Prömiyerden hemen önceki hafta: Gonca Vuslateri soruyor, Rıza Kocaoğlu cevaplıyor

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Prömiyerden hemen önceki hafta: Gonca Vuslateri soruyor, Rıza Kocaoğlu cevaplıyor

Foto: Aylin Güngör
ÖNCEKİ “Zorunlu askerliğe hayır”: Türkiye’de vicdanî ret SONRAKİ Renkler, evrensel hisler ve kendini unutabilmek: Panda Bear

Son dönemde hem ekran hem de sahnedeki işleriyle beğeni toplayan Rıza Kocaoğlu ve Gonca Vuslateri ile biriken'in ocak sonunda prömiyer yapan son oyunu “Ormanlardan Hemen Önceki Gece” üzerine bir sohbet...

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

İlk defa 2014 İstanbul Tiyatro Festivali’nde seyirci karşısına çıkan Tatyana başarılı yolculuğuna devam ederken, biriken 2015 sezonuna yeni bir oyunla, Fransız yazar Bernard-Marie Koltès'in Ormanlardan Hemen Önceki Gece" oyununun uyarlamasıyla merhaba diyor. Solo bir performans olan bu oyunda hikâyenin anlatımını oyuncu Rıza Kocaoğlu üstleniyor. Bu derginin piyasaya çıktığı anlarda daha taze prömiyerini seyirci karşısına çıkaran oyun şubat ayı boyunca her cuma ve cumartesi akşamı Zorlu PSM'de sahne alacak. Prömiyere günler kala ise, Rıza'yı provalardan kaçırıp karşısına sevgili arkadaşı Gonca Vuslateri’yi oturttuk. Dostluklar sıkı olunca, sohbet de ânında aldı başını yürüdü, bize de keyifle yayınlaması kaldı.

Image

Rıza: Hoşgeldin Gonca!

Gonca: Hoşgeldin Rıza!

R: Anlat bakalım...

G: Bugün ben anlatmıyorum sen anlatıyorsun.

R: Ben baştan sağlama alayım da kendimi... Herkesi uyarıyorum, bu konuşmanın nereye gideceği...

G: Hiç belli olmaz... Hahahaha.

R: Yani zıplayan bir şey olacağı kesin.

G: Ben bir karşına geçeyim de... Öncelikle yeni oyunun hayırlı olsun. Oyun henüz prömiyer yapmadı ama ben metni okuyup geldim. Oyunun sana çok yakışacağını düşünüyorum.

R:  Evet, ben de onun gerilimini yaşıyorum biraz aslında...

Image

Düşüncem şu ki, en basit şekilde dile getirmek gerekirse, biz artık birbirimizi dinlemiyoruz, hiçbir yerde, hiçbir şekilde...”

G: Serdar Koçak'ın bir romanı var, Ben Napoli Radyosu diye. Bir oda içinde geçiyor, mekân önemli değil, tımarhane olabilir, başka bir yer de olabilir. Kendini radyo zanneden bir adamın öyküsü.

R: Çok güzelmiş.

G: Evet, çok güzel. İkinci oyunun olarak onu düşündüm ben de! Romanda kahramanımız devamlı değişen frekanslar arasında dolaşıyor kendince... Yani mesela futboldan başlayıp caz müzik, haberler, blues, derken hızlı hızlı konular arasında geçen bir monolog söz konusu. Ormanlardan Hemen Önceki Gece’nin metnini okurken de, benim kişisel olarak böyle bir referansım olduğu için aklımda, direkt öyle bir çağrışım yaptı. Ancak aslında bu oyun öyle değil.

Biz bu tarz solo monolog oyunlarında seyirci olarak genelde fıttırmış bir adamın sayıklamalarına tanık olacağız diye düşünüyoruz. Ancak bu oyunda seyircinin kendini ikinci tekil şahıs olarak bulacağı noktalar var. Dolayısıyla aslında bir monoloğa tanıklık etmektense bir konuşma hâli söz konusu. Ve totalde tek bir hikâyeden bahsediyoruz, bir odanın penceresinden görülen bir sokağın hikâyesi... Sen neler diyebilirsin oyunun konusu hakkında...

