Öğrenmeyi bırakmak yok: Tansu Biçer

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Öğrenmeyi bırakmak yok: Tansu Biçer

Röp: Zeynep Ocak - Foto: Muhsin Akgün
ÖNCEKİ Bağımsızlık ve endüstri üzerine: Nø Førmat SONRAKİ Erzincan dağlarında bir medea: Nesrin Cavadzade

Bu sezon ulusal festivallerde dikkat çeken iki filmde birden (Neden Tarkovski Olamıyorum… ve Toz Ruhu) başrolde izlediğimiz Tansu Biçer’in senede en fazla iki kez verdiği röportajlardan biri bize nasip oldu.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Bu soruları ciddiyet düzeyinden de anlaşılacağı gibi, editörümüz Melikşah Altuntaş hazırladı. Fakat röportajın yapılacağı gün, editörümüz günübirlik askere gittiği için, elçiye zeval olmaz, hayatımda en hayran olduğum oyuncuların başında gelen Tansu Biçer’le, senede en fazla iki kez verdiği röportajlardan biri bana nasip oldu. Tansu’yu ilk kez, kadim dostum Begüm Birgören’in beni götürdüğü Semaver ve Kumpanya oyununda izlediğimde uzunca bir süre kendime gelememiştim. Aradan geçen uzun senelerde Tansu hâlâ bizim ağzımızı açık bırakmaya ve şaşırtmaya devam ediyor. Oyunculuk workshopu gibi olan cevaplarını buyurun afiyetle buradan okuyun...

Image

Tansu Biçer ismine, yakın dönem Türkiye sinemasının bağımsız kanadından gelen işlerin önemli bir kısmında rastlar olduk. Bu sezon ulusal festivallerde dikkat çeken iki filmde birden (Neden Tarkovski Olamıyorum… ve Toz Ruhu) başrolde izledik seni. Türkiye’deki arthouse sinema içerisinde de, ana akım sinemada olduğu gibi, bir yıldız sisteminin baş gösterdiğini düşünüyor musun? Kendini böyle bir eğilimin parçası gibi hissediyor musun?
Aslında sinemayı benim göründüğüm kadarıyla düşünmemek lâzım. Adana Altın Koza Film Festivali’ne 68 film başvurdu, 12 film seçildi, geriye 56 film kaldı. Bunu başka röportajlarda da söyledim, o 56 film ne oldu? Kimler yönetti o filmleri, kimler oynadı, kimler görüntü yönetmeniydi orada? Şimdi bir 56 film var ki, sözü edilmiyor, dikkate de alınmıyor. Aslında büyük bir çoğunluğunun sözü edilmiyor. Ben Türkiye sinemasının içine onları da dahil ediyorum. Bununla ilgili zaman zaman eleştiri de alıyorum; hep sizi mi seyredeceğiz? Bir sonraki filmde de var mısınız? gibi... (gülüşmeler) Ama bunlar göz önünde olan filmler oldukları için, festivallere kabul edilebildikleri için, ödüller alabildikleri için, doğal olarak insanlar aslında Türkiye sinemasında çekilen filmler bu kadarmış gibi bir yanılgıya düşüyorlar. Ama değil. Asıl mesele de o geri kalan 56 filme ne olduğu. Çünkü o işlere de çok ciddi bir para harcanıyor ve bu kadar paranın harcandığı bir bağımsız sinema dünyası da var. Buna dikkat edilmediği ve gözden kaçtığı için, sanki Tansu’ya herkes söylüyor, o da oynuyor gibi bir durum oluyor ama öyle değil. O geri kalan 56 filmde de topu topu üç tanesi daha bana gelmiştir zaten de ben reddetmişimdir. Olaya ancak biraz daha geniş bakarsak, Türkiye bağımsız sinemasının tam olarak ne olduğu, nerede durduğu anlaşılır. Vizyon filmlerine baktığımız zaman, neredeyse çekilen kadarı vizyona çıkıyor. O anlamda da çok acayip giden bir vizyon sineması durumu da yok. Bir film bitip bir film başlamıyor Türkiye’de. Türler birbirine çok yakın olmaya başladı. Vizyon filmi olarak çıkıp da drama olan son yıllarda benim bildiğim yok. Bir Çağan Irmak yaptı sanırım onu doğru düzgün. Onun dışında belki hatırlayamadığım bir-iki yönetmen daha yapmıştır. Bu açıdan bakıldığında da bağımsız film sayısının vizyon filmlerinden çok daha fazla olduğunu da unutmamak lâzım. O yüzden de bağımsız sinemanın niteliğinin tartışılması lâzım. Benim şansım ve belki kendi seçimlerim de birleşerek, festivallere giren, görünür olan filmlerde rol almış oldum. 

