avrupa'daki Komşularımız) adında bir saatlik gurbetçiler için hazırlanmış bir program yayınlanırdı, sadece Türklere yönelik değil; Portekizliler, Yunanlar, İtalyanlar için de içerik hazırlarlardı. 90'larda uydu teknolojisi gelişince, Türk televizyon kanalları izlenmeye başlandı ve videotekler yavaş yavaş yok oldu. Videoteklerin son temsilcisi Berlin Hermannplatz'daki Maksim Video da altı ay önce kapandı. Şerif Gören'in Polizei filmindeki soygun sahnesi bu videotekte çekilmiştir. Almanya'da 80'lerde filmler böylece beynimize kazınırken Türkiye'deki eş jenerasyon bu filmleri ancak 90'larda özel televizyon kanalları açıldıktan sonra seyretme imkânı bulabildi.

Image

Ama özel televizyonlarda biz sadece 70'lerin ve 80'lerin melodramlarını, arabesk filmleri ve komedileri izleyebildik. Almanya'da piyasa daha çeşitliymiş, bu açıdan şanslısınız...
Video şirketleri sayesinde her çeşit filmi izleyebildik. Kasetlerin tanesi önce 10 sonraları 5 Mark'tan kiralandığı için videocular Yeşilçam piyasasını silip süpürmüşlerdi. Buna porno ve yasaklı filmler de dâhil. Yılmaz Güney'in Türkiye'de askerî cunta tarafından toplatılan birçok filmi Almanya'da videoteklerde sansürsüz bulundu mesela. Ama diğer taraftan video şirketleri kafalarına göre sansür uyguluyorlardı, bazı filmleri eksik seyrettiğimiz oluyordu. Ayrıca filmler hakkında hiçbir bilgi edinemezdik, kasetlerin kapaklarında yönetmen ismi bile bulunmazdı, fragmanlarda olurdu bu bilgiler bazen. Yeşilçam'ın İstiklal Caddesi'nde bir sokak olduğunu bile çok geç öğrendim. 

Image

Kapsamlı bir araştırmaya ne zaman başladın?
2003'te Remake, Remix, Rip-Off isimli yüksek lisans tezime başladım ve 2005'te bitirdim. Bu süreç içinde Türk sineması üzerine ne bulduysam okudum. 1997'de Elif Rongen-Kaynakçı, Film Institute Netherlands'da Türk melodramları üzerine bir tez yazmıştı; 2000 yılında Ahmet Gürata, University of London'da Türk yeniden yapımları üzerine çok parlak bir doktora tezi hazırlamıştı. Savaş Arslan o dönem Boston'da Türk sinema tarihi kitabını yazmaya hazırlanıyordu, makaleleri vardı. Nezih Erdoğan farklı metinlerinde Türk sineması ve Batı ile ilişkisi üzerine yazılar yayımladı. Birçok isim var bu alanda: Aslı Daldal, Serpil Kırel, Dilek Kaya, Melis Behlil. Bu akademik araştırmaların çoğu İngilizce olduğu için kolay anlıyordum, Türkçem o dönemler çok bozuktu çünkü.

Aynı dönem rahmetli Metin Demirhan ve sevgili Giovanni Scognamillo'nun yeni çıkmış Fantastik Türk Sineması ve Erotik Türk Sineması kitapları beni çok etkiledi. Kaya Özkaracalar'ın çıkardığı Geceyarısı Sineması dergisi ve Pete Tombs'un Channel 4'da yayınlanan Mondo Macabro serisi keza öyle. Ayrıca 2/5 BZ Serhat Köksal ve işleriyle tanışmam, araştırmalarımın yönünü bile değiştirdi diyebilirim. Önceleri egzotik bir bakış açısıyla tam bir Batılı gibi yaklaşıyordum konuya. Serhat sayesinde bambaşka bir vizyona sahip oldum. Ayrıca Yılmaz Duru ve filmlerini yine Serhat'ın önerisiyle izledim ve hayranı oldum. Türk sinemasında ve araştırmalarında neden es geçildiğini anlamış değilim. Kendisiyle röportaj yapamadım maalesef, akıl ettiğimde çoktan vefat etmişti.

