“Zorunlu askerliğe hayır”: Türkiye’de vicdanî ret

Bu yazıyı paylaş
İçerik

“Zorunlu askerliğe hayır”: Türkiye’de vicdanî ret

Röp: Neyir Özdemir, 13melek - İllüstrasyon: Sadi Güran
ÖNCEKİ Düşlemeye davet: Aron Wiesenfeld SONRAKİ Prömiyerden hemen önceki hafta: Gonca Vuslateri soruyor, Rıza Kocaoğlu cevaplıyor

Türkiye’de vicdanî ret mücadelesinin geldiği noktayı konuşmak için vicdanî reddini 2001'de açıklayan Mehmet Tarhan ve 2011'de açıklayan Merve Arkun'un kapısını çaldık.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Türkiye'de vicdanî retçilerin sayısı, 2004 yılından beri kadınların da katılımıyla, 400'e yaklaşmış durumda. Vicdanî ret hareketi, Tayfun Gönül'ün 1990 senesinde başlattığı “Zorunlu Askerliğe Hayır” kampanyasından beri büyük mücadelelerden geçti ancak Türkiye hala 47 üyeli Avrupa Konseyi içerisinde bu hakkı tanımayan tek ülke konumunda. Bedelli askerlik konusunun tekrar gündem olduğu şu dönemde vicdanî ret mücadelesinin geldiği noktayı konuşmak için vicdanî reddini 2001'de açıklayan Mehmet Tarhan ve 2011'de açıklayan Merve Arkun'un kapısını çaldık.

“Vicdanî reddi savaşlara karşı bir eylem biçimi olarak görüyor ve bu amaçla kullanıyorsanız oldukça güçlü bir karşı hamle olarak da görebilirsiniz.”

Mehmet Tarhan anlatıyor:
2001 yılında vicdanî reddinizi açıkladınız. O dönemde sizi bu kararı almaya iten sebepler nelerdi?
1995-2000 arasında aralıklarla üç yıl kadar Lice’de bulunmuştum. Bu dönem aynı zamanda ilk gençlik yıllarıma denk geliyor. Yakından şahit olduğum savaşa karşı bir tepki geliştirme gerekliliği hissi beni anti-militarizme götürdü. Aynı dönemde Osman Murat Ülke tutuklanmış ve yargılanmaktaydı. Bu davanın dikkatimi çekmesiyle Vicdanî Ret ile de tanışmış oldum. 2001 başında memuriyetten istifam sonrasında Ankara’da reddimi açıkladım. 11 Eylül saldırılarının hemen sonrasına denk gelen bu dönem “Ya bizdensiniz ya terörist” söyleminin egemen olduğu ve neredeyse hiç tartışılmadığı bir dönemdi. Ben de en azından kişisel olarak “bir eksiksiniz” demek istedim.

Türkiye’deki ilk vicdanî retçi Tayfun Gönül’ün vicdanî reddini açıklamasının ardından 25 yıl geçti. 25 yılda vicdanî ret konusunda Türkiye’nin geldiği noktayı nasıl değerlendirirsiniz? Olumlu gelişmeler var mı?
Kavramın bilinirliğinin artması ve altı tane AİHM kararına rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vicdanî ret hakkına yaklaşımında bir değişiklik söz konusu değil. Bunu en yetkili ağızlardan defalarca duyduk. Ana sorun bir hak kategorisi olan vicdanî ret konusunda yetkili ağız olarak halen Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nın yetkili kurum olarak tanımlanması. Bu bakış hükümette de medyada da geçerliliğini koruyor. Maalesef sivil toplum da vicdanî reddi sadece “zorunlu askerliği reddetme” ile sınırlı liberal bir hak kategorisi olarak görüyor. Dolayısıyla “ilgili” kurumlar ile sivil toplum arasında müzakere edilen bir konu olarak kalmakta. Konu daha çok vicdanî retçilerin mağduriyetlerine kilitlenmekte ve devlet için hakkı tanımaktan ziyade kişisel mağduriyetleri önleyici birkaç göstermelik tedbirle geçiştirilebilecek bir AİHM kararına indirgenmekte. Her ne kadar geçen 25 yılda, özellikle 2011 tarihli Bayatyan v. Ermenistan kararıyla birlikte vicdanî ret konusunda AİHM içtihatları değişmiş ve vicdanî ret bir hak kategorisi olarak tanınmış olsa da Türkiye Cumhuriyeti Devleti için hâlen Avrupa Konseyi ile kendisi arasında çözümü ertelenebilir bir pürüz olarak değerlendirilmekte.

