CEM YILMAZ ve TÜLİN ÖZEN: Bir masa başında, çay eşliğinde, saatlerce...

Bu yazıyı paylaş
İçerik

CEM YILMAZ ve TÜLİN ÖZEN: Bir masa başında, çay eşliğinde, saatlerce...

Foto: Aylin Güngör
ÖNCEKİ Farklı enerjilerin kesişim noktası: TUNDE ADEBIMPE SONRAKİ SELDA BAĞCAN ve GAYE SU AKYOL: En Büyük Selda Başka Büyük Yok

Cem Yılmaz’ın, yıllar içerisinde Bant kapaklarına konuk olmuş sanatçıların işlerinin duvarları süslediği evinin salonundayız... Burası, güldürü ustasının iç dünyasının bir yansıması. Burası kendini rahat hissettiği, bizlere çay ikram ettiği, Pek Yakında’daki rol arkadaşı Tülin Özen ile Bant Mag. için uzun bir sohbete daldığı yer. Burası, salt yaptığı işin hakkını vererek yakaladığı başarının karşılığını gören, dostumuz Tülin Özen’in, Cem Yılmaz’ı bizim için sorduğu sorularıyla eğlendirdiği, sıkıştırdığı, konuşturduğu yer. İkilinin, bizim meraklı gözlerimiz önünde röportaj formatından çıkıp derin bir sohbete daldıkları yer. Sistem, özgürlükleri kısıtlayan önyargılar, arzular ve zaferler, gerçekleşen ve gerçekleşmeyen hayaller, sinema ve sahne tutkusu, bu düzen içerisinde var olmanın zorlukları, yeni filmin heyecanı, fikirler, görüşler ve anılar üzerine... Bir masa başında, çay eşliğinde, saatlerce... Bu sayfalara sığdıramadığımız daha nice içten konuyla birlikte...

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - 

TANIŞMA VE SAHNE ÜZERİNE

Tülin Özen: E, anlatacak mısın peki?
Cem Yılmaz: E, anlatırım neden olmasın? Ben Tülin’i ilk tanıdığımda adada bir yokuştan yukarı iplik sarıyordu, ilk orada görmüştüm. Sonra bir başka filmde de ağzından yılan çıkarıyordu, benim gördüklerim bunlar.

T.Ö.: Başka da hiçbir şeyimi izlemedin! Olsun...
C.Y.: Hayır canım, ondan dolayı değil, başka her şeyini izledim de, senin benimle ilgili bir şey izlememiş olman çok eğlenceli.

T.Ö.: Hayır canım, bir sürü şey izlemiştim de... Ama Yahşi Batı’yı ve Arog’u izlememiştim, Cem hakkında hiçbir şey bilmiyordum gerçekten. Seninle çok rezil bir ofis görüşmesi yaptığımı hatırlıyorum.
C.Y.: Yoo niye? Gayet soğukkanlı bir görüşmeydi bence. Haa, bir tiyatro oyununda izlemiştim seni, çıkışında eşlik etmeye çalışmıştım ama yine soğuk bir...

T.Ö.: Ben çoktan gitmişimdir... Ben mesela, asla sahnede gördüğümü, çıkışında, kuliste dışarıda falan tanıyamıyorum. Televizyonda gördüğümü de tanıyamıyorum. İzlediğim adam veya kadın, orada kalıyor. Kulise gidip, tanımıyorum yani. Şimdi seni tanırım mesela. Ama yanındakileri tanıyamam hayatta. Ben sahnedekilerin enerjisini takip ediyorum muhtemelen böyle yüzünü, başını, vücudunu falan değil. Sadece enerji olarak algılıyorum.
C.Y.: Ben de çocukluğumdan beri sahnedekilerin cesaretine çok hayran oluyordum. Tiyatroyu hep çok sevdim ama çocuksu bir kıskançlık vardı içimde ona karşı. İlk izlediğim şey ne biliyor musun? 1979’da babam beni Sıraselviler’de Devekuşu Kabare’ye götürmüştü. Tam bir kabare düzeni vardı. Hani böyle tiyatro gibi değil de, masalı, içkili...

T.Ö: Hangi oyundu?
C.Y.: İnsanlığın Lüzumu Yok. Hiç unutmuyorum, çünkü babamla gittik, ben altı yaşındayım herhâlde, beni niye götürdü valla onu da bilmiyorum, çünkü bir gece aktivitesiydi. Hayatımda hiç babamı bu kadar gülerken görmedim. Metin Akpınar, hayvanlar üzerinden anlatıyor, büyük bir ihtimalle Kandemir Konduk’un yazdığı bir şey olabilir. Ağbi, İnsanlığın Lüzumu Yok, adını sonradan bakıp öğrenmiş değilim. Adının ne olduğunu çocuk aklımla da anlamıştım. Lacivert, çok minimal bir dekor, kostümler de çok minimal. Mesela lacivert tulumvarî bir şey vardı Metin Akpınar’ın üzerinde. Bir maymun karakteri yaptı, çok gülünüyor, çok serseri espriler oluyor falan. Nasıl hoşuma gitti! Babama baktım, gülmekten gözlerinden yaşlar geliyor. O an güldürmek ne acayip bir şeymiş ya diye düşündüm. Hiç aklımdan çıkmadı.

“Güldürenleri işte o zaman kıskanmaya başladım. Güldürenlere bir şeyim var. Bir kenarda mesela toplaşıp güldükleri zaman şöyle düşünüyordum ben; “Ulan ben buradayım, onlar neye gülüyorlar?” 

Image

T.Ö: Baban bile kendini kaybedip gülüyorsa, altı yaşındaki bir çocuğun babasının kendini kaybederek güldüğünü falan görmesi de muhtemelen etkilemiştir seni.
C.Y.: Kendini kaybettiği için çok kıskandım. Güldürenleri işte o zaman kıskanmaya başladım. Güldürenlere bir şeyim var. Bir kenarda mesela toplaşıp güldükleri zaman şöyle düşünüyordum ben; “Ulan ben buradayım, onlar neye gülüyorlar?”  

Aslına bakarsan sahneye çıkayım duygusu hiç olmadı bende. Vakt-i zamanında lisede bir grupla birlikte İngilizce bir oyun oynamaya yeltenmişlerdi arkadaşlar. Ne aktivitesiydi hatırlamıyorum, lisedeyken ben de grupla o çalışmalara katıldım. O zaman da, 14 yaş çok geç diye düşünüyordum. Altı yaşında ilk o olaya şahit olduktan sonra, gittim bir sürü çocuk tiyatrosu gördüm, izledim. Film çok izliyordum. Ama hiç ilgi duymamışım aslında sahneye çıkmaya. Lisedeyken fasulyeden o gruba katıldım. Zaten bir müddet sonra öğretmen de “Cem’cim bu sana göre bir şey değil, sen ayrıl” dedi. Çok güldürüyordum milleti...

T.Ö.: Ama aynı şeyi sana yıllar sonra yine söylemişler, Mazhar Alanson’la beraber bir çalışmaya mı ne katılmıştınız...
C.Y.: Aaa evet. Yoga. Dinamik meditasyon. Osho’nun aşramına gitmiştik. Ama yani bir gram inanmadan gidilir mi? Bir gram inanmıyoruz gerçekten. Bir turist saflığı yok yani bizde, yok. Yıl 98 olsa, ben 25 yaşındayım, Mazhar Ağbi de işte 48 yaşında.