Tez sonrası bu filmi yapmaya karar verdim ama üç yıl yapımcı aramakla geçti. Şimdiki yapımcım Jochen Laube ile 2007 sonlarında giriştik bu işe. Yani, Remake Remix Rip-Off, çocukluğumda defalarca izlediğim filmlerden yüksek lisans tezine, oradan da yapım aşaması altı yıl süren bir belgesele dönüştü.

Image

Filmin konusuna gelelim istersen…
Filmin ana konusu Yeşilçam sinemasında yeniden yapımlar. O dönemin yapımcıları ve yönetmenleri, bugün de olduğu gibi, dolaylı ya da dolaysız yollardan yabancı filmlerden etkilenmiş. Bu etkileşimin doğurduğu sonuçlar filmin odağında. Başkalarından alınan bir fikri kendine ait bir yapı içinde dönüştürürken ortaya çıkan yeniliklere bakıyor film. Zaten kopya kültüründen bahsediyoruz, yani kopyalamanın, etkileşimin kültürel faaliyet olarak çok önemli olduğunu, yaratıcılığın temelinde taklit etmenin var olduğunu vurguluyoruz. Söyleşi konukları arasında Çetin İnanç, Yılmaz Atadeniz gibi avantür film yönetmenlerinin yanısıra Metin Erksan, Halit Refiğ ve Duygu Sağıroğlu gibi yönetmenler de var. Dizi sektörü, Emek Sineması'nın yıkımı, dönemin ve günümüzün sansürü, film arşivlerinin yetersizliği gibi konular da ele alınıyor.

Filmin uluslararası ismi Remake, Remix, Rip-Off, fakat Türkiye'de Motör ismi altında çıkacak. Bu deyim Fransızca'dan alınmış ve kameranın motorunu çalıştır anlamına gelen, şimdilerde "kayıt", Amerikalı'ların "action" komutuna denk geliyor. Yesilçam'da uzun dönem kullanılmış. Etkileşimden bahsettiğimiz için bu ismi uygun gördük. Şener Şen'in Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filminde sette kullandığı kelime.

Image

Neredeyse 50 yıllık bir film geleneğini incelediğini düşünürsek bu kadar yoğun malzemeyi değerlendirme ve eleme sürecindeki yaklaşımını ve arşiv edinmedeki zorlukları anlatır mısın?
Araştırmalarıma başladığım 2000'li yıllarda filmleri edinmek büyük problemdi, internette şimdiki gibi yaygın değildiler. Almanya'daki videocular da kapanmıştı. Bazı filmleri Alman kütüphanelerinin Türkiye köşelerinde buldum. Türkiye'de ise Yeşilçam külliyatının çok ufak bir parçası DVD ve VCD olarak satılıyordu, bu yüzden kişisel arşivlere yönelmek zorunda kaldım. Mithat Alam Film Merkezi'nde film izleme imkânı buldum. Metin Demirhan bana arşivinden VHS kasetler kopyaladı. Ama geniş bir arşiv çalışması ancak Alican Sekmeç'in sayesinde oldu. Türkiye'de en büyük dijital arşivlerden biri onda. Eksik olmasın, çok destekledi filmi.

Filmleri elemede, önce üniversite öğrencileriyle bir izleme ve değerlendirme ekibi kurduk. Verilen önergeler doğrultusunda sahneler çıkarıyorlardı. Bildiklerimiz dışında binin üstünde film izledik, bunlara yüze yakın porno film de dâhil. Sonuçta belgeselde üç yüze yakın filmden parça kullanıldı. Bazı parçalar bir iki saniye uzunluğunda. Bir derleme film (compilation ya da found footage film) mantığıyla filmler kendi kendilerini anlatsın istedim, Yeşilçam referansları aradım. Mesela Love Story uyarlaması Aşk Hikâyesi filminde Deniz Gökçer, Salih Güney'e, "Senin gözlerinin bana ne söylemek istediklerini sana tekrar etmek istesem sansür keser bir kere" diyor. Türk sinemasının baş belası sansüre gönderme yapıyor. Bu gibi sahneler benim için önemliydi. Sonra bunun gibi birçok sahneyi kullanamadık, o başka hikâye...