Türkiye’de vicdanî retçiler hukuki süreçlerin yanı sıra sivil ölüm denilen hak mağduriyetleriyle de mücadele etmek zorunda bırakılıyor. Sivil ölüm nedir, siz nasıl yaşadınız?
Sivil Ölüm, AİHM’in Osman Murat Ülke v. Türkiye kararında ortaya attığı bir tanımlama. Mahkeme bu durumu sözleşmenin işkence ve kötü muameleyi yasaklayan 3. maddesinin bir ihlali olarak tespit etti. 2006 yılında henüz AİHM içtihadında vicdanî ret bir hak kategorisi olarak tanımlanmıyordu. Bunun tanınmaması ve yargılamaya tâbi tutulmasına karşı dayanak olarak kullanılan, sözleşmenin düşünce ve vicdan hürriyetini koruyan 9. maddesinden mahkûmiyet kararı çıkarmamak için bulunmuş yaratıcı bir çözümdü. Böylece mahkeme vicdanî ret hakkını bir kategori olarak koruma altına almaktansa, hakkın kullanılmasıyla ortaya çıkan mağduriyetlere yoğunlaşıyordu.

Vicdanî retçilerin maruz kaldıkları sürekli ve birbirini tekrarlayan yargılamalar ve cezaların günlük yaşamı imkânsız hâle getirmesini “sivil ölüm” olarak tanımlamış oldular. Kavram Türkiye Cumhuriyeti yasalarınca olumlu ya da olumsuz hiçbir surette tanımlanmadığı ya da yasaklanmadığı için vicdanî retçiler tutuklanmalarından itibaren “asker” kişiler olarak tanımlanarak askerî mahkemelerde emre itaatsizlik, firar ya da izin tecavüzü gibi suçlamalarla yargılanmakta, tahliyeleri sonrasında askerî birliğe gönderilerek tutumlarını sürdürmeleri hâlinde yeniden yargılanmaktadır. Bu fasit daire pratikte ömür boyu hapis anlamına gelmekte. Yargılamaların bir noktasında tahliye sonrası serbest bırakılan vicdanî retçiler ise “firarî” statüsüyle aranmakta. Bu statü sigortalı bir işte çalışamamanız, sağlık hizmetlerine ulaşamamanız, eğitim alamamanız, seçme-seçilme hakkını kullanamamanız, pasaport alamamanız, seyahat edememeniz, hattâ kendi adınıza kira kontratı bile yapamamanız anlamına geliyor. Yani bir yurttaş olarak günlük ihtiyaçlarınızı karşılamak açısından “yok” hükmünde olmanızın yanısıra bir “kanun kaçağı” olmanız dolayısıyla da sürekli tutuklanma riskiyle yaşamak zorunda kalırsınız. Aslında bu durum tüm asker kaçakları ve firarîler için geçerlidir.

2013 yılı sonuna dek ben de kimliksiz ve “sivil ölüm” denilen durumda yaşadım resmî olarak. Az önce bahsettiğim tüm sorunları yaşadım. Ancak asıl yorucu olan her konuda sürekli başkalarının desteğine ihtiyaç duymaktı. Örneğin telefon hattı alacaksınız; başkasının adına alırsınız. Ev tutacaksınız; başkasının adına tutarsınız. Hastalanırsınız; tanıdık doktor bulup başkasının adına hastaneye gidersiniz. Bu durum ilk anda insana çok zor gibi gelmeyebilir fakat kendi kendine yetemiyor olmak bir süre sonra insana çok yük bindirebiliyor. Elbette sürekli tutuklanma riski sebebiyle uzun vadeli planlar yapamamak, yaptığınız hiçbir işin ya da aldığınız hiçbir eğitimin resmîyette ve dolayısıyla özgeçmişinizde görünmemesi 30 yaşın üstündeki biri için oldukça zorlayıcı olabiliyor.