Gelen bir projeyi değerlendirirken nasıl önceliklerin var? Oynadığın işleri neye göre seçiyorsun?
Tabii ki oyuncu olduğum için, önce rol bazlı sonra senaryo bazlı bakıyorum. Role baktığımda da benim için en önemli şey, benim kendimle ilgili olarak, bu rolde araştırmak isteyip istemeyeceğim bir şey olup olmadığı. Yani Toz Ruhu’ndaki rol için, ağbi ilginç bir rol, ben bunu oynarsam falan olur, filan olur, adım için de şöyle olur gibi hesaplar yapmadım. Evet, ilginç bir tip. Onun o ilginçliğinin nereden çıktığını araştırmak istediğim için oynadım. Onu bulmak istiyorum. Neden bir insan evlere temizliğe gider, bir yandan arabeskle bu kadar ilgili, yüzlerce gömleği var… Adamın doneleri dediğimiz şey birleştiğinde garip bir şey çıkıyor ortaya ve ben de tabii ki, o adamın içinde ne barındırdığı için onu yaptığını, sonuçlarının neden böyle olduğunu merak ediyorum. Onu merak ettiğim için onu seçiyorum. Neden Tarkovski Olamıyorum...’da, zaten Murat hocayla (Düzgünoğlu) bir uyumumuz vardı. Beraber bir dizide çalışmıştık, çok iyi anlaşmıştık orada. Dizi diyerek boş vermemiştik, konuşarak ilerlemiştik. O anlamda tabii ki Murat Hoca teklif ettiğinde, evet bu adamla beraber bir şeyler yapabiliriz diye düşünmüştüm. Konusu da, beraber çalıştığımız yönetmenlerin durumuna eğilen bir konu. Neden Tarkovski Olamıyorum...’da, ben bu yönetmenlerin yaptıkları hataları ortaya çıkarabilir miyim oynarken? sorusu da etkili oldu benim için. Çünkü öbür türlü birbirimizi överek, ağbi sen iyi iş yapıyorsun da Türkiye bu işte yani… demekle olmayacaktı. Murat Hoca da onu yapmak istiyordu; baltasını, filmleri yazıp yazıp bir türlü çekemeyen yönetmenlere vurmak istiyordu. Bu anlamda tabii ki kendine de vurmak istiyordu. İşin bu tarafıyla ilgilenince benim de ilgimi çekti doğal olarak. Çünkü bu filmde şu da olabilirdi; yönetmenin hiçbir sıkıntısı yok, bütün sorun ülkede, bütün sorun çevrede, yapımcılarda… Öyle de çekilebilirdi bu film. Ama biz öyle çekmemek için uğraştık. Ben bir oyuncu olarak seyircinin, Bahadır’ın gözünden izlemesine rağmen, Bahadır’ın tarafını tutmamasını ya da tutsa da bir şekilde Bahadır’a da uyuz olmasını istedim. Çünkü ben de Tansu olarak, burada bir çok yönetmene uyuz oluyorum zaten. Senaryon var, falanın var, filanın var, geliyoruz ağbi karşı karşıya oturuyoruz, okuyoruz; yani sence günümüz Türkiye’sinde bu senaryo mu çekilmeli? diye düşündüğüm noktalar var mesela. Bu mudur yani? Başka konu yok mudur? dediğim hikâyeler var. He, oynadığım filmler tartışılabilir, senin oynadıkların çok mu bir şey denilebilir ama en azından bunlara dikkat ediyorum. Ve bu anlamda o yönetmenlere, bu rolü oynarken, belki dışarıdan nasıl gözüktüklerine dair bir şey veriyor olabilirim. Seçimlerimde de aslında bu tür şeylere dikkat ediyorum. 

“Sırf dekoru, ışığı farklı diye, anları uzattı diye, sırf araya reklam almadı diye, filmin içinde fazla es var diye o filme tutup da sanat filmi dememek lâzım.”