Image

Kişisel arşivlerdeki kopyalar tabiî ki filmde kullanmak için yeterli kaliteye sahip değiller...
Türk sinemasının zaten korunmuş bir arşivi yok. Binlerce film yanmış, imha edilmiş, Almanya'da unutulmuş. Zaten belgesel bunu da konu ediniyor. Emek Sineması’nı yıkan bir zihniyet, filmleri nasıl koruyacak? Hayatta kalan yapım şirketlerinden edinebildiğimiz en temiz görüntüler televizyon için hazırlanmış digibeta kasetlerdi. Filmi HD çektiğimizden, bu parçaları yeniden büyütüp, zaman zaman dijital ortamda onarmak zorunda kaldık. Buna da şükür. Yapım şirketleri temiz görüntü ve bu görüntüleri kullanma izni açısından bize epey yardımcı oldular.

Bir de bu kadar fazla film parçası kullanmak beraberinde filmin de ana konusu olan telif hakları sorununu gündeme getiriyor. İkisinden de bahsedelim.
Biz bu belgesele giriştiğimizde, yapım aşaması öncesi yapım şirketleriyle görüştük ve gereken izinleri alabildik, yoksa büyük bir kumar olurdu. Bazı film parçaları eser sahipleri bulunamadığından kullanılamadı. Onun dışında Yeşilçam döneminde kullanılan yabancı müzik ve görüntüler yasal işleme tabi değildi, çünkü eğer yurtdışındaki eser sahibi eserini Türkiye'de tescil ettirmediyse, bu filmler ve müzikler kullanıma açık (public domain) sayılıyordu. Bu Amerika'da da o dönem öyleydi. Yoksa her biri sıkı bir denetim ve sansürden geçen Türk filmleri eser işletme belgesi alamazdı. Yönetmen Çetin İnanç'ın Star Wars'dan görüntü kullanması Türkiye yasaları dâhilinde suç sayılmıyordu yani.

Yönetmen ve stüdyo sahibi Kunt Tulgar'ın anlattığına göre Tarzan İstanbul'da filmi yüzünden filmin yapımcısı babası Sabahattin Tulgar, Amerikalılar tarafından Türkiye'de mahkemeye verilmiş. Sabahattin Bey bunun üzerine Manisa Tarzanı'nı bulup, Türkiye'de ismini kullanma hakkını satın almış ve bizim Tarzan'ımız sizin Tarzan'ınızdan daha yaşlı diyerek, mahkemeyi kazanmış.

Günümüzün telif haklarına gelince, global bir sansür mekanizmasından ve çok büyük ekonomik bir pazardan bahsediyoruz. Sinema dışında da birçok alanda telif ve patent yasalarının büyük yaptırımları var. Bilimde, tıpta, gıda sektöründe, internet ortamında, sanatta bu yasalar sürekli engeller oluşturuyor. Paylaşımı, taklit etmeyi, var olan birikim üzerinden yeni araştırmalar yapmayı suç kapsamına sokuyor. Kutsanmış bir fikrî mülkiyet kavramı var, ona karşı da "korsan" isminde bir canavar yaratılmış. Fikrî mülkiyet elbette bir sanatçının, bir araştırmacının hayatta kalabilmesi için önemli ama günümüzün agresif telif yasaları, eser sahiplerini korumaktan ziyade, onları pazarlayan aracı şirketleri ve komisyoncuları zenginleştiren, geri kalanları ise cezalandıran, dev şirketlerin tekeline muhtaç eden bir sistem.

Türkiye'de sinema ve dizi sektörü için konuşacak olursak, hâlâ adil yasalar düzenlenmiş değil. Safa Önal gibi yüzlerce filmin senaryosunu yazmış ve filmleri televizyonda defalarca gösterilegelen bir senarist, telif ücreti alamıyor mesela.

Image


Image

Kopyalama, uyarlama kültürü aslında sinemada az rastlanan, Türk sinemasına özgü bir olgu değil.
Uyarlama kültürü bütün ülke sinemalarında var, çünkü başından beri insanlar başka filmler seyrederek sinema öğreniyorlar. Amerikan sineması da dizi sektörü de buna tabi. Hattâ Amerika'da The Asylum gibi sadece taklit filmler üzerine odaklanmış yapım şirketleri var.

Mesela, biz Türk Rambo'suna çok gülüyoruz ama First Blood sonrası hem dünya sinemasında hem Amerikan sinemasında bir yığın Rambo benzeri film yapıldı. Bruce Lee erken öldüğünden, Hong Kong sineması Bruce Lee benzeri oyuncularla film üretmeye devam etti. Hattâ geçen elime yine çakma bir Bruce Lee DVD'si geçti, Bruce Lee'nin yüzünün fotoğrafını kesip, filmdeki oyuncunun suratına yapıştırmışlar. Oyuncu hareket ederken bu yerleştirme statik Bruce Lee maskesi yüzünü örtüyor.