R: Ben oyunu tarif ederken aslında bir aşk hikâyesi olarak dile getiriyorum. Ama tek kişilik bir aşk oyunu olması çok daha dramatik kılıyor, en azından benim açımdan. Bir adam, cebinde bir sürü kelimesi ve hikâyesi var, ancak anlatacak kimsesi yok... Ve bir başkasına, bir ötekine; yani çeviride yer yer birader, yer yer arkadaş olarak kullandığımız birilerine cebindeki bütün kelimeleri sarf eden biri var sahnede. Seyirci de buna tanıklık ediyor. Ve zaman zaman kendilerine onlarla hiç alakası olmayan konuların anlatıldığı bir durum gibi gidiyor metin.

Ormanlardan Hemen Önceki Gece için çalışırken bebekliğime kadar döndüm. Tüm oyunculuk yöntemleri, ne yapıyorduk, nasıl çalışıyorduk. Oyunun konusundan hareketle, tiyatro neden önemli, onu düşünüyorum son zamanlarda bir de. “Neden tiyatroya ihtiyaç duyuyoruz?” sorusunu kurcalıyorum kafamda. Düşüncem şu ki, en basit şekilde dile getirmek gerekirse, biz artık birbirimizi dinlemiyoruz, hiçbir yerde, hiçbir şekilde... Tiyatroda ise dinlemek durumunda kalıyoruz. Bazen biz anlatıyoruz, bazen onların [seyircinin] anlatmasına izin veriyoruz. Seyirci bazen nefes alışı verişiyle bir şeyler anlatıyor, sen o nefeslerden aldığın enerjiyle devam ediyorsun hikâye anlatımına. 

İnsanlar artık sadece tiyatroda gerçeği görüyorlar, gerçeği duyuyorlar. O yüzden sağduyuyla ve iradeyle yetiştirilmiş iyi oyuncuların doğru hikâyeleri anlatmaları gerek. Buna ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

G: Koltès'in bu hikâyesinden yola çıkarak soracağım sorulardan biri de şuydu zaten: izleyicinin izlemek zorunda kalmak gibi enteresan bir konumu var. Ve bu konum son 30-40 yıldır hem tiyatro metinlerinin kendisinde hem de sosyoloji gibi sosyal bilimlerde sık sık yer alıyor. Bu oyunda da izleyicinin “izleyiciliğine” değinen noktalar var. İzleyicinin izlemek durumundan kurtarıldığı anlar söz konusu. Senin daha önce oynadığın metinlerde de, kendi konuşmalarında da var bu yönelim. Sen zaten “izleyici kalmak” durumunu çok fazla deşen bir adamsın, karakter olarak. Peki bu oyunda izleyiciyle tamamen bir diyalog içine giriyor musun Rıza?

R: Bence girmiyoruz. Oyun karakteri zaten kendiyle bir diyalog hâlinde aslına bakarsan. O nedenle seyirciyle birebir diyaloga girmiyorum. Ancak aramızda an be an keskinleşen bir gerilim söz konusu. Çünkü diyalogdan korkuyoruz biz aslına bakarsan.

G: Her an seyirciye söz düşecek, bize bir şey soracakmışsın gibi bir havası var oyunun.

R: Evet. Seyirci bir şey izlerken orada aslında savunmasız bir pozisyonda. Her an bir şey olacak, kendini ifade etmen  gerekecek gibi, diyalogdan korkan bir hâl söz konusu. Ben de oyuncu olarak bunun bilincinde oynuyorum, bu gerilimi arttırıp azalttığım anlar var. Ama sonuç olarak hiçbir zaman gerçekleşemeyen bir diyalog bu...

Image

G: Sonunda tiyatronun tiyatro olduğu gerçeğiyle seyirciyi okşayan bir tarafa dönüyorsun sanırım. İzleyicinin gelip bir hikâyeye daldığı ve sonra da o hikâyeden çıktığı o yolculuğu da çok diri tutuyor oyun.

R: Evet, çünkü Koltès çok acayip bir metin yazmış. Sen de okuduğunda fark etmişsindir. Bir nehir gibi akıyor metin. Hiç nokta yok, sadece virgüllerle ilerliyor. Sanki oturmuş ve bir kerede yazmış. Sonra tabii oyuna çalışırken bir daha, bir daha okuyorsun, analiz ediyorsun ve hiç de öyle olmadığını fark ediyorsun. Çok farklı bir matematiğe dayandığını, tüm tekrarların kendi içinde ustalıklı bir matematiğe sahip olduğunu fark ediyorsun.

G: Metine geri dönmüşken, bir uyarlama süreci oldu mu? Metini “buraya” uyarladınız mı, dilde uyarlama yaptınız mı?