Bedelli askerliğin çıkmasıyla birlikte profesyonel ordu tartışmaları da tekrar gündeme geldi. Profesyonel ordu kavramı vicdanî ret perspektifinden bakınca nereye oturuyor?
Vicdanî ret perspektifinizin ne olduğuna göre değişir. Örneğin uluslararası kabul gören liberal hak kategorisi olarak bakarsanız bir çözüm olarak görülebilir. Fakat vicdanî reddi savaşlara karşı bir eylem biçimi olarak görüyor ve bu amaçla kullanıyorsanız oldukça güçlü bir karşı hamle olarak da görebilirsiniz. Ben anti-militarist bir yorumla vicdanî ret hakkımı kullandığım için ikinci bakışa sahibim. Devletlerin kendi zorbalık sistemlerini korumak için çağın ve teknolojilerin de gereklerine uygun bir şekilde ürettikleri yeni bir yöntem olarak görüyorum. Artık toplumu militarize etmek, makbûl vatandaş nasıl olunur öğretmek için devletlerin her erkeği askere almalarına gerek yok; eğitim yaygınlaştı, daha da etkili bir araç olarak medyaya da sahipler.

Profesyonel orduları olumlu bir noktada değerlendirmenin tek yolu insanların bu mesleği özgür iradeleriyle seçtikleri ve emeklerinin karşılığını aldıkları fikrine inanmak. Ancak durumun bu olmadığı, profesyonel ordularda maaşlı askerlik yapan kişilerin gelir durumlarına ya da yurttaşlık durumlarına bakılarak anlaşılabilir. Türkiye için de sözleşmeli er ve uzman erbaş kadrolarının hangi ekonomik ve sosyal sınıflardan geldiklerine bakmak da açıklayıcı olabilir. Eğer başka türlü bir zorunluluktan bahsetmiyorsak ve özgür iradeleriyle bu işi yaptıklarını düşünüyorsak zaten profesyonel katillerden bahsediyoruzdur. Aynı özgür irade varsayımını genişletecek olursak Somalı madencileri, üçüncü köprüde ya da AVM inşaatlarında çalışan işçileri doğa katliamcıları olarak görmemiz gerekir. Dolayısıyla profesyonel ordu, vicdanî ret hakkı gibi varsayılan devlet-yurttaş sözleşmesinin feshi ya da yeniden müzakeresi anlamına gelebilecek taleplere karşı üretilmiş yeni bir enstrümandır.

Sizin şahit olduğunuz süreçte LGBTİ bireylerin vicdanî redde bakış açısı ve vicdanî ret hareketi içinde LGBTİ bireylere bakış anlamında ne gibi değişimler yaşandı?
Türkiye LGBTİ hareketi baştan itibaren özgürlükçü bir tutum sergilemiş ve her zaman vicdanî ret hakkının savunucusu olmuştur. Vicdanî ret konusunda çalışan yapılarda ise özellikle kadınların güçlenmesi ve LGBTİ hareketiyle organik bağlar geliştikçe olumlu yönde bir değişim olduğundan bahsetmek mümkün. Tabiî vicdanî red çalışması yapan gruplar genişleyip çeşitlendikçe bu konuda her iki taraf için de zikzaklar beklenebilir.

Pınar Öğünç’ün Asker Doğmayanlar kitabındaki söyleşinizde, “Vicdanî ret hareketi olabileceğine inanmıyorum” demişsiniz. Vicdanî ret neden bir hareket olamaz? Bu doğrultuda, zorunlu askerliğe karşı ne tür bir mücadele yürütülmeli?
Tekil ve uluslararası kabul görmüş bir “hak” kategorisinin üzerine inşa edilecek bir hareketin sağlıklı olmayacağına inanıyorum; keza bu kabul aynı zamanda sınırlandırmayı da beraberinde getirir. Yani uzman bir boksör karşısında ringe çıkmayı kabul etmek ve nakavt olmadan mümkün olduğunca ayakta kalıp, yaşadığınız mağduriyet aracılığıyla seyircilerin müdahale etmesini beklemek anlamına geliyor. Oysa boksörün hayatını evde, sokakta, duşta cehenneme çevirmek var diğer tarafta. Dolayısıyla vicdanî ret aktif siyasi bir müdahale aracı olmaktan ziyade devletler hukukunun meşruiyetini tanıyan bir müzakere meselesine dönüşebiliyor. Bu müzakereler, devletin yapısını ve meşruiyetini bir kenara bırakıp mağduriyetler üzerine yoğunlaştıkça bütün bir sistemin meşruiyetini güçlendiren bir yere savrulabilir. “Sivil alternatif hizmet” ya da “profesyonel ordu” talepleri ya da bu yeni araçları görmezden gelme buna örnek olarak verilebilir. Ayrıca bu mağduriyet odaklı müzakere durumu bir “vicdanî retçi” kimliği ortaya çıkarır ki bu kimliğin temsilcisinin kim olacağı tartışması hakkın siyasî bir araç olarak kullanılabileceği alanın daralması anlamına gelir. Dolayısıyla vicdanî ret, salt bir siyasî eylem biçimi olarak ele alınmalı ve bu eylem biçimi olabilecek en geniş alanda kullanılmalıdır. Yeni yurttaşlık tanımlamalarında bir müzakere aracından çok itiraz göstergesi olarak kullanılmalıdır.