Genre filmlerine bakarsanız, zaten birbirinden esinlenen filmler görürsünüz. The Exorcist sonrası İspanya, Brezilya, Hindistan, İtalya ve Türkiye'de benzer uyarlamalar yapıldı.

Günümüzde Maymunlar Cehennemi, Godzilla, King Kong gibi filmler, orijinalleri İsrail, Danimarka ve İsveç olan Homeland, The Bridge, The Killing gibi diziler, Amerikan dizi ve film endüstrisi tarafından yeniden çekiliyor.

Mesela Bir Avuç Dolar, Akira Kurosawa'nın Yojimbo filminden uyarlamadır. Akira Kurosawa, Sergio Leone ile mahkemelik olup mahkemeyi kazanmıştır. Quentin Tarantino'nun Reservoir Dogs filmi, 1987 yapımı Hong Kong filmi City on Fire'dan esinlenmedir. Kubrick'in The Shining filmindeki meşhur balta sahnesi 1921 İsveç yapımı Körkalen filminden, o film ise D.W. Griffith'in 1919 Amerikan yapımı Broken Blossoms filmindeki baltalı adam sahnesinden esinlenmiştir. Star Wars zaten başlı başına farklı filmlerden harmanlanmış, uzak doğu dövüş sanatlarından etkilenmiş bir peri masalıdır. Senaryosu da yine Kurosawa'nın 1958 yapımı The Hidden Fortress filminden hayli esinlenmiştir. Bunlar zaten bilinen şeyler.

Yani Türk sineması diğer ülke sinemalarından farklı değil bu konuda, çünkü zaten doğal bir süreç. Yeşilçam döneminde göze çarpan, yeniden yapımların çokça ve telif ödenmeden özgürce yapılması. Bunun nedeni ise telif yasalarının işlememesi dışında üç yerde aranmalı. Yeşilçam'ın yeterince senariste sahip olmaması, Türkiye'deki vergi sistemi ve sansür.

Image

Bu konuları biraz daha açalım mı?
Yeşilçam'da "senaryo düşünme, çalarlar" diye bir deyim varmış. Yeni filmler haftalık gösteriliyor, işletme bölgelerine yollanıyorlar. Asıl kâr filmin ikinci film olarak oynadığı sezonda yapılıyor, çünkü sinemalar bir eski, bir yeni film gösteriyorlar. Yılda ortalama iki yüzün üstünde film üretiliyor. Başka birçokları olmasına rağmen bu talebin büyük bir bölümünü karşılayan (üç silahşörler diye anılan) üç senarist: Safa Önal, Bülent Oran ve Erdoğan Tünaş. Sabah akşam durmadan çalıştıkları için doğal olarak hikâyeler tekrarlanıyor, türevleri üretiliyor. Ayrıca işletme bölgeleri başarılı filmlerin benzerlerini istedikleri için yazarlar talepler doğrultusunda senaryo hazırlıyor. Kendi beğenilerine göre yazdıkları hikâyeler de oluyor, o zaman senaristi Safa Önal olan Vesikalı Yarim gibi filmler de ortaya çıkabiliyor.

Vergi sistemine gelince, Türkiye'de sinema sektöründe o dönem sadece filmin maliyetinin yüzde 60'ını gider olarak gösterebiliyorsunuz. Yani bir film bittiğinde otomatikman yüzde kırk kârdasınız. Prodüktörler bu yüzden yıl sonuna doğru amortisman filmi denilen ve gider göstermek için yapılan filmler çekiyorlar. Bu filmlerde doğal olarak eski senaryolar kullanılıyor. Türk sinemasının bu kadar çok kendini tekrarlamasının bir nedeni bu amortisman filmleri.

Sansür ise senaristlerin ve yönetmenlerin korkulu rüyası. Sansüre takılmamak için yeni öyküler üretmek adına cesaretli davranmıyorlar, önceden sansürden geçmiş öyküler tekrarlanıyor. Bu da bir çeşit otosansüre yol açıyor.