R: Dil açısından elbette bir uyarlama süreci oldu. Ama metini "buralaştırmadık." Zaten oyun "burası" "orası" gibi bir ayrımın söz konusu olabileceği bir oyun değil. Koltès kendisi de bir röportajında söylüyor, "yabancı olmak" üzerine bir sohbette ben kendimi kendi doğup büyüdüğüm Fransa'da bir yabancı gibi hissediyorum, ama dünyanın bambaşka uzak bir yerinde küçük ve yabancı bir ülkede kendimi oralıymış gibi, yuvamdaymış gibi hissedebiliyorum diyor. Oyunun temel cümlesi de bu zaten, "kim yabancı ki?" Hangimiz nerede yabancı hissediyoruz, nerede hissetmiyoruz... Bunları kurcalayan bir oyun olduğu için, bence nerede oynanırsa oynansın işleyecek bir metin söz konusu. Bu nedenle bizim de metni buraya uyarlamak gibi bir çabamız olmadı.

G: Oyunun müziklerini de Ömer Sarıdegik yapıyor. Siz daha önce de Emrah'ın [Serbes] Hikâyem Paramparça işinde beraber çalıştınız. Açıkçası müziklerde Ömer'in ismini görünce bir şeyler olacak dedim. Oyun hep müzikle mi akıyor?

R: Hayır ama dört-beş tane parçamız var oyunda. Şöyle diyeyim, tek kişilik oyunlarda bazen çok yalnız hissediyorsun. O noktada Ömer ve müzikleri benim partnerim oluyor ve bana destek oluyor. Onun ürettiği seslerin beni ayakta tuttuğu ve yükselttiği veya düşmem gerekiyorsa düşürdüğü anlar var.

G: Biraz oyundan dışarı çıkacağım. Senin oyunculuk hikâyenle ilgili konuşmak istiyorum. İnternette okuduğum bir şey var aklımda, Köylü Ekrem diye bir karakter. Anadolu topraklarında, izole bir yaşam süren, bu konuda hiçbir eğitimi olmamasına rağmen heykeltıraşlığa başlayan ve sonunda bütün üniversite hocalarını kendine âşık eden bir adam.  Sana gösteririm bir ara. “Taş bile büyüyorsa, taşa taş diyemezsiniz” diye, benim çok etkilendiğim bir sözü var. Ve gene diyor ki, “40 yaşımda hissettim bu sanatı, ellerimin işe yaradığını hissettim ve yeniden doğduğumu o gün kabul ettim. Ve anladım ki insan çocukluğuna doğru büyüyen bir varlık.” Sen oyuncu gücün olarak bu cümlenin karşılığısın bende. Daha önce izlediğim, ilk sana tanık olduğum diyeyim, oyun Kürklü Merkür’dü. Ve çok etkisinde kalmıştım. Oyundan etkilenmekle birlikte, senin büyümek ve çocuk kalmak arasında ciddi hızlı bir tenis topu gibi gidip gelme hâlin beni etkilemişti. Sen bu pinponu çok seviyorsun sahnede.

R: Sen de seviyorsun.

G: Ben de seviyorum. Ve ben sen yönettiğin oyundan da biliyorum, inanılmaz bir kondisyonun var. Şınav çekerken bir yandan da rejiyi anlatırdın. Şimdi solo bir oyun söz konusu, ben de duygusal taraftan çok fizik kondisyon olarak nasıl bir çalışma söz konusu oldu senin için, onu merak ediyorum.

R: Ben bedenimin eğitimiyle ilgili durdurmuyorum kendimi hiçbir zaman zaten. Yani sürekli devam eden bir eğitim söz konusu. Bu oyunda da bu süregelen eğitimin dışında ekstra bir şey yapmadım aslında. Ancak bu oyunda Okan [Urun] ve Melis'in [Tezkan] de yönlendirmeleriyle, sahnedeki hareket yönelimlerimde gerçekle gerçeküstü arasında gidip gelen bir dalgalanma var. Metnin virgüllerle ilerleyerek akan o devinimini bedende de vermek istedim. Bunun aşırısı veya hiç olmaması metnin hakkını vermeyeceği için, bedende başka bir dil bulmamız gerekiyordu.

Image

“İki canımı cebimde tutuyorum, 98 canımla oynuyorum.”