Orada da, ‘’acting workshop’’(oyunculuk atölyesi) yazıyor. Kaçırılır mı yani, ahaha ‘’acting workshop’’... İkimiz de gittik tabiî. Dünyanın her yerinden insanlar var, Atölyeyi veren kişi izah ediyor bazı şeyleri, bazı oyunlar veriyor. İnsanlar da nasıl mutlu Allah’ım... İşte siz ikiniz bir çift olun, siz ikiniz de bir çift olun... Ya da atıyorum biri bir panonun arkasında tek kalıyor, "şimdi oradan çıkacaksınız ve sevdiğiniz biri trenden iniyor" diyor. Böyle en basit, çok çocuksu doğaçlamalar yapıyoruz. Biz de çok gülüyoruz bu manzaralara... Kadın bizi bir kenara çekti, “Siz çok güldürüyorsunuz bu grubu” dedi. Mazhar ağbi de dedi ki “Bu arkadaş komedyen...”. Kadın da, “Tamam ama güldürmeyin o zaman, işinizi buraya getirmeyin’’ gibisinden bir şeyler söyledi. Orada da güldürüyorum diye gönderildim tiyatro ekibinden...

Sonra bizim mahallede konservatuvara giren eden çok yakın bir arkadaşımın ağbisi vardı, ona da çok gıptayla baktım zamanında... Ama yani hiç böyle oyunculuğa hazırlanayım, oyunculuk yapayım gibi bir arzum isteğim olmadı.

T.Ö.: Ama Can’ın ilgisi vardı?
C.Y.: Ağbimin mi? Evet. Ağbiminki daha kapalı bir ilgiydi. Aile içinde sergilenen bir çocuk performansı filizlenmiş bir şey değil. Bizden çok gizli tuttuğu bir şeydi o. Yetişkinken Müjdat hocanın seçmelerine gitmiş ama benim haberim yoktu. Bunun öncesinde daha dramatik bir şey var. Çocukken ses kaydı yapıyordum. Elektronik âletlere çok başından beri merakım olduğu için, ses kaydı cihazımız da var, dolayısıyla performansımızı kaydedelim, fıkralar anlatalım, şunlar bunlar... Yani üç yaşından itibaren, hikâyeler anlatıyorum, bir şeyler yapıyorum, şarkılar söylüyorum ama böyle papağan gibi. Diyelim ki TRT zamanı televizyondaki bir Türk Sanat Müziği programı ve bir şarkı söyleniyor. İşte ne bileyim, “Bir gece ansızın gelebilirim...”. Ben de söylüyorum! Kayıtlı yani bu. Böyle bir kasetim vardı benim. Sonra beş yaşındayken dinleniyor, sekiz yaşındayken dinleniyor, 12 yaşında bir daha buluyorsun o kaseti “Aaa benim kasetim!”... Sonra bir gün bu kasetin arkasını, B tarafını koyduk, abim okuyor aynı şarkıları!!!

T.Ö.: Şaka yapıyorsun?
C.Y.: Böyle anlatınca korku filmi gibi oldu. İyi de, bu B tarafından niye haberimiz yoktu ki bizim? O zaman niye duymadık? Kaydedilirken neredeydik?

“Ben ciddi birisi değildim, birazcık daha dalgacıydım doğrusu. Bir tek çizgiyi çok ciddiye alıyordum. Yani benim tek oyuncağım oydu, çizmek, bir şeyler çizmek.”

T.Ö.: Bunlar ilk çocuk yalnızlığı ya gerçekten.
C.Y.: Olabilir. Ama tabiî ağbim de ciddi bir adamdı. Ben ciddi birisi değildim, birazcık daha dalgacıydım doğrusu. Bir tek çizgiyi çok ciddiye alıyordum. Yani benim tek oyuncağım oydu, çizmek, bir şeyler çizmek.

Image



ARZULAR VE ZAFERLER ÜZERİNE

T.Ö.: Ama orgda falan ciddi değil miydin?
C.Y.: Yok orgda çok çabuk şevkim kırıldı.  

T.Ö.: Ben bayağı heveslisin zannediyordum?
C.Y.: Çok hevesliydim de, hep öyle bir hayalim vardı yani. Böyle bir evim olacak, Jean Michel Jarre gibi bir sürü klavyelerim olacak, onları dizeceğim falan. Hattâ anneme kazak yaptırmıştım, piyano tuşu desenli.

T.Ö.: Gerçekten mi?
C.Y.: Tabiî anneme anlattım. Şöyle şöyle olacak, siyah beyaz olacak. Annem dedi ki “Oğlum piyano tuşu mu, niçin?”. “Eee öyle işte anne, hadi lütfen” falan. Anlatırdım tuşların nasıl olması gerektiğini, “İki siyah, üç beyaz, tamam mı anne? Lütfen!” diye. Çocukken bir tane siyah kazağım vardı piyano tuşlarından, sonra işte Fazıl Say aldı yürüdü, biz kaldık böyle. Yani, eğer fazla dikkatim dağılmasaydı farklı olabilirdi, şimdi bile geçerli o. Bir şeyle uzun uğraşmakla ilgili hep geç kaldım ya. Çok dikkatim dağılıyordu.

T.Ö.: Sen bir de çok çabuk kavrayıp, birçok insandan daha iyi yapar hâle çok hızlı geçiyorsun. Ama bu sağlıklı mı, sağlıksız mı onu ben de bilmiyorum.
C.Y.: Sağlıklı değil. Çünkü mandolin kursuna gidiyorsun ve “Samanyolu” şarkısını çıkardığın zaman zaten şevkin geçmiş oluyor. Bu sefer diyorsun ki “ben darbuka çalmak istiyorum!” Günümüzde olsa herkes anlar bunu, darbuka atölyeleri falan... Ama ‘78 yılında “Ben darbuka çalmak istiyorum” deyince “Hayırdır? Maçlarda mı çalacaksın, ne alâka?” diyorlardı bana. Babam da yazık bir yerlerden darbuka bulup almıştı hatırlıyorum. Nerede çalacağım ki aslında sahiden darbukayı. Bir de mandolinden niye darbukaya geçiyorsun?

Sonra şöyle bir şey oldu, bir tane çocuk vardı bizim mahallede, 16 yaşında. Bir gün bir baktım ki çocuk, babasının işyerinin alt katında, pencereleri olan bir bodrumda iki katlı çok sofistike bir org çalıyor. Ama müthiş bir âletti yani. Bu da böyle ‘77, ‘78 senesi falan. Çocuk böyle iki katlı bir org çalıyor, biz de mahallenin çocukları olarak ona baktık bir pencereden, o da bize baktı. Ben de dedim ki “Allah'ım bu âlet ne arıyor bizim mahallede? Öff beee, böyle şeyler de var yani."  

T.Ö.: Ben ilkokuldayken Canan’a piyano almıştı ailesi... Doğum günü partisinde eve bir anda piyano taşındı, sürpriz olarak... Ve muhtemelen aynı şeyi hissedip “Uff” olmuştum. Ben de onu hatırladım bir an.
C.Y.: Şimdi bakınca mesela neden haz aldığımı hatırlamıyorum. Onun çalmasından mı, öyle bir âletin varlığından mı? Galiba âletle ilgili bir fetiş, çünkü sonra eve gelip böyle bir kontrplağın üstüne tebeşirle çizdim aynısını, oradan çalıyordum. Babam kontrplağın üzerinde çaldığımı görünce kötü oldu içi herhalde, hemen oyuncak bir piyano aldılar bana.

“Mesela o his Hokkabaz’da var, arzu ve zafer... Arzu başka bir şey, ama başarmak başka bir şey... Arzuların zafere dönüşmesi meselesi hep aklımın bir kenarında kaldı benim. Ben eğer kabiliyetin yoksa herhalde bu arzu olmaz insanda diye düşünüyordum. Yanlış bir düşünceymiş.”