Image

“Vicdanî reddin yaratılan toplumsal rollerin reddedilişinin de bir parçası olduğunu düşündüğümüzde, bu hareketin zaten kadın özgürlük mücadelesi ile olan yakınlığı aşikâr.”

Merve Arkun anlatıyor:
Toplumun büyük bir kesiminde zaten askerlik yapmak zorunda olmayan kadınların neden vicdanî retlerini açıkladıklarını kavrayamama durumu var. Bu bakış açısına cevabınız nedir?
Askerliğin yalnızca erkekler için zorunlu olduğu bu topraklarda, kadınların vicdanî ret hareketi içerisindeki varoluşlarına dair bir anlaşılamama durumu söz konusu. Bu durum her ne kadar geçtiğimiz yıllara oranla azalsa da halen mevcut. Vicdanî retçi kadınların hemen hepsi kendi retlerini yalnızca zorunlu askerlik hizmetine değil, bütünlüklü bir militarist kültüre karşı gerçekleştiriyor. Bu bütünlüklü bakış açısının kendisi de aslında var olan bu anlaşılamama durumuna bir yanıt oluyor. Yaşadığımız topraklarda devlet kadınların eline zorla silah verip bizleri kendi ordularının bir parçası olmaya zorlamıyor gibi görünse de, kadınlar aslında yaşamları boyunca var olan militer kültürün baskısına maruz kalıyor. Devletin, vatanı, kutsal olan "ana"ya benzettiği, vatan namusunu tıpkı "kadın namusu" gibi korunması gereken bir "kutsal" olarak ilan ettiği coğrafyalarda kadının varoluşu, vatanın varoluşuyla özdeşleştiriliyor ve bu doğrultuda kadın kendi kimliğini ve benliğini unutmaya zorlanıyor. "Korunması gereken kutsal namus-vatan" için yaratılan her savaşta kadın, bu savaşların devamlılığı doğrultusunda araçsallaştırılıyor. Savaşlarda ölmek zorunda bırakılacak evlatlar doğurmaya, bu evlatların yolunu gözü yaşlı beklemeye, kaybettiklerinin ardından "Vatan sağ olsun" demeye zorlanıyor. İşte vicdanî retçi kadınlar da, tam da bu noktada, yaratılan bu toplumsal rolleri reddederek, devletlerin savaşlarında araçsallaştırılmayı reddediyor. Tabii ki militarizm yaşamın her alanına yayılmış ve özellikle de kadını baskılayan taciz-tecavüz-şiddet kültürünü büyütür, ataerkil egemenliğin devamlılığında kadını kimliksizleştirir ve kişiliksizleştirirken, kadınların her yeni vicdanî reddi de, bahsettiğim tüm bu ilişki biçimlerine, ataerkil baskı mekanizmalarının bütününe karşı verilen kadın özgürlük mücadelesinin de büyük bir parçası oluyor.

Kadın vicdanî retçiler vicdanî ret hareketi içinde nasıl bir mücadele verdi? Erkek vicdanî retçilerden olumsuz tepkiler aldınız mı?
Dünyanın birçok farklı yerinde kadınlar yıllardır vicdanî retlerini açıklıyor; bu topraklarda ise kadınlar 2004 yılından bu yana reddediyor. Bu mücadele, ilk zamanlarında tabiî ki şu andaki kadar görünür ve toplumsallaşmış değildi ne yazık ki. Kadınlar ilk kez vicdanî retlerini açıklamaya başladığında bu yalnızca vicdanî ret mücadelesini anlayamayanların değil, bizzat vicdanî reddini açıklayan birçok erkek arkadaşımızın da “tartıştığı” bir mesele hâline gelmişti. “Askere gitmek zorunda değilken, niçin vicdanî reddinizi açıklıyorsunuz?” sorusunu birçok kadın arkadaşımız duymuştu. Ancak bu durum yıllar içerisinde değişti, kadınların bütünlüklü bir militarist kültüre karşı gerçekleştirdiği her bir ret açıklaması daha görünür oldukça, kadınların bu mücadele içerisindeki etkisi de arttı. Bugünden bahsetmek gerekirse, her geçen gün artan vicdanî retçi kadın sayısı, bu mücadelenin daha da toplumsallaştığını görmek açısından yeterli sanıyorum.