Başrolünde yer aldığın bir arthouse işle, örneğin Cem Yılmaz’ın Pek Yakında’sında gerçekleştirdiğin misafir oyuncu performansın arasındaki farkı nasıl değerlendiriyorsun? Seyircinin sürüklendiği gişe filmleri ve sanat filmleri ayrımına, bir oyuncu olarak yaklaşımın nedir? Sana göre bu ayrım ne kadar belirgin?
Aslında birçok bağımsız film senaryosuna veya filmine baktığımızda, yaşanan anların arasının açıldığı birtakım vizyon filmi konuları da var. Yani bir çok filme baktığımızda, onlar daha Amerikanvari çekilseydi, anların arasını açmayıp da kısa geçişlerle kurgulansaydı, vizyonda da gösterilirdi gibi konular var. Bağımsız sinema, her şeyin alınıp da derinlemesine incelendiği, bütün anların, duyguların, birtakım konuların üzerine cesaretle gidildiği, merak edildiği bir yer olmuyor çoğu zaman. O anlamda da sırf dekoru, ışığı farklı diye, anları uzattı diye, sırf araya reklam almadı diye, filmin içinde fazla es var diye o filme tutup da sanat filmi dememek lâzım. Bunu da şöyle örneklendirebilirim, Roy Andersson’un son filmi İnsanları Seyreden Güvercin. Sanat filmi diyeceksek ve gidip de sıkılacaksak o filme diyelim o zaman diyorum ben, anlatabildim mi? (gülüşmeler) Bir fikir var, bu fikrin işleniş biçimi var; biçim gereği oyunculardaki oyun tarzı farklı, gerçekçi gibi duran ama değil. Gerçekçi çekilen sahnelere rağmen yüzlerinde makyaj var, renkleri başka, filtresi bir başka, dekoru enteresan… Yani her şey bir bütün hâlinde adamın anlatmak istediği şeye hizmet ediyor ve onun bakış açısından hizmet ediyor. Sanat filmi diyerek insanlar bir şeylerden sıkılıyorsa, bu, o olmalı diyorum ben. Bu tür örnekler varsa dünyada, o zaman bizim çektiğimiz senaryolara bakıldığında, sanat filmi denilen kavramın skalası çok genişlemiş oluyor. Burada da bence doğru bir ayrım yapmak lâzım. Yani gişe yapamadığı için filmin adının sanat filmine çıkması ne kadar doğru? Bir çok senaryo vizyon filmi olabilecekken, aslında olamamış filmler. Ve Türkiye sinemasında o filmler vizyon filmi olabilseydi, bugün komedinin ele geçirmiş olduğu şeyden pay alabilirlerdi, onun önünü alırlardı, dramanın da vizyonda yeri olabilirdi. İnsanlar bu tür şeylere mecbur kalıyorlar çünkü. Bunlar ağırlıkta olduğu için, filmleri bunlar zannediyorlar, ama değil. Ve böylelikle sanat filmleri diyebileceğimiz, “arthouse” dediğimiz filmleri çeken adamlara da bu bölümler kalırdı ve bu bölümde de başka şeyler denenirdi, başka şeylere cesaret edilebilirdi; birtakım konulara daha derinlemesine girilmeye çalışılabilirdi. Türkiye’de aslında sanatsal anlamda birçok alan boş. Her gelen de girebiliyor zaten, öyle de bir durum var yani. Biraz sıkışık olsaydı, yer bulmak zor olsaydı, o zaman gerçekten sadece iyilerin girdiği bir yer olurdu. Bunu zümreleşmek anlamında söylemiyorum ama biraz ortamın daralması, biraz sıkışması lâzım. Çünkü öbür türlü gerçekten her türlü komedi de gişe yapar oldu. Onun da olmaması lâzım. Komedinin de seçilebilir olması lâzım. O da olmuyor. Her şey eşit muamele görüyor. Pek Yakında’da oynadığım karakter için de, aa kendi oynadığı filmlere laf ediyor gibi bir şey hissedilebilir belki ama hayır öyle değildi. Film yapma amacı dışında bir amaçla film yapmak, festivalden kazanılacak paraya göz dikmek, ben böyle bir film yaparsam, onu oraya koyarsam, Tuz Gölü’nün falanını çekersem, taraktan açılırsam, filan olursa, günü öyle batırırsam, ağbi ben festivalde görünürüm, oradan da parayı indiririm fikrinde olan birtakım insanlara laf söylemek içindi o. (gülüşmeler) Çünkü bunlar benim oynadığım filmlerin ağırlıkla kenarında duran filmler. “Arthouse” denilen duruma girmeye çalışan insan tiplerinden biriydi aslında. O açıdan iyiydi, bir de eğlenceliydi, güzel oldu ya…