T.Ö.: Endişelenmiştir tabiî...
C.Y.: Daha korkacak bir sürü şey var canım. Mesela o his Hokkabaz’da var, arzu ve zafer... Arzu başka bir şey, ama başarmak başka bir şey... Arzuların zafere dönüşmesi meselesi hep aklımın bir kenarında kaldı benim. Ben eğer kabiliyetin yoksa herhâlde bu arzu olmaz insanda diye düşünüyordum. Yanlış bir düşünceymiş.

T.Ö.: Ama niye, senin bence konsantre olmakla ilgili bir sorunun var.
C.Y: Ama artık çok geç değil mi?

T.Ö: Değil, bundan sonra da başarabilirsin, Berklee’ye girersin demiyorum ama...
C.Y.: İşte bu fenomenlikle ilgili bir durum. Olağan değil yani. Şöyle ki, “Adam 42 yaşında piyanoya başladı, çok iyi bir Mozart yorumcusu şu anda." Şimdi bu fenomenlik, olağan bir piyanistlik kariyeri değil. Anladın mı?

T.Ö.: Senle ben yine ayrı düşünüyoruz o noktada. Sen bir numara falan olmayı düşünüyorsun yine belli ki. Ben öyle düşünmüyorum. 30 yaşında piyanoya başlasan, 50 yaşında, 20 senedir piyano çalıyorum dersin, yine bir sürü şey yapmış olursun.
C.Y.: Yok, bir numara olmak değil. Muhteşem çalıyor olmaktan başka bir opsiyon olmamalı. Başka bir opsiyon var mı yani?

T.Ö.: Benim için var.
C.Y.: Hayır, az biraz piyano çalıyorum diye bir şey var mı?

T.Ö.: Benim için var işte.
C.Y.: Benim için yok.

Image

VİRTÜÖZİTE VE KOMEDYENLİK ÜZERİNE

T.Ö.: Mesela senin hakkında konuşulan müzikle ilgili bir efsane de var galiba?
C.Y.: Neymiş o?

T.Ö.:  Çok iyi bildiğin, çok iyi bir kulağın olduğu söyleniyor
C.Y.: Aman canım o spesifik bir konuyla alâkalı. Mesela teknolojik müzik üretimiyle ilgili...

T.Ö.: Evet işte o konudan çok iyi anladığını ve pek çok müzisyeni sıkıştırabilecek ya da “Tamam ya anladık biliyorsun” durumunu yaşatacak kadar bildiğini biliyorum.
C.Y.: Aslında ben neye takılıyorum biliyor musun, muhteşem enstrüman çalan insanların harcadığı mesai var ya, mesela bu insanların hatırı sayılır bir çoğunluğunun özgün beste yapamaması durumuna şahit olduğumda beni çok etkilemişti o olumsuzluk. “Allah Allah nasıl olur?’’ diye.

T.Ö.: İşte o dediğin şey değil mi, "Samanyolu"nu çıkarabiliyorsan...
C.Y.: Hayır hayır, o anlamlı canım, o sonuçta bir antrenmanın neticesinde oluyor. Öbürü ne kadar enteresan bir şey. Özgün bir ses çıkaramama meselesine çok kafam takılıyor benim. Bu, benim o işlere biraz şüpheyle bakmama sebep oldu. “Allah allah, nasıl olur ya, ben piyanoyu gerçekten yemiş yutmuş olsam herhalde yalnızca özgün şeyler çalarım” diye insan düşünüyor. Çok garip.

“Ben işte bütün bu işlerin yanında, yapmak isteyip bulaştığım onca şeyin arasında bir tek sahnede yaptığım işte çiçek açtım diyebilirim.”

T.Ö.: Benimki genelde tam tersi oluyor. Ben genelde bir müzik âletiyle tanışırken direk çok özgün şeyler yapıp, bunların dünyada hiç yeri olmadığını görüp uzaklaşıyorum.
C.Y.: Yani şimdi, çok derin bir şey söylemeyeceğim ama Daft Punk’ın, klavyeci Giorgio Moroder’in hayat hikâyesini anlattığı bir şarkısı var. Ve adamın kuralsız disko ritmini bulması ve yaygınlaştırılmasıyla ilgili bir hikâye anlatıyor şarkıda. Yani müzik adına pek bir şey söylemiyor, yalnızca çok genel bir şey anlatıyor. Adam içinden geldiği gibi zamanında yaratmış ve şimdi o sound kulağımızda. Bu işlere girmeyince, potansiyel dâhi diye bir şey var ya, “potentially genius”, o güvenli bir yer. Ben işte bütün bu işlerin yanında, yapmak isteyip bulaştığım onca şeyin arasında bir tek sahnede yaptığım işte çiçek açtım diyebilirim.

T.Ö.: Çiçek açmak mı?
C.Y.: Tabiî, flowers. Samimiyetle diyorum. Diyorum ya hani arzular zafere meselesinde, mesela en belirginlerinden biri olan karikatürde de öyle çok güdük bir yerde kaldım...

“Ben sahneye çıktım, başarılı olarak da indim. Mesela neye dayanarak söylüyorum bunu, o başlık altında o mesleğin kaidelerini kusursuza yakın yerine getirmek, ben bunu yaşadım. ‘Virtüözite’den bahsediyorsak bir virtüözite yaşadım kendi içimde.”

T.Ö.: Ama ilk sahneye çıkma ânın, seni biraz da zorladıkları bir ân değil mi? "Gel, burada da anlat" denmiş; o senin gidip kontrplağa piyano çizdiğin yer değil orası...
C.Y.: Yok, hani o sahneye çıkma ânını tarifleyen bir şey o hikâye. Ama sahne işini sürdürme aynı o biraz önce anlattığım gibi arzuyla ilgili, mesela bu arzum diğer hoşlanmalara benzemesine rağmen bu sefer bir devamını getirme ve neticeye vardırma durumu var. Ben sahneye çıktım, başarılı olarak da indim. Mesela neye dayanarak söylüyorum bunu, o başlık altında o mesleğin kaidelerini kusursuza yakın yerine getirmek, ben bunu yaşadım. "Virtüözite"den bahsediyorsak bir virtüözite yaşadım kendi içimde. Bütün bu meraklarım arasında tek başarılı olduğum şey aslında o. Yarın hiç komik olmasam, yarın hiç sahneye çıkmasam, ben o işi başarıyla tamamladım diye düşünürüm. Ama devam edeceğim elbette canım. Vegas’ta sahneye çıkan bir adam vardır, keşke hatırlasam adını, böyle hakaret komedisi yapar.

T.Ö.: Evet bahsetmiştin.
C.Y.: Neydi herifin adı ya? Buluruz sonra, hatırlayacağım. 90 küsür yaşında, 93 falan olabilir yani. Daha geçen 2009’da mı ne sahneye çıkmıştı. Hâlâ hayattadır.

T.Ö.: Yakışıklı bir adamdan mı bahsediyoruz?
C.Y.: Yoo, bayağı tombul yuvarlak kafalı bir adam. Hah, Don Rickles! 60’lardan beri falan faal olan bir adam. 95 yaşında, eminim 50 yaşında yaptığından daha iyi yapıyor bu işi. Şimdi sahneye çıkıp “Ne diyosun lan” dediği zaman o hâliyle, daha anlamlı, daha komik geliyor...