Sizin gözünüzde vicdanî ret hareketini diğer toplumsal hareketlerle –örneğin antikapitalist hareket, feminist hareket ya da Kürt özgürlük hareketiyle- ortaklaştıran noktalar nelerdir?
Ben 2011 yılı 15 Mayıs Dünya Vicdanî Retçiler Günü’nde kendi reddimi deklare ettiğimde, tabiî ki birçok farklı toplumsal hareketle de ilişki olarak açıklamıştım vicdanî reddimi. Az önce de bahsettiğim gibi, vicdanî reddin yaratılan toplumsal rollerin reddedilişinin de bir parçası olduğunu düşündüğümüzde, bu hareketin zaten kadın özgürlük mücadelesiyle olan yakınlığı aşikâr. Özellikle yaşadığımız topraklarda, devletin 30 yılı aşkın süredir Kürt halkına karşı yürüttüğü savaşa karşı da vicdanî ret hareketi, bu savaşı durdurabilmek için en etkili yollardan biri oldu yıllarca. Yaşanan her operasyonda, her çatışmada, her katliamda vicdanî retçiler devletin uzattığı silahı tutmayı reddedip, bir halka yönelik uygulanan katliam planlarının ortağı olmayı reddetti. Kendi kimliklerinin, kültürlerinin, varoluşlarının mücadelesini veren Kürt halkının örgütlediği “Kürt Vicdanî Ret Hareketi” de, vicdanî ret mücadelesinin özellikle Kürt özgürlük hareketiyle olan bağını görmek açısından faydalı olacaktır. Ben, anti-militarist ve anarşist bir kadın olarak vicdanî reddimi açıkladığım günden bu yana, vicdanî ret hareketi benim için farklı birçok özgürlük hareketinin bir parçası oldu, hâlâ da öyle. Bizler yaşamlarımızın her alanında devletlerin, şirketlerin saldırılarına karşı var olabilmek için mücadele ediyoruz ve bu mücadele maruz kaldığımız saldırılar gibi bütünlüklü olmak zorunda. Benim için vicdanî ret hareketi de, bu bütünlüklü özgürlük mücadelesinin en elzem parçalarından biri.

Türkiye’de vicdanî ret hakkı tanınsa ve profesyonel orduya geçilse dahi militarizmden arınamayacağımız, aynı yemeğin farklı bir tabakta önümüze sürüleceği aşikar. Bu anlamda Türkiye’de anti-militarist mücadelenin önemini ve geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Tabiî ki vicdanî ret hakkının tanınması, yaşamlarımızdaki militarizasyonun ortadan kalkması mânâsına gelmiyor. İşte tam da bu yüzden, bu mücadelenin anti-militarist perspektifinin devamlılığının sağlanması gerekli. Dünyanın birçok yerinde, askerlik zorunlu olmasa da, devletler toplumların militarizasyonuna yönelik birçok çabaya girişiyor. Bu noktada, daha önce de bahsettiğim “bütünlüklü” perspektifi gözden kaçırmamamız gerekir. Vicdanî Ret Derneği’ni ilk kurduğumuz zamanlarda, “Vicdanî ret hakkı tanınırsa mücadelemizi ne yöne evriltmeliyiz” sorusunu biz de çokça tartışıyorduk. Bu noktada büyük bir ortaklığımız vardı, vicdanî ret hakkı tanınsa bile, bu birçok yerde olduğu gibi “cezalandırıcı” bir nitelik taşıyabilir, askerlik süresinin çokça üzerinde “sivil hizmet” uygulamaları başlatılabilir, tıpkı Yunanistan’da olduğu gibi vicdanî retçiler ancak “askeri bir konsey tarafından onaylanarak retçi kabul edilebilir” ve bu haktan faydalanabilmek şimdikinden daha zor hâle gelebilir. İşte tüm bu olasılıklar dâhilinde de, kaçınılmaz olarak anti-militarist bir mücadelenin örgütlenmesi gerektiğinin farkına varmak ve bu amaçla da mücadele etmek gerekiyor. Militarizmin gündelik yaşamın her ânına ve alanına yayıldığı bu coğrafyada anti-militarist mücadelenin geçtiği yol ne kadar çetrefilli olsa da, bu mücadele yalnızca zorunlu askerliğin değil bütün bir şiddet kültürünün yaşamlarımızdan çıkması açısından kaçınılmaz.