Image

Türkiye’de festivallerden ödüllerle dönen filmlere, seyirci beklentileri üzerinden önyargılı yaklaşmak gibi bir ezber var. Artık Nuri Bilge Ceylan filmlerinin 300 bin kişiyi görebildiği, Onur Ünlü filmlerinin az salon sayılarıyla onbinlerce kişiye ulaştığı somut bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Tüm bunlara rağmen sanat filmlerinin festival seyircisiyle sınırlı kaldığına inanmak mümkün mü?
Umutsuzluğa düşmeyelim ama gerçekçi olalım. O noktada da, Nuri Bilge’nin kaç hafta vizyonda kalıp gişede 300 bin yaptığı önemli aslında. Ona bakmak lâzım. Çünkü benim oynadığım filmler üç hafta kalıyor. Onur da sanırım İtirazım Var’daydı yanlış hatırlamıyorsam, bir yöntem geliştirdi. Normal salon sisteminin içine girmedi, başka başka yerlerde oynattı ve filmine başka bir getiri sağladı. Ya böyle yaratıcı bir yol bulmak lâzım ya da gerçekten haftalarca vizyonda kalmak lâzım. Bu anlamda baktığında, arthouse filmlerin kaderinde aslında bir şey değişmemiş oluyor. Çünkü biri Nuri Bilge Ceylan, biri Onur Ünlü. Onur Ünlü zaten her yaptığı filmle bir şekilde konu olmuş bir yönetmen. Onun dışında zaten televizyondan Leyla ile Mecnun’un bir getirisi var. Bunu da kesinlikle yadsımamak lâzım. Televizyondan kazandığı bir destek var şu anda. Bir de üzerine böyle bir yöntem bulduğunda, doğal olarak gişe yapmış oluyor ama Nuri Bilge zaten Cannes’da yarışan, Türkiye’nin gururlarından, Nuri Bilge o yani. Doğal olarak birçok insan da şunu diyordur, bu adamın filmine gitmek lâzım… Adam o kadar büyük bir yerde duruyor ki… Ayıp etmiş olacağım, bari ben bu adamın filmine gideyim... Bu hissi de unutmamak lâzım. 

“Alıcıyla sanatçı arasındaki ilişkiye sanat deniyor aslında. Üretenin yaptığı şeye sanat denmiyor. Onu izleyen, ona bakan, onu gören kimse yoksa, o sanat olamaz.”

Sen bir oyuncu olarak yer aldığın filmlerin insanlara ulaşılabilirliğine dair bir endişe duyuyor musun?
Ben dizi yapmadığım dönemde, arka arkaya filmler çektiğim zaman, sokakta bana bakıldığını fark ettiğim zamanlar oldu. O zamanlarda hep şöyle düşündüm; he… ya kopya, ya internet, ya da bir şey, bu adamlar bir şekilde bu filmleri merak edip izliyorlar galiba dedim. Sinemalara gitmiyor olabilirler ama bir şekilde Türkiye sinemasını da izleme hevesleri var. İşin bir de o tarafı var. İnsanlar salonlara gidip de, eğer orada beğenmezse veya anlamazsa çıkarken utanıyor olmak istemiyorlar. Bu tamamen Türkiye’deki sanat algısıyla ilgili bir şey. Temelde onun değişmesi lâzım. Sanatın yüce olması fikrinin bir an evvel değişmesi gerekiyor. Sanatın, üretenle alan arasında bir ilişkiden doğduğunu, alan olmazsa üretmenin hiçbir işe yaramadığını, üretilmezse de sanatın bulunamayacağının idrak edilmesi gerekiyor. Alıcıyla sanatçı arasındaki ilişkiye sanat deniyor aslında. Üretenin yaptığı şeye sanat denmiyor. Onu izleyen, ona bakan, onu gören kimse yoksa, o sanat olamaz. Çünkü gerçekten evinde oturup film çekebilirsin ve bunu kendi başına seyredebilirsin. Bu, dünyanın en yaratıcı fikri bile olsa, hiçbir faydası yok; bunu ancak ve ancak insanların izlemesi gerekiyor. Onların izlediği anda, fikirleriyle sana geri dönüş yaptıkları yerde, senin yaptığın şeyin ne olduğu ortaya çıktığı için, o âna sanatsal bir an diyoruz biz. Tiyatroda da böyle. Sen oynadığın anda karşındakiyle birleştiğin yere sanatsal diyoruz aslında. Yoksa otur evinde oyna ağbi sen o inanılmaz oyunlarını. (gülüşmeler) Alıcıyı düşünmen gerekiyor, o alıcının yaşadığı ülkenin sosyal durumunu düşünmen gerekiyor. Ne kadar insan çeşitliliği var, kimler neler yaşıyor, neler olup bitiyor, kimler neyi anlıyor, kim neyle ne kadar ilgili, ekonomik koşullar neler… Bu aşılırsa, o zaman giden izleyici de anlamamasına rağmen, bundan bir paye kazanmayı ummak yerine gerçekten sevmedim dediği şeye sevmedim diyebilecek; sevdiği şeye de sevdim diyebilecek. Ayrıca şöyle de bir durum var; bu ülkede ne seviliyorsa, ne beğeniliyorsa, ne ulaşmışsa bu ülkenin sanatı odur. Dünyayı takip etmek gerekir doğru, dünyadan öğrendiklerimizi burada paylaşmak gerekir kesinlikle doğru, ama ancak ve ancak bir sonu var bu işin. Biz sürekli oradan alıp buraya ihraç edemeyiz. Yani böyle bir şey yok. (gülüşmeler) Sen bir şeyleri değiştirmek isteyebilirsin, bunun için Doğu’yla ya da Batı’yla ilişkiye girebilirsin, buraya bir şey katmak isteyebilirsin ama burada hiçbir şey yok ve ben buraya en iyisini getireceğim diyemezsin. Bunu Ferhan Şensoy yaptı mesela. Gerçekten Batı araçlarıyla, Türkiye’de, Türkiye’deki meseleleri anlattı ama baktığın zaman çok evrensel oyunlardı. Aynı rejiyle gidip Avrupa’da da oynayabilirdi. 