Çok başarılı bir komedyen daha var, George Carlin, o da epey yaşlılık dönemine kadar götürdü işi. Ama televizyon projeleri başarısız, filmleri de kötüdür. George Carlin kaya gibi bir karakter ama televizyonda yaptığı her şey alelâde. Sinemada da birkaç küçük rolde oynamıştır ama total başarısız yani. Çok enteresan. Ama sahnenin tillahı. Aynı şey Richard Pryor için de geçerli. O da sahnede taş gibi bir adam, filmlerde harcıâlem bir komedyen. Bana hiç tat, tuz vermez. Ekonomik durumu kötü olduğu için filmlerde oynuyormuş gibi bir hava estirir... Kaldı ki büyük ihtimalle öyle, çünkü uyuşturucu bağımlılığı da var, para çabuk gidiyor tabiî haliyle...

T.Ö.: E, tabiî uzak durmak gerekiyor böyle şeylerden...
C.Y.: Evet... Ehehehehe dergimize kamu spotu girdik.

Image

DEĞİŞİM ÜZERİNE

T.Ö.: Peki o zaman, sendeki şeyi merak ediyorum...
C.Y.: Benim durumum ne olacak mı?

T.Ö.: Yani başladığın zamanki adam değilsin sonuçta şu anda. Nedir yani?
C.Y.: Yani bazı yönlerimle daha kötü, bazı yönlerimle daha iyi...

T.Ö.: Ne peki, vay be eskiden ne enerjikmişim falan mı diyorsun? Ya da ne fütursuzmuşum mu diyorsun? Şimdi daha mı füturlusun?
C.Y.: E cesaret tabiî, cesaret. Çok belirgin o. Sahneye çıkmak, başında da söyledim, yalnızca tek kişilik anlatı meselesi değil. Sahneye çıkma işi cesaretli bir iş bence. Yani dünyanın en komik sorusunu aklıma getiriyorum da, hani vardır ya, “O kadar lafı nasıl ezberliyorsunuz?”. Bu soruyu gayet gönlüm ferah, rahat sorabilirim sizlere, tiyatro sanatçılarına. Hiç de gocunmam. Ne tür müzik dinliyorsun gibi bir şey. O kadar lafı nasıl ezberliyorsun, bu teknik bir konu çünkü. Ama daha önce bir soru var benim için, o da cesaret. Çok cesaretli bir iş.

T.Ö.: Ama eskiden daha mı cesur hissediyordun?
C.Y.: E tabiî yani. 21 yaşındasın, seyirci kitlesinin yaş ortalamasını da göz önünde bulundurunca kolay bir şey değil. Bu işte senin ne hissettiğin değil, ne hissettirdiğin önemli asıl. Konfor önemli...

“Mesela şu bir eleştiridir ya, “Sen ne desen gülüyorlar”, neden gülüyorlar acaba? Neden acaba? Yani bir algı altyapısı oluşturman gerekir bunun için. Yine benim mirasımdan bahsediyoruz. Elbette sahneye çıkınca hiçbir şey ortada yokken, “Hatırladınız mı?” deyip güldüremezsin. Ama ben şimdi “Hatırladınız mı?” deyip güldürebilirim.”

T.Ö.: Peki o değişiyor mu zaman içinde?
C.Y.: Konfora yönelik değişiyor tabiî. Mesela şu bir eleştiridir ya, “Sen ne desen gülüyorlar”, neden gülüyorlar acaba? Neden acaba? Yani bir algı altyapısı oluşturman gerekir bunun için. Yine benim mirasımdan bahsediyoruz. Elbette sahneye çıkınca hiçbir şey ortada yokken, “Hatırladınız mı?” deyip güldüremezsin. Ama ben şimdi “Hatırladınız mı?” deyip güldürebilirim.

T.Ö.: Gülmek üzereydik...
C.Y.: Çok olağan bu. Ama tabiî bu konforu nasıl yaşadığın önemli. Mesela gençken “Ooo adama bak ne rahat sahnede” diyorlar. Orada, rahat olmakla ilgili gayretin birazcık daha az. Kariyerle birlikte, konforlu olmadığın halde konforlu görünmekle ilgili bir hüner geliştirmişsindir. Onun için öyle bir fark olabilir. Konforun arttığını düşünmüyorum açıkçası. Tecrübe artıyor ama konfor her zaman bence hep aynı tehlikede. Şöyle ki, o gün oradaki seyircinin beğenip beğenmemesi üzerine kurulu bir başarı sistemi var. Dolayısıyla bir gün önceki kötü performansını yalnızca kendine unutturabilirsin. “Aman canım bir gösteri de kötü olsun n’olacak” diye eve gelirsin ama o gün, o iki saatte başarısızsındır, bunu bir kenara itekleyemezsin.

Ama ben çok şanslıyım, okuduğum pek çok komedyenin hayat hikâyesinde daha fazla başarısızlık gözlemledim. Yani ekstrem bazı herifler var. Atıyorum Robin Williams’ın kariyeri, ya da Eddie Murphy’nin kariyeri, onlarda böyle bir başarı, yüksek tempo ve hız var. Onların mesleki yaşamlarında konforla gitmiş çok şey var. Onlar ayrı ama birçok okuduğum tur yapan, gezen stand up’larda da bir gösterinin kötü geçmesi, espriyi satamamak, deneyip deneyip olmaması gibi hadiseler çok var. Benim o kadar yok.

“Şu doğru bir şey, herkesi güldüremezsin. Başarını buraya kurmaman lazım. Bence o kandırmaca bir şey. Herkesi güldüremezsin.”

T.Ö.: Zorlayıp satamadığın espri var mı? Ya bir şey var, bir türlü olmuyor dediğin?
C.Y.: Var elbette, ona da şöyle bir bahane bulmuştum: şu doğru bir şey, herkesi güldüremezsin. Başarını buraya kurmaman lâzım. Bence o kandırmaca bir şey. Herkesi güldüremezsin.

T.Ö.: Ama sonuçta herkese bir şeyi anlatabilirsin...
C.Y.: Anladım, ama herkesi güldüremezsin. Orası yüzde yüz. Çünkü komedyenler bazen kitlesini seçemiyor. Stand-up dünyasındaki başarısızlık hikâyelerinin çoğu aslında bir kulübe gelen, kulüpte içkisini yudumlarken bir komiğin sahneye çıkmasıyla ilgili genelde. Çünkü anlatılan hikâyeler, anlatan kişiye gidildiği zaman daha iyi. O kişiye gidilecek kıvama gelindiğinde adam kendine ait bir algı yaratmış oluyor çoktan. Macera öyle başlıyor zaten. Ama sana geliniyor olsa da mümkün başarısızlık. Netice alamadığın zaman da, bu sefer kendine ait bir çıtadan, kendi vicdanına seslenmen lazım; “Bırak moruk boşver, gerçekten zorlama, anlamıyorlar” diyebilirsin. Ama bu bir kere olur, ya da 10 dakika olur, beş saniye olur, 11 dakika olur, ama bunu bir kariyere yayıp da, “anlamıyorlar”la gidemezsin. Yani o zaman formülü değiştireceksin.