G: Teknik olarak nasıl bir çalışma izlediniz Okan ve Melis’le? Bildiğim kadarıyla Fransız eğitimli bir ekol söz konusu biriken'de. Okan'ın bir performansını izlemiştim ve olağanüstü etkisinde kaldığım bir adam. Zamanı, yerçekiminin olmadığı bir yerde oynar gibi oynamıştı. İnanılmaz yavaş hareketler, ama muazzam akan bir hikâye vardı. Performans olarak çok etkilenmiştim.  Henüz sadece afişini ve birkaç fotoğrafını gördüm ama, Ormanlardan Hemen Önceki Gece bize performans olarak böyle bir sürpriz hazırlıyormuş gibi bir hissim var. Ara ara zamanı durdurduğun yerler olacak oyunda sanırım?

R: Evet. Yani Okan ve Melis kendi oyunculuk yönelimleriyle ilgili çalıştırdılar beni. Dediğin gibi, farklı bir zaman ve uzam anlatımı aradığımız yerler oldu sık sık. Bir yerden sonra zaten şöyle bir an geliyor: “Ben anlatıyorum bu hikâyeyi, peki o zaman ben bu hikâyenin neresindeyim?” Bazı cümleler, belki herkesin ayırdına varamayacağı, ama mesela sen izlediğinde “Rıza burada bize bir şey söyledi” diyeceğin duraklar var.

G: Turgut Uyar şiirlerini çok seven bir adam olarak, senin bu metni ilk okuduğun ânı merak ettim. Bu metinde de Turgut Uyar şiirlerindeki akışkanlık, hayatı anlayan ve çok yormadan betimleyen duru bir dil var. Senin daha önce de bu tarz hikâye okuma işlerin var. Onlardan sonra bu oyunun çok iyi bir devam niteliği taşıdığını düşünüyorum. Sen neler düşündün metni ilk okuduktan sonra?

R: Hem de tiyatro metni hem de dediğin gibi şiirsel bir anlatımı var. Bu okurken çok keyifli bir şey, ama işbu oynamaya gelince aslında zorlu bir metin. Çok şiirsel bir anlatımı gerçek bir anlatıma dönüştürmen gerekiyor. Seyirciye metni bir elekten geçirip öyle aktarmak lâzım. Hem o şiirini yok etmeden, hem de gerçek kılarak oynamak gibi mücadeleler söz konusu.

G: Seyirci olarak oyun bittikten sonra oyuncuyu görmek, oyun hakkında sorular sormak, oyunun bizde yarattığı şahsi keşif anlarını paylaşmak, onlara sarılmak isteriz. Bu oyundan sonra sen arka kapıdan kaçacakmışsın gibi geliyor bana. Çünkü herkesin anlatacak çok şeyi olacak. Herkesin kendi zihninde, bir otel odasında bu oyundaki metine ulaşmak için girizgâh niteliğinde düşünceler var zira.

R: Evet, psikolojik yönü güçlü bir oyun. O nedenle çalışırken de kendi mesafemi korumak önemliydi benim için. Bir oyuncu olarak bu maçı tamamlayabilmem için...  Daha küçükken ben çalışırken kendimin yüzde 100’ünü harcıyordum.  Zamanla yüzde 2’yi cepte tutman gerektiğini anlıyorsun. İşlerin yüzde 98’le de yürüyeceğini... Bütün gücünü bütün enerjini verme niyeti önemli tamam, o niyeti korumak gerekiyor, zira o niyetle bir empati alanı yaratıyorsun. Ama canhıraş bir adanmışlığa gerek yok, o yüzden iki cebinde kalmalı. İki canımı cebimde tutuyorum, 98 canımla oynuyorum.

G: Oyunun metnini röportaja hazırlanmak için okurken, şimdi Amerika’da olan İnan’la [Temelkuran] konuştuk. Ben de yarın Rıza’yı sıkıştıracağım, ona sorular soracağım, senin sormak istediğin bir şey var mı diye sordum.

R: Tek başıma sıkıştırmayayım, arkadaşlarımla beraber sıkıştırayım dedim diyorsun.

G: Aynen. Üzerimizdeki bu çaresizlik hissiyle ilgili bir şeyler sorabilirsin dedi İnan. Oyunda buna da değindiğin, odanın içinde bu çaresizlik hissine de dokunduğun noktalar olduğu için, uygun bir soru aslında... Peki öyleyse, biz ne yapacağız bu çaresizlik hissimizle ilgili?