Neden Tarkovski Olamıyorum…’da kendi istediği filmi çekmeye çalışan ama karşısına hem maddi, hem de entelektüel anlamda engeller çıkarılan bir yönetmenin hezeyanlarını yansıtıyorsun. Sektör içerisinde yaşanan sıkıntılara da hâkim biri olarak, filmin gerçeklik duygusunu nasıl değerlendiriyorsun? Projeye dahil olmayı istemende bu durumun etkisi oldu mu?
Oldu tabii ve bence gerçek. Benim de şahit olduğum ve duyduğum şeyler. O geyik mevzusu bile gerçek. Araya başka bir filmden parça koymak diye bir şey var yani. Hattâ Murat hoca bir filmin montajındayken yan taraftaki stüdyoda hakikaten Ala Geyik filmine gelişigüzel Ren geyiği görüntüleri aranıyormuş belgesellerden ve hakikaten yerleştiriliyormuş filmin içine. (gülüşmeler) Şimdi bu gerçekten var olan bir şey. Bu filmin içindeki hiçbir durum abartılı değil. Bahadır’ın arkadaşlarıyla yaşadığı durum da abartılı değil, Radikal’e ek yapacağız diyen var gerçekten, cezaevinde oyun yapacağım gibi fikirlerde olan bir sürü arkadaşımız var etrafta yani. (gülüşmeler)

“Ben artık öğrenmeyi bıraktım uygulamaya geçtim dediğin yerde patlamaya başlıyorsun” 

Filmde canlandırdığın yönetmen karakteri, tüm yüzeye çıkma çabasına rağmen, daima derin bir hayal kırıklığına ve dibe çekilmekten kendini alıkoyamıyor. Toz Ruhu’ndaki Metin karakterinin de hayal kırıklığıyla epey haşır neşir olduğunu söylemek mümkün. Bu iki karakteri de canlandırmanın üzerinde bir ağırlığı olmadı mı? Canlandırdığın karakterlerin yükünü taşıyanlardan mısın?
Onu bilmiyorum ya… Ben set bittiğinde de çıkıp kendime tatil verdiğim için, eve gidince de o adam olmuyorum. Evde de o adam gibi oturmuyorum yani. (gülüşmeler) Sadece daha gözlemlediğim bir yere geçiyorum, adamın hissini tutuyorum, adamın çıkmazlarını tutuyorum, adamın ne yapmak istediğini tutuyorum sonra da zaten eve dönüp senaryoda ertesi günkü sahneleri çalışmaya başlıyorum. Bu esnada, o günün seti bittikten sonra, o karakterden çıkmak gerektiğine de inanıyorum ki bir sonraki sahnede, oyuncunun bakışıyla, o sahnede ne yapılabileceğine bakmak için. Yoksa “o adam” gibi okuyamam ben senaryoyu. Artı her zaman şuna da inandım ve bu benim çok işime de geldi: korkma, çık! Kendini orada tutmak zorunda değilsin. Kendini orada tuttun diye, ertesi günü daha iyi oynayacaksın diye bir şey yok. Korkma ağbi, bırak rolü bir kenara, unut, çık. Sonra yeniden girmeye çalış. Giremedin mi? Bırak o gün de öyle olsun. Bu da senin hatan olsun. Bu da senin beceremediğin yer olsun, filmde de görünsün ne yapalım. Ve sonra, orada da olmamış ya da bu film de olmamış desinler. Bundan korkmamaya başladığım yerde, ben çok rahatladım işte anlatabildim mi? Gerçekten hiçbir sıkıntım kalmadı, olmazsa olmaz ne yapayım yani dedim. Oyunculuk da böyle bir şey yani, süreç meselesi. Neticede dönelim bakalım, bundan 20 sene sonra oyunculuğum açısından ne Neden Tarkovski Olamıyorum... kalacak, ne de başka bir şey kalacak. Çok daha fazla ilerlemiş olacağım. Dönüp bakacağım belki, bu böyle mi oynanır ağbi diyeceğim. (gülüşmeler). Bu total bir süreç zaten. Şu an en uzakta olan filmim Küf’e baksak mesela; evet çok kötü bulmuyorum performansımı ama bir-iki yer var. Ama artık geçmiş. Tamam oldu, hata vardıysa da bitmiş yani. Arkamdan kovalamıyor beni. O noktada da çok kasmamak lâzım. Kastıkça bir sonraki günkü performansın düşmeye başlıyor, çünkü takılı kalıyorsun. O yüzden diyorum ki, öğrenmeye çalışmaktan vazgeçmemek gerekiyor. Ondan vazgeçtiğin yerde, ben artık öğrenmeyi bıraktım uygulamaya geçtim dediğin yerde patlamaya başlıyorsun. 