T.Ö.: Peki etkili anlatma yolu var mı? Yoksa bu sezgisel bir şey mi?
C.Y.: Sezgisel tabiî. Şöyle bir tarifi var, aynı dilden konuşmakla ilgili. İlla Türkçe konuşan bir kitlenin Türkçe anladığını iddia edemeyiz. Başka bir dil oluşuyor orada. Başka bir dil oluştuğu için, önce o dille bağlarının ne olduğunu kontrol edebilirsin. Ya da daha kabaca söyleyeyim, daha keskin bir ayrımla, diyelim ki anlattığın şeyde bazı teknik terimler geçiyor. Diyelim ki voleybolla ilgili bir şeyler anlatıyorsun, çoğu zaman olur ya hani, Amerikan filmlerinde, bir beysbolcunun hayatı “Hadii Hadii Larry 5. kanattasın” Oyunun kurallarını bilmeyince, ne oldu, neden o kadar telaş ettiler, niye Larry orada ağlıyordu, niye kaydırarak toz dumanla o şeye değdi falan, anladın mı? Bunun gibi işte.... Adam eğer mekaniğini bilmiyorsa, senin önce mekaniği oluşturman lâzım. Anlamıyor diye serzeniş bir yere kadar oluyor. Sonra da bütün silahlarını, bütün iletişim kanallarını kullanıp yaptığın zaman da bu sefer de kendi kalibrene güvenip diyeceksin ki “Sorun bende değil, sende...”

Image

POLİTİK KOMEDİ VE SOSYAL MEDYA ÜZERİNE

T.Ö.: Bir komedyen sonuna kadar öfkeli olup, gerçekten çok ırkçı şeyler söyleyerek ırkçılığa yönelik espri yapabiliyor mesela. Bu Amerika’da yaşadığı için yapabildiği bir şey mi yoksa sadece o tavır mı işe yarıyor? Bu ülkede yeri var mı öyle bir şeyin?
C.Y.: Benim kanaatim şu, tedavisi olmuş şeylerde yapılabiliyor bunlar. Yani 1959’da yapılan siyahî şakasıyla 2015’te yapılan arasında çok ciddi fark vardır. O zamanlar vicdanlı bir komedyen orada yaşanan olumsuzluklara durumun çok taze bir yara olması sebebiyle şimdiki kadar dokunmuyordur ama şimdi iki taraf da birbirine dokunabiliyor.

Mesela Chris Rock’taydı galiba… Düzeltmeler oldu ya, “zenci” denmesin, “siyahî” denmesin, “Afrikan - Amerikan” densin gibi şeyler. Kendisi bir siyahî olarak “artık karar verin, bir şey deyin ulan” diyordu. Tıpkı bizde, sektörün kendi içinde Karadeniz fıkrasıyla, Güneydoğu fıkrasının satışı arasında çok belirgin bir fark olması gibi düşün. Birisi içerlek olarak çok kullanılır, “Urfalının biri”, “Adamın biri Hakkâri’den çıkıyor” gibi çok anlatılır ama sahneden anlatılan bir Laz fıkrasına dönüşmemiştir bunlar henüz. Bu çok acayip bir şey işte. Ama o mizah profesyonel dünyada satılmıyor diye, yok anlamına da gelmiyor tabiî. Satılmaması da alıcısıyla ilgili ya da gerekliliğiyle ilgili. Yani “Lâzım mı şu anda bundan gülmece yaratmak?”

T.Ö.: Ama bir taraftan da lâzım aslında.
C.Y.: Tabiî ki, tedavi edecek şey de o aslında biliyor musun?

T.Ö.: Yani bunun esprisinin bile yapılmaması da politik bir şey. Çözümün gecikmesi için kullanılan bir şeymiş gibi bile olabilir.
C.Y.: Sert kalmasına sebep oluyor.

“Gülme meselesi birazcık lüks, bir krema gibi hayatta. Yani satılan bir ürün. Kendi arandaki gülmeyle, satılan gülme arasındaki mesafe ne kadar kapanırsa o kadar insanî olacak bu iş. Atıyorum, mizah dergileri sokağın dinamosudur. Sokaktan aldığı veya sokağın verdiği dinamo, bu hayata en yakın, hiç sterilize, pastörize edilmemiş mizahın yapıldığı yerlerdir.”

T.Ö.: Niye konuşamayacağız ki? Niye gülemeyeceğiz ki? Çünkü her şey çok mu komik? Çok komik evet...
C.Y.: Her şeyin henüz taze olmasıyla ilgili bir şey bu. Gülme meselesi birazcık lüks, bir krema gibi hayatta. Yani satılan bir ürün. Kendi arandaki gülmeyle, satılan gülme arasındaki mesafe ne kadar kapanırsa o kadar insani olacak bu iş. Atıyorum, mizah dergileri sokağın dinamosudur, sokaktan aldığı veya sokağın verdiği dinamo, bu hayata en yakın, hiç sterilize, pastörize edilmemiş mizahın yapıldığı yerlerdir.

T.Ö.: Yani ben zaten bunu sadece politik espri yapmak anlamında söylememiştim, her konuya dair söylemiştim.
C.Y.: Bütün hepsi öyle. Zaten paketleme meselesi, kolay tüketmeyle ilgili bir numara değil. Paketleyip evcilleştirmekle ilgili bir şey. Paketlendiği zaman alıcısında başka bir algı yaratıp farklı alınmasına sebep oluyor.

Biz bir ara profesyonel komedinin ne kadar fena bir şey olduğunu hep söylüyorduk. Bütün bunları hesaplamak, kitaplamak… “Şunu söylersem şöyle olur mu?”, iyi ya da kötü, yani “Şunu söylersem, şu kitleye…” vs. Benim söylediğim şey, ne söylemek istiyorsan söyle. Dilini bul, söyle.

T.Ö.: Sosyal medya konuşalım diye söylemiyorum, ama o da öyle bir şey değil mi?
C.Y.: Sosyal medya da şöyle bir şey bence: hani “Benim için bir amaç değil, araçtır” diye bir laf var ya…  Neyin amaç olduğunu ıskalamadan kullanıldığı zaman bir anlamı var. Bazı şeyleri çok yüceltiyorlar, insandan daha önemli bir hâle geliyorlar. Mesela her yerde fikrini söylemek nezaketten daha önemli hale geliyor. İletişimin tek taraflı olduğu bir yer. Anlaşılmamak üzerine kurulu bir şey. Yani “Anlamadım.” “E söyledim ya?” “Bağırdım.” E, ne netice aldın? Kızgın da bir yer. Ben birkaç tane insana da bakıyorum, yalnızca bizde bu kadar acayip bir önemseme meselesi var “Vay be, oturduğum yerden dünyayı değiştirebilirim demek ha?” gibi. Hayır sen donanımın doğrultusunda değiştirebilirsin. Güzel bir şey söyleyebilirsen elbette, neden olmasın? Yani “Herkes bir kap su koysun”, tamam. İkinci laf, “Koymayanın ta anasını avradını”... Allah, Allah, yani yalnızca mı hayvan sevelim? Seni de sevelim.

Garip şeyler, garip duygular.

Image

SINIRLAR ÜZERİNE

T.Ö.: Ama sen büyük ölçüde kendi alanını yaratabilmiş, bu tip durumlardan sıyrılabilen birisin...
C.Y.: Geçen gün bir seyahat sırasında birisi, bu artık fıkra konusu olabilecek bir şeyken, şu anki çok taze bir gazete haberiyle ilgili fikrimi soruyor mesela. Hemen fikrini söylemeni istiyor. Hemen!