Image

Birçok yeniden yapımda orijinal filmin derinliğinin çok basite, zengin kız fakir oğlan konusuna indirgendiğine şahit oluyoruz. Türk popüler sineması konuları neden basitleştiriyor?
Bunun bir nedeni yine sansür. Uyarlama yaparken orijinal filmin inceliklerini yok ediyor, çünkü sansürün siyasi eleştiriye, sosyal konulara ve müstehcenliğe tahammülü yok.

Türkiye'de bir subayın eşi onu aldatamaz, sol propagandası yapılamaz, Türkiye ile dostluk içinde olan ülkelere hakaret edilemez, argo kullanılamaz, açık saçık sahneler gösterilemez. Geriye anlatacak çok bir şey kalmıyor. Ticari bir sinema olarak Yeşilçam büyük kitlelere hitap ediyor. Bu yüzden şimdi dizilerde olduğu gibi hikâyeler basite indirgeniyor. Yabancı hikâyeler uyarlandığında kültürel kodlara da dikkat edilmesi gerekiyor. Mesela evli olmayan bir erkek ve kadın tek başına bir odada kalamaz, aralarında mutlaka bir akrabalık bağı olması gerekir.

Uyarlama kültürü Tanzimat edebiyatıyla başlıyor zaten. Ahmet Mithat'ın Çengi romanı Cervantes'in Don Kişot romanından esinlenmiş bir hikâye. Yazar romanın başında bunu belirtiyor ve okuruna modern romanın başlangıcı kabul edilen Don Kişot'u tanıtıyor. Kendi yorumundaysa Batılı bir tür olan romanı Türk sözlü kültürüyle birleştiriyor, 1877 dönemi İstanbul hayatına uyarlıyor. Sinemada da yabancı filmlerin dublajında benzer yöntemler uygulanıyor. Dönemin ünlü seslendirme sanatçısı Ferdi Tayfur, Laurel Hardy filmlerini Türkçeye çevirirken kendi diyaloglarını üretiyor, bütün karakterleri bir Hacivat Karagöz ustası gibi kendi konuşuyor ve Türkiye'de geçiyormuş gibi davranıyor. Laurel ile Hardy, Türkiye'ye gelmiş Amerikan turistler gibi Türkçeyi Amerikan aksanıyla konuşuyorlar, ya da Groucho Marx, Arsan Palabıyıkyan isminde bir Ermeni oluyor. Hattâ yabancı filmleri yerlileştirme adına bazı filmlerin aralarına dansöz sahneleri yerleştiriliyor. Yabancı filmleri yeniden çekerken de bu mantık işliyor, çünkü Türk seyircisi uyarlama da olsa, kendinden bir şey görmek istiyor.

Image


Image
 

Senin en sevdiğin uyarlamalar hangileri?
Mesela Hulki Saner, Billy Wilder'ın Some Like It Hot filmini iki kez uyarlamış, biri 1964 yapımı siyah beyaz Fıstık Gibi Maşallah, diğeri 1970 yapımı renkli Fıstık Gibi. Film o kadar başarılı olmuş ki, Hulki Saner renkli film çıkınca, ticari bir motivasyonla bir de renklisini çekeyim demiş. Amerikan filmi trende geçiyorsa, bizimki gemide geçiyor, bütün fark bu. Onun dışında oyuncu seçimi, anlatım, kullanılan müzikler ve ritim açısından çok başarılı. Sadri Alışık, İzzet Günay, Türkan Şoray, Vahi Öz, o kadar sevimli bir kadro ki, hâlâ seve seve izliyorum. Some Like It Hot da çok güzel ama, aslında 1951 Almanya yapımı Die Fanfaren der Liebe isimli bir filmin yeniden yapımı. O film de 1935 Fransız yapımı Fanfare d'amour filminin yeniden yapımı.

Fakat Hulki Saner'in Billy Wilder gibi Fanfare d'amour'u görme şansı, senaristle görüşme, telif ödeyip senaryoyu satın alma imkânı yoktu. Bu yüzden Some Like It Hot'u izleyip esinlenmesini çok doğal buluyorum.

Ertem Eğilmez'in 1985'te çektiği Şener Şen'in başrol oynadığı Âşık Oldum, 1984 yapımı The Woman in Red isimli çok sevdiğim bir Amerikan filminin uyarlaması. Hikâye Türkiye'ye çok iyi uyarlanmış. Ayşen Gruda ve Şener Şen'in kendilerine has oyunculuklarını düşünün. Amerikan "orijinali" de 1977 yapımı Un éléphant ça trompe énormément isminde başrolde Jean Rochefort'un olduğu Fransız bir yapımın uyarlamasıdır. Filmin üç versiyonu da çok başarılı.