Image

Neden Tarkovski Olamıyorum…’un yönetmeni Murat Düzgünoğlu, röportajlarında filmin otobiyografik özellikler taşıdığını belirtiyor. Bu durum sende bir gerilim yarattı mı? Karakter sana ilk geldiğinde birlikte nasıl bir çalışma yöntemi izlediniz?
Aslında yazdığı şey, birçok yönetmenin ve senaristin başına gelen bir şey olduğu için, yani daha genel bir şey olduğu için, o anlamda hiç sıkıntı duymadım açıkçası. Murat hocayla zaten aramızda öyle bir açıklık olduğuna da inandığım için, daha da çizgiyi aşabiliriz noktası vardı. Bahadır’ı daha da zorlayabilir miyiz? gibi şeyleri konuşuyorduk mesela. Ve olup olamayacağına dair tartışıyorduk, denemeler yapıyorduk ve tabii ki son kararı o veriyordu. Okuma provası yapmadık, daha ziyade hep konuştuk. Diyaloglara sadık kalınsın istiyordu, birebir söylenmesini istiyordu. Bu bence çok da güzel bir şey ayrıca. Ben onu kastettiğim için, sonraki bilmem ne sahnesine bağlanacağı için o cümleyi kuruyorum; sen onu doğaçlayınca aynı şey olmuyor ki dediği bir yer vardı mesela. O noktada onu yapmaya çalışmak daha doğru geliyor bana. İş bende bitmiyor; iş onun işi, onun projesi ve ben bu işin sadece bir parçasıyım. Önemli bir parçası olabilirim oyuncusu olduğum için ama neticede bir parçayım. Sahibi değilim, sahibi o. Ve o ne derse o tabii ki. 