T.Ö.: Evet, ben de gördüm, çok boğucu bir şey yaşıyorsun, ama senin birey olarak çok kaçmış ve çok kurtarmış bir durumun var orada. Kendi düşünce sisteminde çok özgürleştirdiğin bir yerin var kendine yarattığın.
C.Y.: Anladım, ama ben de kendimi şöyle suçlu hissediyorum. Yani insan şunu düşünmüyor değil vicdanen: “Allah Allah, yani bana izafe ediyorlarsa o zaman benim hakikaten farkında olmadığım bir gücüm var mı?” Böyle düşünüyorum, niye düşünmeyeyim? İnsan olarak iyi şeylere sebep olmak, faydan olmasıyla ilgili bir şey düşünüyorsun ama çok fazla düşündürtüyorlar bunu. Yani o kadar çok şey istiyorlar ki bazen. Bunu bazen hayattan istifa ettirecek kadar istiyorlar. Niye istiyorsun ki? Hepimiz aynı şartlarda değil miyiz? Ben de onu anlamıyorum. Yani benim gizli gizli

içimde tayt giydiğimi mi düşünüyorlar? “Ben bir süper kahramanım.” İnsanlar öyle düşünüyor. Neden öyle düşünüyorlar ayrı. Yani aynı kudrette olduğunu düşünmesini arzuluyorsun herkesin, belki de daha iyi. O da senin için aynını, senin daha iyi olabileceğini düşünüyor işte. Hepimizin kendini suçladığı şey bu. “Niye daha iyi değiliz?” Haha...

Ama ben bunu nezaketle, şakayla yapmaya çalışıyorum. Bazısı sert sözle yapmayı tercih ediyor. Yani ben mesela nezaketle, şaka yaparak “Ulan sizi gidi sizi” diyorum. Ama o öyle demiyor. Benim onda gördüğüm eksikliği ben bir şakayla söylüyorum ama onun, bende gördüğü eksiği bir şakayla söylediğine şahit olmadım. Daha sert söylüyor. Atıyorum, yaptığım işi çok sanatsal bulmuyor ya da eleştirel bulmuyor. Tamam. Filmi film gibi bulmuyor. Ve bunu pek de nezaketli ve zihin açıcı şekilde söylemiyor. E, o zaman eşit olmuyorsun ki. Yani eşit şartlarda değilsin. Bir bakıyorsun ki, evet, meğerse ben de dayak yiyenler sınıfındaymışım. Bu mu şimdi bizi iyi hissettirecek?

T.Ö.: Evet ama onun karşılığında sen kendine duyduğun saygıdan vazgeçmemişsin. Bu çok güzel bir şey.
C.Y.: Ama yöntemin muhteşem, doğru bir yöntem olduğunu hissetmiyorsun ki. Kabiliyetin ölçüsünde, kafan aldığı kadarını yapıyorsun. Sürekli “hakikaten ne yapabilirim başka” diye düşünüyorum. Hep aklımda. Ama bir çözüm bulamıyorum. Bizim memlekette gündemle ilgili bir şey yapmak demek, hakikaten, hiç güzel bir şeyden bahsetmemekle aynı anlama geliyor. Yani gündemle ilgili konuşmanın içinde hiç...

T.Ö.: Umut yok...
C.Y.: Hayır, güzel bir şey yok.

T.Ö.: Hayır her şey çok kötü, mutsuz konuşacağız anlamında demiyorum. Gerçekten üretici, umut dolu bir şey yok.
C.Y: Her şey çok kötü değil de, bu gündem denilen şeye çok dar bir yerden bakılmasından nasıl bir fayda bekleniyor ben onu anlamıyorum. Diyelim ki bizim gündemimizde şu var: “Allah Allah, okullarda niye daha fazla sanata dair bir şey yok?” Şimdi bununla ilgili bağırsak çağırsak, bu sefer de biz daraltmış oluyoruz konuyu. Çünkü cevabı da o darlıkta gelir. “Niye yok?”, “Çünkü istemiyoruz!” diye betona çarpıverirsin. Ama şundan bahsedebiliriz: “Ya okulda daha çok sanat olaydı da beş kişi daha mandolin çalaydı” diye şakasını yaparsın, ve bundan devamlı bahsedersin. Yoksa arzularımızla, yaşam şeklimizle ilgili biz de sertlik yaptığımız zaman hemen cevabı hazır zaten. “Hiçbir sanat kurumu kalmadı kardeşim, bu kadar da baleden nefret etmeyin ya” dediğinde aynı cevap hazır yine. Hiç tatlı bir sohbet de değil. Bir yere de evrilmez.

Burada çok enteresan şöyle bir kabahat var, her şeyi snobe edenlerin düştüğü bir durum bu; otuz, kırk, elli sene boyunca bir sebeple, bir yaşam şeklini, bir yaşamdan zevk alma tavrını snobe etme meselesi herkesin başına bela olmuş. Şimdi başka bir dil bulmak lâzım. Açıkçası çocukluğumdan beri bir yaşam şeklinin tarafında olmadım. Zihninde demokrat, özgürlükçü her insanın düşüneceği yer böyle bir yer. Ama öyle bir hâl oluyor ki, demek ki yetmiyor. İnsanların sıkıştığı yerleri de anlamlı buluyorum tabiî. Bir şarkı var ya “Bir Şey Yapmalı” diye, bizim şarkımız “Bir Şey Yapmalı” olmamalı. Yapılması gerekeni yapmak, öyle yaşamak. Belki bir örnek teşkil eder umuduyla bir şey yapmak. Ben bilginin, görgünün, birini daha kazandığı zaman bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Benim okuduğum kitabın, seninle sohbet ederken sana da faydası olması lâzım. Ya da senin bir sahne tecrübenin benim oyunculuk macerama bir faydası olması gerektiğini düşünüyorum. Neyle lâzım bu? En başa döneceğim; dili iyi kullanıp bu iletişimi arttırmakla olacak. Anlamak, anlatabilmekle olur bu ancak, başka türlü olmaz.

T.Ö.: Dikte ederek olmuyor yani.
C.Y.: Biraz da taviz vermeden yapacaksın. Dili değiştirmek, taviz vermek gibi algılanabiliyor bazen.

T.Ö.: Bence o tamamen taviz vermemekten geçen bir şey aslında.
C.Y.: O nedenle herhangi bir tavrı daha az politik bulmalarının sebebi bence sertlik dozunla ilgili bir arzu. Daha sert söylenmesi gerekiyor diye düşünüyorlar. Haklı olabilirler, bilmiyorum. Vicdanen, doğru, haklı olabilirler.

T.Ö.: Ama dediğin gibi, bunu “gündem”, vs. gibi kelimelerle yaptığında bence işe yaramıyor. “Politik olmak” sözü de benim sıkıntım olan bir konu. Çok saçma buluyorum.
C.Y.: Zaten kelime öyle bir kelime ki, insanla teması kesmek anlamına geliyor “apolitik olmak” aslında. Apolitiklikle suçlanmak öyle bir şey yani. İnsanla teması yok demek. Ben de bunu çok anlamsız buluyorum. O zaman senin politize olmuş hâlinin de benimle teması yok ona bakarsan. Hayranlık uyandırmayı, hele hele kitlesel hayranlık uyandırmayı ben önemsemiyorum ki. Ben “komiklik yapıyorum” ama sen daha önemli, toplumun yaşantısıyla ilgili politize fikirlerle bir şey üretiyorsan, kesinlikle daha popüler olman lâzım. O zaman yap bunu dostum. Yani benim değil senin 7 milyon takipçin olması gerekiyor, canım kardeşim benim. Biz seninle aynı taraftayız, ama tatlı, güzel, özgürlükçü yaşam şeklimizi beraber yapamıyoruz anlamına gelir bu. Ama başarısızlığı da kimse üzerine almıyor. Fark ettiysen yaldızı maldızı kaldırdığın zaman geriye hep insan kusuru kalıyor. Şey gibi bu, “Ulan ne emperyalist bir marka yahu, herkese giydirdi bu tişörtten.” derler. Nasıl yaptığı bilimsel olarak açıklanabilir, bir takip et nasıl yaptıklarını. Yani bunları bilmemek bir kusur değil mi? “Olur mu canım bunların hiçbiri kusur değil. Hey sen, komedyen, çabuk konuş bu konuyla ilgili!” Haha...