Image

R: Hep söylediğim, her yerde söylediğim bir şey var. İşimizi yapabildiğimiz en iyi şekilde yapmaktan başka bir seçeneğimiz yok. Tek çaremiz o. Herkes ne yapıyorsa en iyi şekilde yapacak. Dünyayı döndüren şeyin de bu olduğunu düşünüyorum aslına bakarsan. Bunun dışında, insanlar dışarıda, medyada vesairede bulamadığı gerçekliği sanatta buluyorlar artık. O yüzden bitmiyor tiyatro. O yüzden sinema bitmiyor. O yüzden de biz oyuncu irademizle işimizi en iyi şekilde yapmaya devam edeceğiz, ve insanlar da gerçeği sanatta, tiyatroda bulmaya devam edecekler.

Hepimizin, İnan’ın da kendisini çaresiz hissettiği anlar oluyordur, ancak bununla ilgili çözümleri de olduğuna eminim. Çaresiz bırakılmadık yani. Üzerimizde kurulan bu baskı, sadece burada değil, dünyanın her yerinde var olan baskıdan, işte bu hikâyeleri anlatarak, bir sonraki kuşaklara da anlatarak, kendimizi uyanık ve ayakta tutmaya devam edeceğiz. Hikâyeler bu yüzden var, oyuncular da o yüzden var.  Oyunculuğun başka bir yerde, biricik bir yerde durduğuna inananlardan değilim ben. Sen de değilsin mesela. Ancak bir biriciklik durumu varsa, bu hikâyelerin zaman içinde bir yerden bir yere taşınmasında oynadığımız rol olabilir. Önemliysek bu yüzden önemliyiz.

Çaresizlikten yola çıkarak başka bir paragraf açmam gerekirse, mesela neden tiyatro oynuyorum diye sorarsam kendime... Felsefeye baktığımızda, mutluluğa yönelik arayışlara, iki şey çıkıyor karşımıza. Ya ıstırap acı ya da can sıkıntısı gibi iki yol var. Her şeyi olan sınıfın can sıkıntısı ve hiçbir şeyi olmayan sınıfın ise yokluktan dolayı mutluluğa dair bir iddiası bile olamıyor. Sadece maddi yokluk değil, aşk yoksunluğu gibi de düşünebiliriz. Sen bir sanatçı olarak hangisine yaklaşırsan yaklaş, gene tek çıkış noktan gene çalışmak oluyor. Bu yüzden tiyatro oynuyorum mesela.

G: Bizi çalışmak kurtarır yani.

R: Gibi. Yani sanatsal değil tıbbi bir yerden konuşuyorum aslında. Hahaha. Yani kendi adıma, kendi acılarımı, sıkıntılarımı dindiren terapi bu, çalışmak. Çalışırken mutlu olmayı arıyorum...

G: Tamamen Çehov’a dönüşmüşsün Rıza anladığım kadarıyla, hem doktor hem oyun yazarı. Hahahaha. Peki tamam çıkıyorum buradan, sorum şu: oyun hep tek mekânda mı? Yani hep Zorlu Center’da mı oynanacak?

R: Mayıs sonuna kadar her cuma cumartesi Zorlu’da oynuyoruz. Ancak İstanbul içinde başka sahneleri de ziyaret etmek istiyoruz. Örneğin Anadolu tarafında da oynamak istiyoruz.

G: Sadece İstanbul’da mı oynanacak peki?

R: İstanbul dışında da istiyoruz aslında. Ancak henüz net bir şey yok.

G: Peki farklı sahnelerden bahsederken. Devlet tiyatroları, şehir sahneleri kapanıyor, kapandı, kapanacak gibi bir karmaşa söz konusuyken, bir yandan da pek çok AVM’nin içinde sahneler açılıyor. Bu durum hakkındaki fikrini merak ediyorum aslında, pozitif-negatif yönleri nedir sence?

R: Ben bu oyun sürecinde mekânsızlık ne kadar zor bir şey onu anladım. Daha önce çalıştığım tiyatroların en azından bir prova mekânı vardı. Ancak bu sefer öyle bir lüksümüz yoktu. Bu anlamda Galata Perform ve SALT Galata’ya ayrıca teşekkür etmek istiyorum. Bize çalışmamız için mekânlarını açtılar. Aynı oyundaki karakter gibi çalışacak bir odamız bile yoktu aslında. Oynayacak yer bulmak konusunda arayışlarımız oldu.