Bu yıl Nesimi Yetik’in ilk uzun metrajlı filmi Toz Ruhu’nda da başroldeydin ve filmle Altın Koza’da en iyi erkek oyuncu ödülünün sahibi oldun. Kariyerinde neredeyse tüm büyük ulusal festivallerden alınmış birer oyuncu ödülü bulunuyor. Bir filmdeki performansının ödüllendirilmesi sende nasıl bir duygu değişimi yaratıyor? Türkiye’deki festivallere ve ödül sistemine yaklaşımın nedir?
Festivaller konusunda ne diyebilirim bilmiyorum. Türkiye’de üç tane kocaman film festivali var. Antalya Altın Portakal, Adana Altın Koza ve İstanbul Film Festivali. Ve her ülkenin, sayısı bu kadar fazla, büyük film festivalleri var mı bilmiyorum. Fransa’da, Cannes Film Festivali dışında bir tane daha, onun kadar büyük bir festival yok herhâlde. O anlamda, bir tane kocaman olsaydı da, dünyadaki yönetmenleri de buraya çekecek bir şey mi olsaydı acaba diye de düşünüyorum bir yandan. Festivallere bakışım genelde böyle. Ödül durumu da bende bir şey yaratmıyor açıkçası. Çok acayip bir duygu değişimi yaşamıyorum. Merak ediyorum tabii ki sonucu ama almak istiyorum! diye bir şey yok. Şimdi, aldın aldın tabii böyle söylersin denebilir ama başında da böyleydi. İlk ödülümü, filmin başrolü olmadığım hâlde birçok yerden Beş Şehir’le aldığım için, aa evet ya, yapmak istediğimi yapmışım, görünmüş demek ki dediğim bir yer oldu mesela. Ama ondan sonra da, bir sonraki performansımda daha iyisini yapacağım! gibi bir hırsa düşmedim. Ama zaten benim yapımda da bu yok. Ben tiyatro yaparken de böyle değildim. Onikinci Gece’de çok iyiydim, şimdi Murtaza’da perişan edeceğim gibi bir şeyle çıkmadım hiç. (gülüşmeler) Ben her zaman ekibi ve ekibin totalde çıkardığı sonucu önemsedim. İstediğim kadar ödül alayım, o film bence olmadı diyeceğim bir nokta varsa, onu derim. Bu, biraz az önce söylediğim şeyle bağlantılı galiba. Evet ağbi bu sahne de olmayıversin, bu film de böyle çıksın; her baktığımda da canımı sıksın, ben buna okeyim dediğim yerle alakalı. Ödül verdiler, vermediler bunları geçelim, yolumuza bakalım. Nasıl olsa başka filmler var, başka durumlara gireceğiz. Hayat ne getirecek belli değil. Belki bundan sonra hiç sinema yapmayacağım. Bunu bilemiyoruz yani. Ben bu özgürlüğü kendime tanıdığım müddetçe ancak iyi bir şeyler yapabilirim. Madem istediğim meslek bu, madem ben bunun parasızlığına, çilesine, hor görülmesine katlanıyorsam, o zaman kendime bu özgürlüğü tanımaya hakkım var. Bu da, işi yaptığım sırada dürüst olduğumdan emin olmaktan ve emek çetelesi tutmuyor olmaktan kaynaklanıyor aslında. Bunları da bir övgü amaçlı söylemiyorum şu anda. Biraz öyle arka arkaya sıraladım övünüyorum gibi oldu ama gerçekten sanatla uğraşan herkesin böyle bakması gerektiğini düşünüyorum. Sonuna kadar emek ver ama o iş istediğin gibi olmayabilir, o zaman arkana bakmayacaksın, geçeceksin. Bir sonraki işe bakacaksın ve yine daha iyisi için uğraşacaksın. O zaman kafan rahat oluyor. Çetele dediğim de o, ağbi o kadar emek verdik, o kadar saat harcadık, kalktık sabahın köründe nereden nerelere gittik gibi bir düşünce, insanı yavaşlatan, karartan, üretimini bozan bir şey. 

“Nuri Bilge’nin çalışma şeklini merak ediyorum. Filminde olmak ya da olmamak kafası değil de, 80 tekrar almanın oyuncuda yarattığı etkiyi merak ediyorum mesela.”

Erden Kıral, Yavuz Turgul, Ezel Akay, Semih Kaplanoğlu, Mahmut Fazıl Coşkun gibi çok farklı yönetmenlik ekollerinden gelen isimlerin işlerinde yer aldın. Ali Aydın ve Nesimi Yetik gibi ilk filmlerini çeken yönetmenler, hemen her filminde yer aldığın Onur Ünlü ve son olarak Murat Düzgünoğlu’yla çalıştın. Türkiye sinemasındaki bu çeşitliliği nasıl değerlendiriyorsun? Aynı yönetmenlerle yeniden işbirliği yapmanı sağlayan ya da engelleyen şeyler var mı?
Yok aslında. Semih Kaplanoğlu ve Yavuz Turgul’un filmlerinde bir sahne oynadım gerçi ama çok mutluluk verici tabii. Şimdi sen sayınca ben de şaşırdım. Denk gelince çalışıyoruz, ona ben karar vermiyorum aslında. Süreçle ilgili de bir şey bir yandan. Kimi yönetmen seni istemez, rolün uygun değildir, tipin uygun değildir. Ben bir de sarışınım filan ya… (gülüşmeler) Doğuda bir film çekilecek olsa, bana batıdan geleni teklif ederler. Sadece Yozgat Blues’da Mahmut (Fazıl Çoşkun) çok umursamadı bu durumu. Zaten normalde umursanacak bir durum değil bence de… Bu tür kaygılar etkili olabilir seçimlerde. Evet sen oynasan güzeldir ama adamın kafasında kurduğu tip o değildir. Benim Nesimi’nin (Yetik) filminde oynadığım Metin Tosyalı aslında var olan bir adam. Gerçekten Cihangir’de yaşayıp, gerçekten yüzlerce gömleği olan, gerçekten evlere temizliğe giden bir adam. Tipimizin birbiriyle uzaktan yakından alakası yok ama Nesimi de orada beni seçti. Yönetmenin bakışıyla çok alakalı. Kimi geliyor tipe bakıyor; çok isterdim ama hayır diyor, kimi yaşını büyük buluyor ya da küçük buluyor. Çünkü yazarken kafalarında bir tip canlanıyor, o cisimleştiği için onu konuşturmak daha kolay oluyor aslında. 