T.Ö.: 7 milyon takipçiyi yapan sen buna çabuk bir şey bul. Hemen onları engelle.
H.D.: Evet insanlar tembel ya. Girdim araya böyle ama.
C.Y.: Evet, tembel. Hepimiz tembeliz, doğru.

T.Ö.: Tayt giyiyormuşsun içine, onun için senden bekliyor olabilirler.
C.Y.: Bir süper kahraman taytsız olur mu? Yani madem ki süper kahramanım… Bizim çıkış noktamız insan sevmek, ümit, insanlardan ümidini kesmemek ve benzerini bulduğunda sevinmek, kalabalıklaşınca mutlu olmak, ama nezaketi de elden bırakmamak. Yani kandırmak denen şey benim lûgatımda yok. “Bizim tarafa gel, çok güzel şeyler var” gibi bir şeyler yok hiç. Bizim hayatımız kendi tercihlerimizle ilgili şüphelerden oluşuyor. Bu kadar dürüst. Bilmiyorum ki iyi mi kötü mü. Sen bu kadar dürüstken öbür tarafta vaatler var ama. Başka fikir âleminde bir sürü şey var, güzel vaatler, ödüller, fıstık gibi şeyler… E çok güzel… Tıpkı bir emperyalist marka gibi bir sürü vaadi var. Hu-huu, çok tanıdık geldi kampanyanız! Haha, bizim tarafın bir şeyi yok ki.

T.Ö.: Evet yok. Ama güzel şeyler bizim tarafta.
C.Y.: Güzel şeyler bizim tarafta da yük var yük.
T.Ö.: Yük’te de oynadım, ondan da bahsedebiliriz. Haha...

Image

“PEK YAKINDA” ÜZERİNE

T.Ö.: En komik yerleri çıkarttığın için üzüldün mü mesela?
C.Y.: En komik yerleri çıkartmadım ki. Yani bir öyle, ikincisi geçen yıl onu bir söyleşide bana sordular, ben de bu konuda biraz soğukkanlı bir cevap verdim. Valla ben şöyle düşünüyorum: bence komik. Komik yani, niye komik olmasın ki? Benim anladığım anlamda komik. Ama bir filmin nasıl komik olmayacağını sen daha iyi biliyorsun.

T.Ö.: Evet, sağ ol. Nasıl sıkıcı olacağını falan...
C.Y.: Haha, hayır, sıkıcı değil katiyen. Katiyen öyle bir duygum yok. Filmlerde herkese haz veren başka şeyler var. Benim hayal ettiğimden daha iyi oldu film. Hepimiz çok güzel canlandırdık, izlendiği zaman inandırıcılıktan uzak hiçbir şey yok bence.

T.Ö.: Bence derdine sahip çıkan, çok güzel bir dünya kurdun. O dünyaya her giren çıkanın çok güzel bir gerçekliği var o dünya içinde. Bence sinema demek zaten o dünyayı kurmak demek.
C.Y.: Yani bir iki mekanik kusuru olabilirdi. Yani işin arkasında ilk defa birazcık daha derli toplu bir senaryo yazma gayretinden kaynaklı “Şu karakter fonksiyonlu mu, bu değil mi?” gibi daha kuru sözler söylemeye başlayınca “Öyle olunca da işin neşesi, şımarıklığı azalıyor mu?” diye düşünebilirsin. Ama ben o karakterleri fonksiyonel kullandığım hâlde lâzım oldukları için konulmuş duygusu yarattıklarını düşünmüyorum. Bunu oyuncuların kim olduğu da etkiliyor. Metinde olan ama filme girmeyen, canlandırdığımızda o kadar da işe yaramadığını gördüğümüz şeyler de aslında bu sebeple çıkıyor. Ben çok memnunum, güzel bir tecrübe oldu. Daha iyi bir film yapmak üzere dükkânı kapattık, setten ayrıldık, dekorlarımızı söktük; ben öyle düşünüyorum. Ve ben bu filmi çok iyi hatırlayacağım, yıllar sonra tekrar karşıma çıktığı zaman izlerim. Diğerlerinde de aynı his oluyor.

T.Ö.: Ama burada ilk defa yönetmenlik yaptın.
C.Y.: Çok da kötü bir yönetmenim tabiî…

T.Ö.: Hayır sonlara doğru çok güzeldin.
C.Y.: Haha, sonlara doğru mu?

T.Ö.: Evet, yani bence onu görmek en güzel şeydi. Gerçekten son haftalarda iş, işin dili oturmuş oluyor. Her yönetmen için bu geçerli. Bir dahaki filmini çok büyük bir arzuyla bekliyor olacağım.
C.Y.: Sette yönetmenin yarattığı rüzgârın çok minimal olmasından yanayım. Ben onu tecrübe ettim. Sette rüzgâr yaratmanın hiçbir anlamı yok. Bazen, bazı endişelerle orada verim alamayacağını bilerek bir şey söylemek gibi… Bizde bunlar yine minimal değildi ama bence iyi bir çalışmada bunlar çok daha minimale inmeli. Yani sette bir şeyi deneme meselesine inancım çok azaldı. Hiç doğru bir fikir değil bence.

T.Ö.: Tamamen öyle çalışan yönetmenler de var.
C.Y.: Tamamı böyle olan filmler de var, çok başarılı örnekler de var. Ama bence bizim işlerde, sette nüanslarla ilgilenmek gerekiyor. Bir diğer fikrim de çok daha iyi yazmak gerektiği. O daha önemli bir şey. Çok daha iyi yazmak gerekiyor. Çünkü benim kendi sinemacılığımda resimle ilgili çok da büyük beklentim yok. İyi yazılmış karakter daha çok yapmak istediğim bir şey. Aslında benim gibi çok tecrübeli olmayan bir yazar için kalabalık bir filmdik.

T.Ö.: Kalabalıktık ve bütün karakterlerin nüans doluydu gerçekten. Bütün bunları gösterebildik mi sonunda bilmiyorum ama…
C.Y.: Bence gösterdik canım. Bir Fellini kadar kalabalık değil ama, gene de hatrı sayılır bir kalabalık vardı. Yazma evresini çok daha fazla önemsemek lâzım. Aynı şekilde oyuncularla set öncesi geçirilen mesainin de daha renkli olması lâzım. Orada kıran kırana şeyler olabilir. Set bence böyle bir şeyin yeri değil. Yani bu ferahlıkla, bu bütçelerle yapılan bir işte sette anlık parlak buluşlar olabilmeli, o kadar. Ama baştan yıkıp yapmak falan çok korkutucu. Blue Is the Warmest the Colour örneğinde olduğu gibi… Abdellatif Kechiche, kızları serbest bırakmış, konuşmalarına izin vermiş … Ben “size bırakıyorum çocuklar” dediğimde neticede o kadar da “size bırakıyorum” anlamına gelmediğini biliyoruz. Yoksa bir amaca hizmet etmeyen bırakılmışlığın ne anlamı var?

T.Ö.: Yani hiçbir şekilde öyle olamaz ama zaten üzerinde çok uzun çalışılmış bir film. Yani onların arasında müthiş bir kurgu izliyoruz muhtelemen.
C.Y.: Evet ya da biz çok büyük bir malzemenin, yani neredeyse gerçekten üç ay gibi bir zamanın rafine olmuş halini görüyoruz gibi.