G: Yani şunu demek istiyorum, tiyatro binası denen şeyin bir duruşu vardır ya. O binaya doğru yürürsün, girersin, bir havası, atmosferi vardır. Şimdi ise metropolün içerisinde her şeyin, galerilerin, dükkânların, sahnelerin toplandığı mekânlar söz konusu.  Bu uzun yolda kendi ayağımıza balta vurmak mı oluyor acaba?

R: Yani kendi tarihine, kendi yaşanmışlığına sahip binaların olması önemli. Kendi mirasına sahip binalar yok ediliyor. Bununla beraber hikâye anlatacağımız yeni mekânları ve sahneleri de reddetme lüksümüz yok oluyor. Bu yeni mekânlar tiyatroya yeniden can veren mekânlar oluyor başka bir yerden baktığında. Bunu görmezden gelemezsin.

Biz Zorlu Center’da ufak bir stüdyo sahnede oynuyoruz. Bunun dışında iki sahne daha var ve Türkiye'de bu kalitede başka sahne yok diyebilirim. Bunu birilerinin yapması gerekiyor.

G: Zorlu Center'ın sahnesi gerçekten de Türkiye'de olup olabilecek en iyi sahnelerden biri. Bu sadece bir getiri değil, özel olarak tasarlanmış, akustiğiyle her şeyiyle hakkını vermek gereken bir salon.

Image

R:  AKM yok mesela senelerdir, mahkeme kararları, vesaire derken kapalı duruyor. Bu çok acı bir şey... Ve an itibariyle AKM sahnesiyle yarışabilecek, büyük prodüksiyonlara ev sahipliği yapabilecek  tek alternatifimiz de Zorlu’nun sahnesi mesela. Bu anlamda önemli ve olumlu bir şey olduğunu düşünüyorum.

G: Ben bu oyunun Süreyya Operası’nda da sahnelenmesini isterim mesela. Sahne olarak hem eski, hem de olağanüstü bir sahne. En son sahne alan kişi de Erol Günaydın.

R: O kadar seyirci beni izlemeye gelecekse ben her yerde oynarım.

G: Bence bu oyunu o kadar seyirci izleyemeye gelecek.

R: Germe beni.

G: Tamam biraz hafiflemek istiyorum ben de.

R: Evet şu gazeteci tavrından bir çıksan aslında. Sanki Ece [Temelkuran] var karşımda. Ben sarılacağız, geyik yapacağız sanırken sen geçtin oturdun karşıma.

G: Tamam tamam. Tiyatro konusunu kapatırken son olarak şunu demek istiyorum: rahmetli Tuncel Kurtiz inanılmaz gurur duyuyordur seninle.

R: Umarım öyledir.

Image

“Böyle yaralar olur insanda. Ve yaralardan korkmamalı oyuncu.  O yaralanma sürecini sevmeli, onları öperek tedavi etmeli.”

G: Seni ne kadar sevdiğini bildiğim için, Emek Sineması için yan yana durduğumuz fotoğrafı gördükçe, şahane kitabını okudukça, muazzam onurlandığını hissedebiliyorum. Onunla en son el sıkışma hikâyemiz senin yönettiğin oyunda olmuştu. “Görüyor musunuz çocuklar, oyuncuya bazen bir şeyler olur” demişti.

R: Tuncel ağbi her yönüyle çok önemli bir aydın olmasının ötesinde, gençlerle olan ilişkisi anlamında da çok değerli biri. Punk Rock isimli, benim yönettiğim, Gonca'nın ve genç oyuncuların oynadığı, günümüzün dinamiğinde ve biraz sert bir oyuna gelmişti iki kere. İkisinde de oyundan sonra bekleyip, oyuncularla uzun uzun sohbetler edip bizi onurlandırmıştı.

G: Şimdi tiyatrodan biraz çıkarsak, senin sinema ve diziler anlamında da sağlam bir kamera yoğunluğun var. Ve çok acayip biz çizgi tutturdun, çok enteresan. Senin şu mahalle arkadaşlarıyla beraber bir şeyler yapma hâl ve tavrın var ya beraber futbol oynamak, maça gitmek gibi. Senin iş anlamında da Uluçlarla [Bayraktar] kurduğun bir muhteşem ekip var. Ve bir kaç sezondur tertemiz, pırıl pırıl oynadığın işler yapıyorsun dizi olarak. Oyuncuya hep sorulur ya, "Dizi mi tiyatro mu?" diye. Sen her yerde aynı kalitede, aynı saygıyla  işler çıkartıyorsun. Bunun senin için getirisi götürüsü nedir, yoruculuğu nedir?