Diğer taraftan The Strawdogs filmi, Türkiye'de iki kez Kartal Yuvası (1974, Natuk Baytan) ve Kadınca (1984, Temel Gürsu) isimleri altında çekildi, ikisinden de Sam Peckinpah'ın filminden aldığım hazzı alamıyorum. Kartal Yuvası filminde milliyetçi, dinci bir Kıbrıs hikâyesine dönüştü senaryo, Kadınca filminde de Ferdi Özbeğen ve Banu Alkan'lı müzikal film oldu. Bir de Köpekler isminde bir film var, o da çok uzaktan esinlenmiş The Strawdogs'dan, şiddet içerikli ve sürekli "Yeşilçam batağına" düşen kadınlara tecavüz edilen bir film.

Image

Kopya kültürü bir yana, konu Yeşilçam yeniden yapımlarına gelince çakma, arak, yürütme lafları dilimizden düşmüyor.
Bütün taklit filmler iyidir demiyorum, ama bütün "orijinal" filmler de iyi değil ki. Bu daha çok yönetmen, senarist ya da yapımcıyla ilgili, hangi motivasyonla işe girişildiğine bakmak lazım.

Metin Erksan The Exorcist uyarlaması Şeytan filmini çektiğinde, The Exorcist Türkiye'de yasaklıydı ama basında çok konuşuluyordu. Metin Erksan'ın filmi, ticari amacını bir yana bırakırsak bana bir tercüme gibi geliyor, Türkiye'de Amerikan filmine uygulanmış sansürü deliyor.

Anadolu'da feodal sistemi eleştiren bazı senaryolar sansür korkusundan Meksika'ya taşınıyor, kovboy filmi oluyor. Toprak ağasının ismi Rodrigo olunca sansür kurulu bir şey diyemiyor, ama hikâye aynı hikâye.

Telif yasalarının boşluğundan yararlanarak her şeyi birbiriyle harmanlayabiliyorsunuz. Serhat Köksal “yamalı bohça sanatı” diyor, yani günümüzün patchwork düşüncesi. Müzikleri bir yerden alıyorsunuz, efektli görüntüleri başka yerden, senaryolar karman çorman. Böylece bambaşka bir alıntı kültürü doğuyor. Mesela T. Fikret Uçak'ın 3 Dev Adam filminde Captain America ve Meksikalı güreşçi El Santo kötü bir Spiderman'e karşı savaşıyorlar, ya da Demiryumruk -Devler Geliyor filminde kahramanımız yüzünde The Phantom maskesi, göğsünde Supermen amblemi, kemerinde Batman logosu ile dolaşıyor. Savaştığı karakter ise bildiğimiz Fu Manchu ve bu versiyonda tekerlekli sandalyeye bağlı bir travesti.

Bu tarz filmler Gökay Gelgeç'in dediği gibi popüler sinemada "kalıplaşmış bazı stereotipleri yıkıyor", bu da güzel bir şey bence. Günümüzde böyle filmler çekmek, telif yasaları yüzünden imkânsız. Desperate Housewives gibi diziler franchise sistemiyle uyarlanıyorlar. Oysa ki Çetin İnanç gibi yönetmenler harmanlama ve montajlama açısından çok özgürdüler. Parasızlık içinde çekilmiş bu tarz filmlerde yoktan var eden bir yaratıcılık var. Buna çaresizlikten Star Wars'dan görüntü kullanmayı da dâhil ediyorum. Emperyalistlerden görüntü çalıp orijinal filmi seyretme imkânı olmayan seyircisine kendi yarattığı bağlam içinde göstermek anarşist bir eylem olarak bile yorumlanabilir. Yılmaz Güney ve Şerif Gören'in Yol filmini bin bir zorlukla çektikleri sıkıyönetim günlerinden bahsediyoruz. Yeşilçam krizde, televizyon evlere girmiş, sinemalar ya arabesk melodramlar, seks filmleri ya da gösterişli Amerikan filmleri gösteriyor. Türk filmi gösteren sinemalar kapanıyor. Böyle bir dönemde para yatırıp yerli bir bilim-kurgu filmi çekmek cesaret ister. Ya da şöyle de diyebilirim: Çetin İnanç Star Wars filminden görüntü kullanmış da George Lucas iflas mı etmiş?