T.Ö.: Bir de muhtemelen istediği çerçeveyi o kadar iyi çiziyor ki, orada bayağı işin içine girmiş ve yaşıyor onu. Zaten o çerçeve çok iyi çizildiyse filmin sonlarına doğru oyunculuk da o şekilde rahatlıyor. Yani sağa da gidebilirim sola da. “Bir dakika o senaryoda öyle yazmıyordu ama şimdi değiştirdin” gibi bir sıkıntı hiç olmuyor mesela. Çünkü zaten çok iyi bir çerçeve belirlemiş oluyorsun.
C.Y.: Oyuncuları tanımakla ilgili bir mesele var ya. Bizim filmde belki bu kadar sofistike ve derin bir ön çalışma yapmadık ama neticede Arzu karakterini sen oynuyorsan, senin böyle bir kocaya, sekiz dokuz yaşında böyle bir çocuğa sahip olman ve meselelere de bakışının nasıl olduğunu verdikten sonra geri kalan seni bu maceranın içinde seyretmek olur.

T.Ö.: Evet. Bir de kadının derdini anlayabiliyorsan sen oyuncu olarak, neye dertlendiğini, nasıl bir önem taşıdığını…
C.Y: Bizim “Bana o kadar sinirli girme, seyirci de senden nefret etmesin. Buna da gerek yok. Alttan alttan bu adama biraz sevgi göster” gibi de bayağı konuştuğumuzu hatırlıyorum aslında. Mesela anahtar bir şey o. Dolayısıyla orada küçücük bir şey değişiyor, ses tonu, ya da konuşmadığı anlarda acıyarak bakarak “İstediğim gibi bir adam da olmuyorsun ya” gibi bir nüans hissettiriyor ya, öyle şeyler işte. Bazen insanlara bu lâzım bile olmuyor, biz yine bu inceliği gösterdik, haha...

T.Ö.: Evet ama onu göstermesek… Zaten onu aradığımız için ben de oynuyorum bu filmde.
C.Y.: Yaşa. Ben de onu arıyorum. Biz Her Şey Çok Güzel Olacak’ta Mazhar Ağbi’yle birkaç sahneden sonra “Ya oğlum ne biçim roller” gibi şeyler konuşmuştuk. Gerçi ben yazımında da bulundum ama, “Oğlum bunlar ne biçim adamlar ya, biz belgesel mi çekiyoruz?” demişti. Çünkü o kadar oynanmayan repliklerdi ki. Serbestlik de çok değişirmekle, ağzımızı oturtmakla ilgili. Yani hiç tuluat yapmadık. Gerçekten yapmadık. Ama lafları ağzımıza geldiği gibi söyledik. Mesela Mazhar Ağbi’nin filmin içinde olan bir cümlesi var. Ona diyorum ki “Vay be Nuri Ağbi, dayak yedik ayrıldık, dayak yedik barıştık.”, “Haydi Altan, haydi sen gidiyorsun” diyor, beni yolcu etmeye çalışıyor, “Nereye gidiyorum ya?” diyorum, o da diyor ki “Nereye geldiysen oraya nereden.” Yani “Nereden geldiysen oraya” diyecek ve gönderecek beni, yazılı olan bu. “Nereye geldiysen oraya nereden.” dedi ve bu filmde yani. Kalkıp da onu düzeltmenin hiçbir gereği yok çünkü o konuşma dili gibi oldu. “Nereye geldiysen oraya nereden.” Bomba yani. Bununla hiç oynamaya değmez yani.

T.Ö.: Pek Yakında’da yapamadığımız şeyler bunlar.
C.Y.: Niye ki?

T.Ö.: Hiç değiştirtmedin. Hehehe... O da büyük bir zevk oyuncu için bu arada.
C.Y.: Sen Yavuz Ağbi’yle çalışmamışsın, çok belli. Yavuz Ağbi nefes almanı da değiştirir, yani orada değil burada nefes al gibi.

T.Ö.: Tabiî ki, kaşımdaki o milim oynama… Her şey. Ama bütün bunların içinde bile oynamak çok keyifli bir şey. Ben ilk sinema filmimde zaten milim milim oynadım. Yıllar sonra fark ettim iyi oynadığımı o şartlar altında. Ben bir adamın filmini mahvettiğimi düşünerek yaşadım bir süre. Bana müthiş bir şans verildi ve ben mahvettim o filmi diye düşündüm. Üstelik bunu anlamam iki sene sonrası falan değil. İki sene kadar önce “Yok, ben orada bayağı oynadım aslında” diye düşündüm. Çünkü bütün o şartlar altında düşünmeye devam edebilmek bile çok zor olabiliyor bazen. Ama en güzel kısmı da o ne yazık ki.
C.Y.: Bazı türler, bazı kısıtlamalar ya da bazı film imkânları, açık söylemek gerekirse sessizlik, dinlemek, ne bileyim hüzünle camdan dışarı bakmak yani sinemanın imkânları, ışığın ve ambiyansın sağladığı katkılar, müziğin bir duygu yarattığı ortam gibi sana çok yardımcı olan faktörler de var. Humphrey Bogart’a demişler ki “Siz Casablanca’da gelip sigarayla en son şöyle diyorsunuz ya…” , o da “Valla ben bir şey yapmadım, bana şöyle bir 45 cm gel de bak dediler, ben de onu yaptım.” Adam bunu alaylı bir dille böyle söylemiş. Bu da o hesap, yani böyle yardımcı olan şeyler de var. Benim ne çok ilgimi çeker biliyor musun? Kötü oyunculuğu en belli eden şey oyuncunun kaydedildiğini belli etmesidir. Öyle kötü bir şey ki. Kameranın bir tarafında olduğunu belli ederek “Ne diyorsun ya?” demek gibi. Var maalesef öyle bir oyunculuk tipi. Meslekte çok erken terk edilmesi gereken bir şey. Benim mesela bir tane böyle çok belirgin bir kusurum var. Hayatım boyunca unutamıyorum onu. Mazhar Ağbi bana bir şey söylüyor Her Şey Çok Güzel Olacak’ta, “Ne alâkası var ya?” diyorum, ona oynayacağım yerde bariz, yani direk dönüp kameraya değil tabiî, ama “söyledim mi söylemedim mi, yapabildim mi acaba” duygusu kabak gibi belli. Çok kötü. Ama o benim için bir işaret. Ondan sonra açıkçası çok doğal oynadığımı düşünüyorum. Yine zorlardan biri, Av Mevsimi’nde vuruluyorum. Vurulma hissini anca rüyandan bilebilirsin. Orada samimiyetle vücudumda ne olduysa öyle davrandım ve birisi dedi ki “Ay ne biçim bir ölme o” falan. Ay daha önce nerede öldün? Nereden biliyorsun? Ben öyle öldüm yani. Birisi böğründen vurulmuş, garip garip hareketler yaparken onun kötü oyunculuk olduğunu nasıl anladı? Hayret. Demek ki ben kötü ölüyormuşum, bir daha ölmeyeceğim.

T.Ö.: Öpüşmeni de beğenmiyorlar ama.
C.Y.: Hahaha, teşekkürler Tülin. Ama canım o küçük bir buseydi. Yani gerçekten zor olsa gerek. Ama o sorunu ortadan kaldıran şey, kameranın orada olmadığını düşünmek, herhâlde 101’idir bu işin. Bırak sen kamerayı yani. Onunla oynaşmamak gerekiyor bence. Çok zor iş gerçekten. Valla zor iş. Bütünü zor.

ÖNCEKİ Farklı enerjilerin kesişim noktası: TUNDE ADEBIMPE SONRAKİ SELDA BAĞCAN ve GAYE SU AKYOL: En Büyük Selda Başka Büyük Yok
Bu yazıyı paylaş