Image

Türkiye’de ve dünyada, yaptığı işlerle seni heyecanlandıran ve bir gün birlikte çalışmak istediğin sinemacılar var mı?
Tabii ki Nuri Bilge’nin çalışma şeklini merak ediyorum. Filminde olmak ya da olmamak kafası değil de, 80 tekrar almanın oyuncuda yarattığı etkiyi merak ediyorum mesela. (gülüşmeler) Onu da yaşamak istiyorum bir yandan. Ken Loach’un sinemasını severim. İşlediği konular çok hoşuma gidiyor. Rejiyi umursamayıp, konuyu ön planda tutuyor. Mike Leigh’yi de o anlamda seviyorum mesela. Sana gelip de senaryoyu verip, arkasından, ben burada iki oyuncuyu karşı karşıya getireceğim, temel hikâye bu, karakterlerin özellikleri bu, doğaçlamanızı isteyeceğim dediği bir yer varsa yönetmenin, o benim için çok daha ilginç olur. 

İyi bir film seyircisi olduğunu söyleyebilir miyiz? Bir film sana kendini nasıl izlettirir? Keyif aldığın sinema nasıl bir şey?
Benim oyunculuğa baktığım yerle aynı aslında. Gerçekten bir duygunun peşinde gidiliyorsa, mesele derinleşiyorsa, günlük hayattaki sıradanlığı kaybettirip, altında ne yattığını merak ettiriyorsa ben o filmi izliyorum. O da zaten başından belli oluyor. Derdi var mı yok mu anlıyorsun. 

Şu sıralar Onur Ünlü’nün yeni dizisi Beş Kardeş’in kadrosunda yer alıyorsun. Seni her defasında birlikte çalışmaya çeken şey nedir?
Bizim Onur’la bağımız çok eski. Ta onun Plato Film’e Çocuk filmini çektiği zaman tanıştık, oradan beridir de bir şekilde gidiyor ilişkimiz. Sadece sinemasal bir şey değil, kişisel olarak da bir tercih var. Ben Onur’un tam bulmadığım filmlerinin bile içinde olmuşumdur yani, onunla yaşadığım şey başka bir ilişki biçimi anlatabiliyor muyum? 

Acı soslu mizahının kendine ait sadık bir kitle yaratmasını nasıl değerlendiriyorsun?
Ben beğeniyorum mizahını. Karamsar bir tarafı var, onu hiç kaybetmiyor ama bunun içinde gülmeye devam ediyor. Bu tabii, onun şairliğiyle çok ilişkili bir şey ve filmleri de o yüzden böyle. Oradan çok besleniyor bence. Yani şiire baktığı yerden, şiirini yazdığı yerden film çekiyor aslında. Onur’un filmlerindeki enteresanlık ve gariplik orası. Beş Şehir’de bu daha belirgin mesela. Şimdi daha sinemaya yakın bir yerlerden geçiyor ama yine de onu kaybetmiyor. 

Türkiye’de dizi temposunda çalışabilmek, bir haftada 90 dakikalık işleri çekebilmek nasıl bir delilik? Çalışma şartlarından bu kadar şikâyet edilmesine rağmen yine de bu işi yapılabilir kılan şey nedir?
Biz şu an diziyi 140 dakika çekiyoruz. Para. Benim için para. Bir de sinemanın ve tiyatronun ulaşamayacağı kitleye ulaşmanı sağlayan bir şey. Bu anlamda da, sen büyük oranda dürüst olabilen bir projedeysen ve dürüstçe de işini yapabiliyorsan, o zaman zaten televizyon üzerinden bir çok insana bir şey verebiliyor oluyorsun. Bu kısmı önemli. İşin beni asıl ilgilendiren kısmı burası. Buradan ne anlatabilirim? Evet sinemada yaptığım gibi bir şey yapamam ama bu karakteri oynarken hiç değilse ne yapabilirim gibi bir hedefi ben güdüyorum. 

Yakın gelecekte yeni sinema projeleri var mı?
Şu anda net bir şey yok, bir-iki görüşmemiz var.

ÖNCEKİ Bağımsızlık ve endüstri üzerine: Nø Førmat SONRAKİ Erzincan dağlarında bir medea: Nesrin Cavadzade
Bu yazıyı paylaş