Mücadelenize 2013'te kurulan Vicdanî Ret Derneği çatısı altında devam ediyorsunuz.  Dernekleşmeden önceki örgütlülük nasıldı, dernekleşme nasıl bir fark yarattı?
Vicdanî Ret Derneği kurulduğu günden bu yana, dernek içerisinde mücadele ediyorum. Öncesinde ise 2009 yılında kurulan ve VR-DER kurulana kadar, vicdanî ret mücadelesinde etkin bir rol oynayan Barış İçin Vicdanî Ret Platformu içerisinde hareket ediyordum. Platform, özellikle çatışmaların yoğun olarak yaşandığı yıllarda Kürt özgürlük hareketiyle organik bir ilişki geliştirmiş, yaşanan savaşın bir parçası olmak, devletin silahını eline alıp katliamların ortağı olmak istemeyen birçok Kürt gencinin vicdanî ret hareketiyle tanışmasına ve zaman içerinde vicdanî retlerini açıklamasına zemin sağlamıştı. VR-DER ise bu topraklarda ilk kez spesifik olarak vicdanî ret mücadelesine odaklanmış bir dernek olarak kuruldu. Hareketin toplumsallaşması, görünürlüğünün artması, bizleri yok sayan iktidarlara karşı kurumsal bir görünürlük olması açısından dernekleşmek tabiî ki etkili oldu. Kurumsal bir kimlik, sayıları 900 bini aşkın asker “kaçak”ları için de bir güvence oluşturdu ve dolaylı olarak bugüne kadar bir şekilde bu zorunlu angaryadan kurtulmak için türlü yöntemler arayan birçok kişiye yardımcı oldu.

Hem bir kadın hem de anti-militarist bir vicdanî retçi olarak Kobanê’de YPJ’li kadınların gösterdiği öz savunma hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz.
Kobanê’de aylardır süren direniş, devletlerin yarattığı çetelere karşı yaşamlarını savunanların büyüttüğü bir direniş. Özellikle son yıllarda, devletlerin Ortadoğu coğrafyasında halklara yönelik yürüttüğü saldırılar giderek arttı. Rojava’da örgütlenen yeni bir yaşamsal form da, tam bu noktada, Ortadoğu coğrafyasında iktidarların baskısından kurtulmak isteyen halkların umudu oldu. Şimdilerde iktidarlar Kobanê’de devam eden direnişe yönelik saldırılarını sürdürse de, direnişi sürdürenlere yönelik nefret çığırtkanlığını büyütmeye çalışsa da, aylardır hem Kobanê tarafında hem de Suruç sınırındaki mücadele özgür bir yaşam için örgütleniyor. Ortadoğu’da sayısız canı katletmiş, devlet eliyle palazlanmış IŞİD’e karşı direnen kadınlar da mücadelelerinin yalnızca Kobanê topraklarını savunmak değil, bütünlüklü bir özgürlük mücadelesi olduğunu söylüyor. Feodalizmin etkisiyle, Ortadoğu coğrafyasında yıllar boyunca kimliksizleştirilmiş kadınların varoluş mücadelesi olduğu söylüyor, gösteriyor. Bugün Kobanê’de direnen YPJ’li kadınların mücadelesini bu perspektifle görmek, değerlendirmek gerekiyor. 30 yılı aşkın süredir bu topraklarda devam eden savaşta, vicdanî retçiler devletin silahını reddedip yaşam için direnenlerin, yaşamları pahasına mücadele edenlerin yanında durduğu gibi; şimdi de sürgün edilmeye, katledilmeye çalışılan Kobanê halkının yanında durmalı, iktidarların yarattığı sınırların her iki tarafından bu sınırları yıkanlar, hep birlikte direnmeli.

ÖNCEKİ Düşlemeye davet: Aron Wiesenfeld SONRAKİ Prömiyerden hemen önceki hafta: Gonca Vuslateri soruyor, Rıza Kocaoğlu cevaplıyor
Bu yazıyı paylaş