R: Teşekkürler. Demin de söylediğim gibi, mecra ne olursa olsun biz işimizi iyi yapmak zorundayız. Bütün kapıları, kendi içimizde olanlar dahil, açan anahtar bu. Tabii ki televizyon işlerinin seni yıpratmayıp tam tersine güzel geri dönüşler aldığı zaman, bu bizim için önemli bir destek oluyor. Dediğin gibi aynı takımla çalışmanın bir güzelliği var, yönetmenlerim Uluç, Cem, Kerem Çatay... Oyuncu olarak da belli bir takımlasın. Bu şekilde yapmak istediğin şeyleri yapabiliyorsun, öyle bir alan açılıyor. Mesela ben tahmin edilemezliği seviyorum oyunculukta, senin oyunculuğunda da aynı şeyi görüyorum. Sen DOT’ta ilk geldiğinde, senin seçmende beraber oynamıştık sahneyi. 

G: Evet sen aynı diyalogu altı kere yüzüme söyleyince, bir yapamamıştım... Eğer onu anlatacaksan....

R: Hahaha. Yok hayır. Yani şunu demeye çalışıyorum, senin benim gibi oyuncular, yönetmenler bir araya gelince, tüm bu tahmin edilemez yönelimler, ortaya çıkan şey de ilginç ve farklı oluyor. Bu alanı yaratabilen bir takım olması çok keyifli tabii.

G: Eğitimden yana bir şeyler sormak istiyorum son olarak. Konservatuvar sürecinde olan oyuncular var, ya da şöyle diyeyim, bir oyuncu olarak kendi kapsülünü henüz doldurma aşamasında olan, mesleğe yeni yeni başlamış bir oyuncunun böyle çok taze, süt renginde bir çıldırma ânı var hep. “Ya nasıl oluyor, nasıl yapmalı?” sorusuyla boğuşma hâli gibi.

R: Şöyle oluyor. [Yara izlerini gösteriyor] Böyle yaralar olur insanda. Ve yaralardan korkmamalı oyuncu.  O yaralanma sürecini sevmeli, onları öperek tedavi etmeli. Whiplash filmini izledim en son, o filmdeki gerilim hâli beni çok etkiledi mesela.. Tam da şu an prömiyer öncesi, biliyorsun prömiyer öncesi gerilimi. Benim şahsi gerilimimi de biliyorsun.

G: Kaç tişört yırttın acaba?

R: Yani bunu ukalalık olsun diye söylemiyorum, ama sanat eğitimi zor bir şey. Cam kırıkları üzerinde yürüdüğün bir süreç. Oyunculuk çok fazla kendini kurcaladığın bir meslek. Ben mesela 17 yaşımda başladım bu eğitime, o yaşta kendini kurcalamak kolay değil. Yaralar alıyorsun elbette, ve o yaraları tedavi etmen, akıl ve beden sağlığını koruman gerekiyor.  Ancak bu zorluğu yaşamak gerekiyor. Ben mesela yetenekli-yeteneksiz insan diye bir ayrıma inanmıyorum. Çalışma iradesine sahip insanlar vardır veya bu iradeye sahip olmayanlar. Eğer bu iradeye sahipsen, oyunculuk yapabilirsin diye düşünüyorum.

G: Son olarak kendi magazinsel sorumla bitiyorum. Çok güzel bir ses tonun var ve ben seni reklam dublajlarından öte başka bir çalışmada dinlemek isterim. Mesela bir şiir okuması. Albüm olarak düşünme, bir performans da olabilir tabii ki... Hemen albüm düşünür gibi gözlerin parladı, üzüldüm.

R: Benim mi??? Hahaha. Yani şöyle, ben şiirin böyle güzel ses veya güzel söz söylemeyle ilgili olduğunu düşünmüyorum. Şiir hayat gibi ve o şekilde aktarılmalı. Şiire fobisi olan insanlar da zaten bu yanlış aktarımdan dolayı uzak duruyor. Bu konuda kafamda bir şeyler var. Ama şimdilik o kadarını söyleyeyim.

ÖNCEKİ “Zorunlu askerliğe hayır”: Türkiye’de vicdanî ret SONRAKİ Renkler, evrensel hisler ve kendini unutabilmek: Panda Bear
Bu yazıyı paylaş