Image


Image

Yeşilçam'ın abartılı sinema dilinin sebebi nedir?
Yeşilçam Batı sinemasıyla kazanamayacağı bir rekabet içinde. Batı sinemasını taklit ederken de seyircisine kendinden bir şey sunmalı. Cüneyt Arkın mesela 80'lerde Çetin İnanç ile çektiği ve senaryosunu da bazen kendi yazdığı filmlerde farklı bir motivasyonla, sanki daha abartılı bir oyunculuk sergiliyor. Bütçe azaldıkça Cüneyt Arkın aşırılaşıyor. Nezih Erdoğan'ın "Violent images: hybridity and excess in The Man Who Saved the World" makalesinde dediği gibi, "Luke Skywalker bir vuruyorsa, Cüneyt Arkın bin vuruyor." Çünkü yetersizlikleri telafi etmeye çalışıyor. Seyircisine Hollywood kalitesinde bir film sunamadığı için yaratabileceği tek fark, aşırılığıyla alay konusu olan duygu yoğunluğu. Ama o şartlar altında bu motivasyona sahip olabilmek, filmi bitirmek için tehlikeli sahnelerde ölümü göze almak, bu gayret, bu çaba, bu devinim dönemin seyircisine yansıyor. Kendinden bir şey buluyor o filmlerde.

60'lı, 70'li yıllarda sinema günümüzdeki gibi ufak sessiz salonlarda değil, kalabalık ve gürültülü ortamlarda ailecek izleniyordu. Yılmaz Güney'in memleketi Adana'da mesela üç bin kişilik bir açık hava sinemasında çıtlanan çekirdeklerin çıkardığı gürültüyü varın siz düşünün. Güney filmde kavga ederken perdeye sandalyeler atılıyor, silahlar çekiliyor, kötüler yuhalanıyor, Yılmaz Güney yaralanmışsa, kurtulduğunda insanlar ayakta alkışlıyor. Böyle bir izleme kültüründen bahsediyoruz. Seyirci bugünkü gibi "burda James Bond müziği kullanmış ne kadar ayıp" demiyor, umurunda değil.

Image


Image

Remake, Remix, Rip-Off dünya prömiyerini 13 Ağustos 2014'te Locarno Film Festivali'nde yaptı, tepkilerden bahseder misin?
Film Locarno'da sinema üzerine yapılmış filmler ve onarılmış klasiklerin yer aldığı “Histoire(s) du Cinema” bölümünde gösterildi. Yabancı seyirci ilk defa konuyla karşılaşacağı için çok merak ediyordum tepkilerini. Bir de film süratli olduğu için altyazıları takip etmek konsantrasyon istiyor. Sanırım oldukça eğlendiler, bittiğinde uzun uzun alkış aldık. Ardından seyircilerle konuştuğumuzda filmin ciddiyet ve komiklik dengesinin iyi kurulduğunu, 110 dakikalık uzunluğuna rağmen akıcı olduğunu söylediler. Biz de mutlu olduk. Türkiye'de şimdilik festivaller üzerinden izlenebilecek film. Gezici Film Festivali'ne ve Adana Altın Koza'ya katılacağı kesinleşti. Diğer festivallerden de cevap bekliyoruz.

Image

Asıl geri kalan malzeme ile ne yapacaksın, birikmiş ve kullanılmamış çok değerli materyalin var.
Söyleştiğimiz yüze yakın sinemacı, akademisyen, sinema yazarı var. Söyleşiler genelde bir buçuk saat kadar sürdü. Filmde kullandığımız röportajlar elimizdeki malzemenin çok ufak bir kısmı. Sadece Metin Erksan ve Halit Refiğ ile 2008 yılında yapmış olduğumuz söyleşi iki buçuk saat civarı, filmde maalesef üç dakikasını kullanabildik. Bu yüzden önümüzdeki yıl söyleşilerden oluşan ama belgesel gibi editlenmiş bir kitaba başlamayı düşünüyoruz.

Image

Image

Image

Image

ÖNCEKİ Müziğe dair kısalar... SONRAKİ Görmek için göz gerekmez: Eskil Vogt ile Blind üzerine
Bu yazıyı paylaş